Daha önce Viktor E. Frankl’ın müthiş kitabı, İnsanın Anlam Arayışı (8 Ağustos) üzerine yazmıştım. Ne yazık ki bazı önemli yazarların fazlaca popüler olmuş kitapları öteki çalışmalarının önünde birer engel olabiliyor. Buna düşmemek için ve bir de sanırım kitap yerine yazar okuyanlar grubuna mensup olduğumdan, bu yazının arkasından diğer kitaplarını da birer birer okumaya başlamıştım. Okudukça onun, kendine ait yaşam felsefesinden, Freud’un teorilerine getirdiği karşı çıkışlardan, logoterapisinden, dört farklı toplama kampından kurtulmuş olma tecrübesinden ve de anlamın anlamına dair ortaya koyduğu düşüncelerden, hümanizminden, teolojisinden fazlasıyla etkilendiğimi söylemeliyim.
Hem İnsanın Anlam Arayışı’nda hem de diğer kitaplarında sıkça tekrar ettiği ve Freud’a karşı çıktığı bir yer var Frankl’ın: Duyulmayan Anlam Çığlığı (Totem Yay.) ve Anlam İstenci (Öteki Yay.) gibi diğer kitaplarda da tekrarladığı bu konu, insanın aç kalması halinde bütünüyle dürtüselleşip içgüdülerinin hakimiyetine girip girmeyeceği meselesi. Buradan hareketle, insanların politik tercihlerinde ve dünya görüşlerinde ekonomik nedenlerin -veya çıkarların- nihai belirleyici olup olmadığı meselesini de aynı başlıkta ele alabiliriz.
Bu konuyu Duyulmayan Anlam Çığlığı’nda şöyle anlatır: “Sigmund Freud bir keresinde şöyle demişti: ‘Birbirinden çok farklı bir grup insanı, aynı şekilde açlığa terk edelim. Zorlayıcı açlık dürtüsünün artmasıyla birlikte, bütün bireysel farklılıklar bulanıklaşacak ve bunların yerine, zorlayıcı bir dürtünün tek biçimli dışavurumu ortaya çıkacaktır.’ Ne var ki toplama kamplarında tam tersi doğruydu. İnsanlar daha çok farklılaşıyordu. Hayvanlar da, azizler de kendini gösteriyordu. Açlık aynıydı ama insanlar farklıydı. Aslında kalori önemli değildi.” (s.47).
Frankl’ın bütün felsefesinin bu temele oturduğu bile söylenebilir. İnsan birazdan kuruşuna dizilip idam edilecek olsa dahi son nefesindeki tavrıyla bütün hayatını baştan sona yeniden anlamlandırabilir. Ve bunu yapabilme gücü, insanın elinden alınamaz olan yegâne özgürlüğü ve iradi varlığının anlamıdır. Çevresel koşullar ya da hayat şartları ne olursa olsun, ona verdiğimiz tepkimiz esas bizi biz yapan belirleyici, bireysel şahsiyeti ortaya çıkarıcı ve hayata anlamını veren şeydir. Bu yönüyle bütün insanlar kesinkes eşittir: her insan içinde yaşadığı koşullar ne olursa olsun buna yönelik tepkisini bütünüyle kendi başına belirleme nihai özgürlüğüne sahiptir.
Dolayısıyladır ki Frankl’a göre, insanın içinde bulunduğu maddi ya da ekonomik koşullar bireysel kararlarımızı ve tutumlarımızı etkilese de nihai belirleyici değildir. “İnsan, nihai anlamda karşısına çıkan koşullara tabi değildir; bu koşullar onun kararına tabidir. Mücadele mi edeceğine, boyun mu eğeceğine, koşullar tarafından belirlenmeye göz yumup yummayacağına isteyerek veya istemeyerek karar verir…Bütün seçimlerin nedeni [koşulları] vardır ama seçimlere neden olan seçenin kendisidir.’” (s.47). Bu aynı zamanda, içinde yaşadığı koşullar nedeniyle, “çaresizce” istemediği ya da inanmadığı kararlara imza atan ve vicdanen büyük bir sıkıntı yaşamayan insanlara verilmiş bir cevaptır.
Bu bana, Berger’in Sosyolojiye Çağrı’sındaki (İletişim) bir bölümü hatırlattı. Berger, toplumda yaşayan insanların kendilerine verilen rolleri yapmak zorunda hissetmelerinin içinde her zaman bir ‘kötü niyet’e alet olma riskinin olduğunu söyler ve şöyle der: “’Başka seçeneğim yok,’ diyen her insan ‘kötü niyet’in alanında demektir. Şimdi, bu itirafın belirli bir rol içinde başkaca bir seçeneğin olmaması oranında doğru olduğu koşulları kolaylıkla düşünebiliriz. Ancak yine de bireyin bu rolün dışına çıkma gibi bir seçeneği bulunmaktadır. Belirli koşullar altında bir iş adamının batmamak için rakibini öldürücü şekilde yok etmekten başka ‘seçeneğinin olmadığı’ doğrudur; fakat batmaktansa öldürücü olmayı seçen kendisidir…Evet bazı durumlarda, bir hâkimin ölüm cezası vermekten ‘başka seçeneği’ olmadığı doğrudur ama bunu yaparken böylesi bir mesleğin onu bu şekilde bir seçim yapmaya zorlayacağı bilgisiyle birlikte hâkim olarak kalmayı ve iş başa düştüğünde istifa etmemeyi kendisi seçmektedir. İnsanlar, kendi yaptıklarından sorumludurlar. Kendi seçimleriyle yaptıklarını üstesinden gelinemez bir zorunluluğa mal ettiklerinde bir ‘kötü niyet’ içindedirler.” (s.177).
Kısacası, hiç kimse hiçbir şeyi yapmak zorunda olduğu için yapmaz; yapmak zorunda olduğuna inandığı için yapar. İnsanın başkalarının kötü niyetlerine tabi olması genellikle kendi hayatının anlamını hissedememesinden kaynaklanır. Anlam bulamama, ya da belli belirsiz bir anlamlar dünyasının içinde yaşasa da kendi anlamını bulamama hemen her zaman tabiiyet getirir. Frankl’ın anlam felsefesine göre, insan, çocukluğunda haz peşindedir. Haz ve keyif almak için yaşar. Sonrasında giderek haz yerini güce bırakır. Özellikle ergenlik ve gençlik dönemleri çocuklukta bulup sonrasında kaybettiğimiz, psikolojideki tabiriyle omnipotantlığımız (her şeyi yapabilir olma gücü) yerini güç arzusuna ve güç istencine bırakır. Bizi güçlü kılacak ve her şeyi yapabilir hissettirecek olan neyse ona yöneliriz. Haz ve güç, insanı iten güçlü motivasyonlar olarak insanın hayatını önemli ölçüde yönlendirir ve şekillendirir. Ne var ki olgunluk dönemine geçildikçe bu iki güçlü dürtü yerini anlama bırakmaya başlar.
Anlam, bu ikisinden farklı olarak itkisel ve dürtüsel değildir. İnsan için bir çekim gücüne sahiptir ancak bu çekim herkeste farklı şekillerde karşılık bulur; “insan dürtüler tarafından itilir ve anlam tarafından çekilir ve bu durum şunu ima eder; anlamı gerçekleştirmek isteyip istemediğine karar vermek her daim insana bağlıdır. O halde anlamın gerçekleştirilmesi daima karar vermek demektir.” (Anlam İstenci, s.59). Hayat, kendiliğinden anlamlıdır ve bu anlam, insanların birbirleriyle olan hakiki ilişkileriyle açığa çıkartılır. Buna bağlı olarak anlam arayışı, esasında anlamı bulamama ve açığa çıkaramamadır. Bunun için mutlak surette öteki insanlara ihtiyacımız vardır.
Daha geleneksel toplumlarda gelenek ve her türden inanç kendiliğinden anlam koyucu ve var olan anlamı koruyucudur. Bu tür yerlerde insanlar derin bir anlam arayışında olmaz, bütünüyle var olan anlamı korumaya ve muhafaza etmeye çalışırlar. Ne var ki bu durumun sürdürülmesi, hakiki ve anlamlı insan insana ilişkilerdense insan-gelenek ve insan-inanç ilişkisine bağlıdır ve bu nedenle bu gibi yerlerde gelenek ve inanç insandan daha değerlidir. Güç arayışından anlama geçiş her zaman mümkün gözükmemekte ve özellikle geleneksel alanın eleştirelliğe kapalılığı ölçüsünde anlam yerini güce ve anlam arayışı ise güç arzusuna bırakır, şekil değiştirir ve başka bir şeye dönüşerek gerçeklik kayması yaşanır. Güçlü olanın daha anlamlı olduğu ve güce sahip olmanın kendi anlamını ürettiği yanılsaması yaşanır. İnsanlar, yaşamlarına tavır göstermekten ve olaylar karşısında kendi bireysel tepkilerini vermekten, en geri alınamaz nihai özgürlüklerini kullanmaktansa gönüllü olarak bunu geleneğin ve inancın temsilcilerine devreder, karşılığında ise “anlamsız” bir güç devşirirler.
Frankl’a göre anlam insana özgüdür ve insan-dışı olanın yüceltilmesi genellikle insanın indirgenmesiyle sonuçlanır. Bu maddi ve ekonomik koşullar için de geçerlidir. İnsan için tek bir koşul söz konusudur: diğer insanlar. Onun ötesine geçip asıl belirleyici olanın maddi olan ya da çevresel veya ekonomik olan demek insanın indirgenmesidir. Bu takdirde insan olmak kişiliksizleştirilir. Ve kişiliksizleşme güç arzusu doğurur çünkü güç, doğası gereği anlamdan farklı olarak kendi başına bir varoluşa sahip olmayıp her zaman için bir eksikliğin yerini doldurarak var olur. Bu tür yerlerde her türlü güç sembolü -ve özellikle de devlet- fazlasıyla yüceltilir. O bir omnipotant iktidar kaynağı ve sembolüdür. Kişiler varoluşlarını ve varoluşun anlamını ancak onunla özdeşleşebildiklerinde bulabilir olurlar. Bu durum insanı hiç olmadığı kadar araçsallaştırır. Sevgi ilişkisi, ötekini kendi amaçları için bir araç olarak görme ilişkisine yerini bırakır. Ve hakikilik yok olur. Frankl’a göre aşırı araçsallaşmanın yaşandığı toplumlar, bir anlamda insansız toplumlardır. Toplum, insanın sevgi gibi aşk gibi bütün aşkınlıklarını üzerinde toplayarak hayatı büyük ölçüde idealist duygulardan arındırır ve insanı bedeni bir canlılığa indirgeyerek düşünselliğini yok eder. Bu da elbette ki totalitarizme kapı aralar.
Yeniden ana meselemize dönersek, insan her zaman belirli çevresel, ekonomik ve toplumsal koşullar altında yaşamak zorundadır fakat tam da bu zorunluluk nedeniyle hayatın anlamını kendi başına bulmalıdır. Geleneklerin ve verili inançların sağladığı anlam konforunun içinde kaldığı sürece haz ve güç istencinin ve arzusunun ötesine geçemeyerek kendi kendisini ‘şeyleştirir’, tek boyutlu hale getirir. Kendi kendini indirger. Çelişkili bir şekilde geleneği ve inancı yaşatmak adına toplumu ve dışsal güçleri tanrılaştırır. İşte bunun için asla elinden alınamayacak bir nihai özgürlüğe, yani koşullara verdiği tepkisini kendi başına belirleme özgürlüğüne sahiptir: “İnsanın özgürlüğü, koşullardan özgür olmak değildir, o, insanın karşılaşabileceği koşullar karşısında tutumunu belirleme özgürlüğüdür.” (Anlam İstenci, s.28).
Bütün bunlardan sonra şunu söyleyebiliriz ki ekonomik koşullar değiştikçe insan davranışı değişir ama bu, birincisi, birbirine benzemek şeklinde değil daha hakiki duygular üzerinde farklılaşma şeklinde tezahür eder; ve ikincisi, zorluk arttıkça özgürlük zannedilenin aksine azalmaz, artar ve anlam ancak özgürlük oranında açığa çıkarılabildiği için yaşamın anlamı da ancak zorlukların arkasından kendini gösterir. Üçüncüsü, anlamı her şey normal giderken bulmak tıpkı geleneğin öylece kabul edilen dünyasında bulmanın zor olması gibi, zordur. Onun dışına çıkıp normal olmayanın içine girdiğimizde anlam artık korunamadığı için aranıp bulunması ve yeniden üretilmesi gereken bir şey olduğunda daha hakiki bir biçimde ortaya çıkar. Ve sonuncusu, insanlar ellerindeki ekonomik ayrıcalıkları kaybettiklerinde değil anlamı kaybettiklerinde farklı bir arayışa ve tavır değişikliğine girerler.