Tunus’ta 25 Temmuz günü yapılan referandumda cumhurbaşkanı Kais Said tarafından halka sunulan yeni anayasa %94,6 oyla kabul edildi. Fakat referanduma katılım oranı resmi verilere göre %30.5 oranında.
Büyük partilerin ve siyasi oluşumların tamamına yakınının boykotuna ve katılım oranının düşüklüğüne rağmen referandum, Cumhurbaşkanı Kais Said’in geçen sene aynı tarihte olağanüstü hal ilan edişinden beri süregelmekte olan de facto başkanlık sistemini de jure hale getirmiş oldu.
Bu gelişmeleri hem Tunus’ta hem de Türkiye dahil olmak üzere birçok uluslararası medyada İslamcılığın yenilgisi olarak okuyanlar oldu. Bu iddiada olanların en çok dayandıkları noktalar; Said’in Meclis’i önce dondurup sonra kapatarak İslamcı Ennahda partisini ülke yönetiminden uzaklaştırması ve referandumla anayasadan “Tunus’un dini İslam’dır” ibaresini çıkarılması.
Fakat Tunus’u yakından izleyenler için bu yorumların olayın özünü kaçırdığı açık.
Kais Said kültürel – toplumsal mevzulardaki muhafazakarlığı ile İslamcı Ennahda ile birçok yönde benzeşen biri.
Evet kendisi İslamcı gelenekten gelmiyor fakat pratikteki politik yaklaşımlarına bakıldığında toplumsal açıdan muhafazakar bir siyaseti savunuyor ve siyasi argümanlarını çoğu kez dini referanslarla -hatta Kur’an ayetleri ile- gerekçelendiriyor.
Zaten 2019 seçimlerinin ikinci turunda Ennahda tarafından açıkça desteklenmesinin sebeplerinden biri de bazı konularda benzeşen bu muhafazakar tutumları.
Bunların arasında belki en çok polemik yaratanı kadın – erkek arası miras eşitliği mevzusuydu. Said bu konuda Kurani nasın (metinin) açık olduğunu söyleyerek açıkça eşitliğe karşı çıktı. Fakat bu tutumunun anketlere göre halkın çoğunluğunun desteğini aldığını düşünecek olursak Said’in muhafazakarlığı belki biraz da popülist bir muhafazakarlık olarak nitelendirilebilir.
Said’in eleştirdiği 2014 anayasası tüm eksik ve yanlışlarına rağmen uzun bir toplumsal diyalog ve zorlu müzakereler sonucu meydana gelen bir uzlaşının ürünüydü.
O dönem İslamcı Ennahda ile modernist (bazılarının deyişi ile seküler) partiler arası ayrım noktalarından biri de dinin anayasadaki yeriydi. Ennahda’nın bazı üyeleri ilk önce şeriata direkt bir referans isterken daha sonra 1. madde’nin 1959 anayasasından olduğu gibi aktarılmasına ikna oldular.
Bahsi geçen 1. madde dilsel açıdan çok ilginç terkibe sahip: “Tunus hür, bağımsız ve egemen bir devlettir; İslam dini, Arapça dili, cumhuriyet yönetim şeklidir.”
Bu formülasyonun ilginçliği İslam’ın neyin dini olduğu konusunda iyelik ekinin getirdiği muğlaklık.
Kais Said gibiler devletin dini olamayacağını, İslam’ın Tunus’un dini olduğunu, yani sosyolojik bir gerçekliğe vurgu yaptığını iddia ederken bazı Ennahdalılar başta olmak üzere bu maddeyi İslam’ın devletin dini olduğu şeklinde yorumlayanlar da var. Yani ilk maddeden İslam’ın çıkarılmasının daha teorik açıdan ne manaya geldiği bile belli değil.
Pratiğe baktığımız zaman ise, 1. maddenin hiçbir zaman teokratik bir devlete referans vermediği açık.
1957 yılında Habib Burgiba önderliğinde kurulan Tunus Cumhuriyeti anayasasında İslam’a referans verse de birçok alanda güttüğü katı sekülarizasyon politikaları ile meşhur.
Siyaset bilimci Alfred Stepan Tunus’un Türkiye ve Fransa ile birlikte “laikliğin demir üçgeni”ni oluşturduğunu belirtir.
Her halükarda Tunus anayasanın birinci maddesinin teokratik bir rejim kurduğu söylenemez. Tunus’ta bazı yasaların dini esin kaynakları olmasına rağmen hukuk sistemi işleyiş bakımından tamamen sekülerleştirilmiş. Mısır gibi ülkelerde halen aile hukuku gibi mevzular şeri mahkemelerce yargılanırken Tunus’ta medeni kanun dahi seküler pozitif hukuk niteliğinde işliyor.
Öte yandan İslam’a olan referansın çoğu noktada devlete dine müdahale imkanı verdiği açık. Eğer laikliği tarihsel olarak Fransa’da teorize edildiği şekliyle anlayacak olursak -din ve vicdan özgürlüğü ile devletin din konusunda nötr kalması- Tunus’un gerçek anlamda laik bir ülke olmadığını söyleyebiliriz. Siyaset bilimci Franck Frégosi’ye göre Tunus’ta Burgiba tarafından kurulmuş olan sistem Fransa’daki Papa yerine devletin, özellikle de hükümdarın, ulusal dini otoritesini savunan Gallikanizm doktrini ile benzerlik taşıyor. Bunun en belirgin örneği Burgiba’nın devlet başkanı sıfatının kendisine dini mevzularda içtihat yapma yetkisini verdiği iddiası. İlk cumhurbaşkanının birçok mevzuda ortodoks İslam fıkhı ile çatışan uygulamalarını laiklik adına değil İslam’ın asri bir yorumu olarak savunduğu malum. Ramazan’da çalışmaya engel olabilecekse oruç tutmamanın gerektiği konusundaki açıklamaları yahut kamusal alanlardaki başörtüsü yasakları bu çeşit yorum ve içtihatlarına örnek verilebilir.
2011 Devrimi sonrası ise devletin dini kurumlar ve dini özgürlükler üzerindeki kontrolü nispeten yumuşatıldı. Fakat tartışmalar çoğu zaman İslam’ın siyasetle ilişkisi olup olmayacağı değil ikisi arasında nasıl bir ilişki kurulacağı üzerine döndü. Yine hangi dini yorumların kabul edilebilir olduğu ve tekfirin yasaklanması gibi mevzular siyasette çokça yer tuttu. Artan dini özgürlük alanı ve devrim sonrası sarsılan devlet otoritesi sonucu Selefilik’in ve IŞİD gibi örgütlerin yükselişi bir süre sonra yalnız modernist partilerin değil Ennahda’nın da ürkmesine yol açtı. Özellikle 2014 yılı sonrası devletin dini alanda kontrolör rolü tekrar kabullenildi. Neticede Devrim sonrası Tunus’ta kılık kıyafet ve ifade özgürlüğü gibi alanlarda önemli gelişmeler olsa da bilhassa Diyanet İşleri Bakanlığı kullanılarak devlet eliyle dini hizmetlerin sunulması ve kontrolü gibi konularda radikal değişikliklere gidilmedi.
Peki hal böyleyken İslamcılar tarafından yazılmak şöyle dursun modernist Burgiba rejiminin mirası olan 1. madde neden değiştirildi?
Bunu anlamak için bir Kais Said’in din – devlet ilişkileri tasavvuruna bakmak gerek. Bir anayasa hukukçusu olan Said cumhurbaşkanı olmasının öncesinden beri devletin dini diye bir ifadenin manasız olduğunu, devletin değil toplumun ve ümmetin dini olabileceğini ifade edip ve 1. maddeyi bu şekilde yorumlamıştı. Mamafih, anayasa yapım sürecinde ümmetin dini olduğunu ve devletin İslam’ın ve şeriatın makasıdını (amaçlarını) gerçekleştirmeye çalıştığını ifade etti.
İşte yeni anayasanın beşinci maddesindeki “Tunus İslam Ümmeti’nin parçasıdır ve yalnız devlet İslam’ın makasıdını gerçekleştirmeye çalışmakla yükümlüdür…” ibaresi bu düşünce tarzını yansıtıyor. Yani İslam’ın devletin dini olmadığı kesinleşirken devlete İslam adına politika üretme yetkisi ve sorumluluğu veriliyor.
Bu anayasa değişikliği Tunus’a ne laiklik ne de teokrasi getiriyor. Aksine cumhuriyetin kuruluşundan beri var olan bir mirası daha da ayyuka çıkarıyor. Said’in yukarıda bahsi geçen miras eşitliği mevzunda olduğu gibi birçok mevzuya belki hukukçu kimliğinin de etkisiyle bir müçtehid gibi yaklaşması birçok açıdan Burgiba’yı hatırlatıyor.
Öte yandan tarihin garip bir cilvesi olsa gerek Tunus Devrimi’nin 10. yılında gücü eline alan Kais Said’in din-devlet ilişkisi kapsamında kurduğu düzen Fransız Devrimi’nin 10. yılında gücü eline alan Napoleon Bonaparte’ın 1801’de kurduğu Konkordato (Concordat) rejimi ile de şaşırtıcı derecede benziyor. Her iki sistemde de devletin resmi dini kavramı yer almazken toplumun çoğunluk dinine yer veriliyor ve Gallikanizm’de savunulduğu üzere devletin dini konulardaki otoritesi tescilleniyor. Bu demek ki Tunus için yeni dönemde devletin -özellikle de cumhurbaşkanın- dine bakışını yansıtacak şekilde dini alana müdahil olması muhtemel. Fakat bu başörtüsü gibi mevzularda dini özgürlüklere geçmişte olduğu gibi yasakların geri döneceği manasına da gelmiyor.
Bedirhan Erdem Mutlu Lise eğitimini Galatasaray Lisesi’nde lisans ve yüksek lisansını ise Paris Siyasal Bilimler Enstitüsü’nde siyasal bilimler alanında tamamladı. Çeşitli düşünce kuruluşlarınca çalışmaları yayınlanan Bedirhan E. Mutlu özellikle Kuzey Afrika ve Arap Dünyası siyaseti ile ilgilenmekte ve araştırmalarını din-siyaset ilişkisi, değer siyaseti ve demokratikleşme konuları üzerine yoğunlaştırmaktadır. İngilizce, Fransızca, Arapça ve İtalyanca bilmektedir