Üç kelimede bu ülkeyi tanımlamam istense, içimi sızlatsa da, ‘herşeyi bilenlerin ülkesi’ derdim.
Böyle derken, bu ülkedeki herkesin bu durumda olduğu iddiasından da uzak durmam gerekir elbette. Herşeyi bilmediğini bilenler var çok şükür, bazı şeyleri çok iyi bilen ehliyetli insanlar da yok değil. Ama kahvehane sohbetlerinden ‘düzey’ bakımından onlarla yarış halindeki televizyon söyleşilerine, medyada ve sosyal medyada yazılıp çizilenlerden gündelik hayatın içinden konuşmalara bakılsa, henüz veya hâlâ öyle olmayanların varlığına rağmen, bu ülke için ‘herşeyi bilenlerin ülkesi’ demem herhalde haksızlık olmaz.
‘Henüz veya hâlâ’ diye bir ayrıştırma ihtiyacı duydum bir önceki cümleyi kurarken. Çünkü ‘hâlâ’ herşeyi bilmediğini net biçimde bilip söyleyenlere, ‘henüz’ ise bugün değil ise yarın ‘herşeyi bildiğini’ düşünmeye başlayacak olanlara karşılık geliyor.
Bu ülke “Bilmiyorum” diyenlerin ülkesi değil. İşitilen seslere, duyulan konuşmalara bakılırsa, en kalabalık topluluğu herşeyi bilenler oluşturuyor.
Bir de kendisi adına “Bilmiyorum” demekle birlikte “Ama önderim, liderim, şeyhim, ağam, mürşidim, hocam, üstadım, komutanım herşeyi biliyor” diye düşünen epeyce geniş bir kitle mevcut.
Böylece ideolojide, itikadda, yaşama biçiminde, sosyal sınıfta veya etnik kökende ayrışan niceleri, ‘herşeyi bilme’ konusunda ortaklaşıyorlar.
Herşeyi bilen sağcılarımız var, herşeyi bilen solcularımız. Herşeyi bilen dindarlarımız var, herşeyi bilen sekülerlerimiz. Herşeyi bilenler kümesinin sosyalist katılımcılarımız da mevcut, Kemalist katılımcıları da, milliyetçi veya liberal katılımcıları yahut modernist veya gelenekçi katılımcıları da. Herşeyi bilen gazetecilerimiz de var, herşeyi bilen profesörlerimiz de.
Herşeyi bilen seküler gazeteci ile mütedeyyin gazeteci, sağlık ve tedavi alanında onlarca senesini tıpta uzmanlığa adamış nicelerinin bilmediği şeyleri biliyor meselâ. Hangi gıdaya ağırlık verip hangi ota yönelmemiz gerektiğini, filan hastalığa iyi geldiğini sandığımız ilacın aslında falan hastalığı yaymak gibi gizli bir amaçla üretildiğini onlardan öğrenebiliyoruz; tıpçılar ise çok safdil ve cahil. En az on senesini bir alanda uzmanlık pâyesi almak için harcamış insanların aslında dev bir endüstrinin piyonları olduklarından da onlar sayesinde haberdarız. Alanı metalurji olan seküler bir profesör ilahiyatçılara din öğretmekte de pek mahir gözüküyor. Alanı Selçuklu tarihi olan mütedeyyin bir profesör Covid-19 tedavisinde de uzman çıkabiliyor. Hele siyaset alanına ve devlet yönetimine geldiğimizde, ‘herşeyi bilen’ önderler ile ‘herşeyini ona borçlu ve herşeyi ondan öğrenen’ olmasan olmazdıkçı takipçilerin oluşturduğu renkli bir kalabalık bizi karşılıyor.
İdeoloji, inanç, yaşama tarzı, siyasî yönelim, parti tercihi, etnik köken, sosyal sınıf, eğitim alanı ve benzeri birçok noktada ayrışan insanlar, ‘herşeyi bilen’in kendileri veya önderleri olduğu iddiasında ise pekâlâ ortaklaşıyorlar.
Onları keskin ayrışma ve çatışmalara iten de, muhtemelen ‘herşeyi bilme’ konusundaki bu ortaklıkları. Bu ülkeyi iki yakası biraraya gelmez keskin ve derin fay hatlarına mahkûm ederken, ülke için verimsiz ama demagog politikacılar açısından kullanışlı kimlik siyasetlerine imkân veren şey de bu…
Herşeyi bilenlerin ülkesinde diyalog olmaz çünkü, monolog olur.
Herşeyi bilenlerin diyalogundan söz edilemez; herşeyi bilenin bilmeyenlere yönelik monologundan söz edilebilir.
Herşeyi bilen kişi için bir müzakere zemini de sözkonusu olmaz. Karşılıklı müzakere ne demek? Herşeyi bilen bilgi de, fikir de verir; diğerleri ise sadece alıcıdır.
Herşeyi bilen kişilerin meşvereti de olmaz, çünkü sağlıklı bir karara ulaşmak için karşılıklı fikir alışverişi herşeyi bilmenin tabiatına zıttır. Herşeyi bilenin başkalarının aklına ihtiyacı yoktur. O sadece akıl verir; başkaları ise sadece almakla mükelleftir.
Herşeyi bilen öğrenmez de. Öğrenme denilen şey, bilgisizlere veya yeterli bilgiye henüz erişememiş olanlara mahsus bir eylem biçimidir. Herşeyi bilen daha neyi öğrenebilir ki? O yalnızca öğretir. Biliyordur zaten, bir de bildirir…
‘Bildirmek’tir onu tanımlayan eylem. Bu arada ‘had bildirmek’le de yükümlü görür kendini; ‘had bilmek’le ise mükellef değildir. Yol, yordam, usul, çözüm, yöntem; o hep bildirir…
Sağda solda, doğuda batıda, üstlerde aşağıda, büyükşehirde veya taşrada, dindar camiada yahut seküler çevrelerde farketmez, nereye gitseniz, herşeyi bilenlerden geçilmiyor ülkemizde. Herşeyi bildikleri için, bir alanda uzman olduğunu söyleyenlere dahi o alanda işin aslının ne olduğunu yine onlar öğretiyorlar; “Bildiğin gibi değil” repliğini her defasında kullanarak…
Oyun bozuyorlar, düğüm çözüyorlar, geleceği şimdiden görüyorlar. Mucize formül onların ellerinde, ülkeyi şaha kaldıracak şeyi de onlar keşfediyorlar.
O yüzden, ülke ve millet olarak onları dinlemek ve dediklerini yapmak gibi bir sorumluluğumuz var. Herşeyi bilenlerin sağcısı da bizden bunu istiyor, solcusu da; sosyalisti de, muhafazakârı da; dindarı da, seküleri de; gazetecisi de, profesörü de; kahvehane müdavimi de, televizyonda açık oturum gediklisi de…
Bu sebeple, meselâ nöroloji alanına kırk yıl emek verip nice insan yetiştiren ve nice eser veren bir isim bir konuda herşeyi bilenlerin ‘bilgi’sine veya ‘görgü’süne aykırı bir söz sarfettiği için kolayca linç sofrasına yemek yapılabiliyor, sür’atle ‘karanlık aydın’ olabiliyor, ‘akademisyen görünümlü cahil’ olduğu için de kolaylıkla işinden gücünden edilebiliyor.
Bu sebeple, meselâ fıkıh alanına kırk yılını veren bir âlim, herşeyi bilenlerin onayından geçmeyen bir fıkhî görüşü sebebiyle anında ‘kara cahil’ ilan edilebiliyor.
Bu sebeple, uzmanlık alanı Abdülhamid dönemi olan bir tarih profesörüne öğren de gel diyerek ‘Abdülhamid gerçeği’ni öğretenlere; yahut tek parti dönemi üzerine yetkin eserler vermiş bir siyaset bilimcisini ‘gerçeği görmeye davet edenler’e sıklıkla rastlanıyor.
“Bu açıdan bakmamıştım” diye bir cümle yok herşeyi bilenlerin ülkesinde. “Bunu bilmiyorum” cümlesi yasak. “Hem o hem bu” diye bir akıl yürütme biçimi haram. “Ya o ya bu” şeklinde bir akıl yürütmeye cevaz var sadece. Onda da, doğru seçenek her defasında herşeyi bileninki; başkalarının dediği yanlış çıkıyor her defasında…
“Sıfır ile bir arasında sonsuz sayı var” gibi absürtlüklere de yer yok herşeyi bilenlerin dünyasında; sıfır var, bir var, sonra da iki. Siyah ile beyaz arasında grinin sonsuz sayıda tonundan da söz edilemez; ya siyahtır, ya beyaz. Ve hep onların sayısı bir, hep onların rengi beyaz…
Herşeyi bilenlerin çok olduğu ve çoğalmayı sürdürdüğü şu ülkede hangi yelpazeden olursa olsun herşeyi bilen birine maruz ve dinlemeye mecbur kaldığımda yaşadıklarıma; ondan da öte, herşeyi bilenlerin hepimize yaşattıklarına bakıyorum da, ‘herşeyi bilenlerin’ varlığı ve çokluğu bu ülkenin karşı karşıya olduğu belki de en büyük sorun olarak gözüküyor bana.
Bu ülkede yanlış giden birşeyler varsa, dahası düzgün gitmeyen şeyler gidenlere nisbeten epeyce çoksa, bunun bir sebebi herşeyi bilenlerdir demek haksızlık olmaz sanki.
Nitekim baş belası elitizmler de oradan besleniyor, kurumları ve değerleri aşındıran popülizmler de… Yıkıp da yapamamaların, yapılanı bozmaların, yarıda bırakmaların, yarı yoldan dönmelerin, yarı yolda kalmaların, iyilik zannıyla kötülük etmelerin, iyileştireceğim diye öldürmelerin, düzelteceğim diyerek iyice mahvetmelerin ardında, biraz irdelersek, ‘herşeyi bilmek’le ilgili bir boyut mevcut…
Herşeyi bilenlerin ülkesi olduğumuz için bu haldeyiz diye düşünüyorum zaman zaman.
Çünkü herşeyi bilmediğini bilmeyenler öngörüsüz, plansız, tedbirsiz, kaba, hasmâne, tahammülsüz, uzlaşmasız, çatışmacı, teennisiz ve acul. Zaman, kaynak, enerji, emek israfı oluyor dönüyor onların yaptıkları hepimize…
O yüzden, ‘Herşeyi bilmiyorum’ diye bilen ve öğrenmek yahut bakışını geliştirmek adına “Senin fikrin, görüşün, önerin nedir?” diyebilenlerin varlığı ve çokluğu gerekiyor ülkemize… Başkalarının varlığında varolmayı, başkalarına da sorarak öğrenmeyi, başka bakışlarla büyümeyi, başkalarının da fikriyle gelişmeyi, başkalarının da görüşüyle zenginleşmeyi ancak o zaman başaracağız çünkü…
‘Herşeyi bilenlerin ülkesi’nin ‘herşeyi bilmediğini bilenlerin ülkesi’ne dönüşmesi gerekiyor velhasıl…