İşi gücü bırakıp kafayı bir ülkeyle ve onun dizileriyle bozmak görülmüş bir şey midir?
Her akşam Netflix’ten açtığım Türk dizileriyle arşa yükselip, kafama eserse İstanbul’a, ya da o gün havamdaysam Kapadokya’ya iniyorum.
Türk dizileri bağımlılık yapıyor. Tıpkı o gül kokulu pembe lokumları kaplayan pudra şekeri gibi tatlı, yapışkan, fantezi yüklü. Altın hâleli, lale şeklindeki cam bardaktan içilen çayın yanında pek iyi gidiyor. Hani ısırdığında o lokumlar dişine yapışıyor ya, işte Türk dizileri de öyle.
Ve bu dizilerin bir yerlerinde, arka planda feryat figan çalan Türk müzikleri, nargile dumanıymışçasına süzüle süzüle ruhuna işliyor.
Justin Goodwin’in “Müfettiş Yashim” serisinin pek yetenekli kahramanı hadım ağası Yashim’le ilk kez tanışmama vesile olan, son demlerindeki Osmanlı’nın başkentinde geçen Yeniçeri Ağası romanına duyduğum takıntıyı da günahlarım arasında sayabilirim.
Şüphesiz herkesin favori ‘Türk lokumu’, Nobelli Orhan Pamuk… Hâlâ “bir tane daha alayım mı” dercesine muzaffer yürüyüşüne devam ediyor.
Benim favorim ise Türk mozaiğinin tüm parçalarını, her türden okuyucuya göre çeşitlenen hikâye manzaralarında yoğurmayı başaran Elif Şafak.
Şafak, “Ustam ve Ben”de Cahan isimli bir genci Hindistan’dan denizleri aştırarak Muhteşem Süleyman’a beyaz bir fil sunmak üzere Topkapı Sarayına getiriyor. Aynı benim pembe dizilerdeki gibi, Cahan, Sultan’ın kızı Mihrimah’a kederlice ve delicesine aşık oluyor. Sıkıntılar da birbiri ardına geliyor.
‘Yer Gök Aşk’
Anladığım kadarıyla, henüz keşfettiğim bu bağımlılığa tek kapılan ben değilim. Geçenlerde BBC News’in bir haberinde, Türk dizilerinin karantina döneminde “dünya çapında bir seyirci kitlesine ulaşarak” bir anda büyük başarı elde ettiği yazıyordu. Sahiden de bu dizilerin gizem, aksiyon, gençlik gibi içeriklerle, herkese hitap eden bir skalası var.
Goodwin’in “Yashim Yemekte” kitabında bulunan nefis yemek tariflerine iliştirilmiş anekdotlar, Osmanlıların her zaman mutfak ve ambar işleriyle haremden daha çok meşgul olduklarını kusursuz bir şekilde aktarır.
Güncel yapımlardan biri olan Yer Gök Aşk’ta da, yemeğin derin bir zevk duygusuyla hazırlanıp sunuluşuna geniş yer veriliyor. Kapadokya’nın en zengini Yusuf Bey, fakir kız Havva’ya parfüm bakıyor. Dükkânda özel bir markayı incelerken, tamamen koku alma duyusunu takip ediyor. İnce ve biçimli burnunu, ahırındaki atının yaptığı gibi çekip “yasemin…” diyor- İstanbul’da çekilen Yol Ayrımı’nı da buraya iliştirmek isterim.
Türk dizilerini izlemenin başka bir cazip yanı da, birçok ırksal stereotipi yerinde görmek. Kötü adamların dişleri hep kusursuz, burunları da basık. Yiğit delikanlıların burunları ise mükemmel bir orantıya sahip. Ve bir de şaşmayan kara gözler ve çatık kaşlar…
Yusuf Bey ayrıca elf gibi sivrilen kulaklarıyla Star Trek’teki Spock’a acayip bir şekilde benziyor. Annesi, “ah benim kara gözlü evladım” diye sevdiğinde o pek gülmüyor. Gözlerini kıstığında oluşan görüntü, arkasındaki kapadokya silüetini andırıyor.
‘Kedi Gözleri’
Dizideki tüm genç kadınlar, açık kehribardan soluk süt rengine hatta zümrüt yeşiline kadar, Allah vergisi parlayan gözlere sahip. Limon ağacının altında çay ve koyu kahvelerini bir kedi edasıyla yudumluyorlar. Sahnelerin genellikle çekildiği yer de, kederli aşıkların habire kil taslarla suladığı, girift taşlarla ve çiçeklerle donatılmış mezarlıklar.
İstanbul’u oğlumla ziyaret ettiğimde, hibiskus çayımızı dikili taşlara ve kalabalık bir kedi nüfusuna sahip bir mezarlıkta içmiştik. Kediler oturup, aynı benim dizideki kızların (kestaneden gece siyahına değişen) uzun saçlarıyla yaptıkları gibi kuyruklarını kıvırarak bizi izlemişti.
“Reenkarnasyon!” diye bağırdığımı hatırlıyorum o gün, “O genç kadınların hepsi önceki hayatında bir kediymiş meğer! ”
Ve gölgelerin ardında bir yerde, Yusuf Bey gözlerini kısıp fısıldadı: “Arkası yarın.”
Çeviren: Enis Aydın
Orjinali metin: Geeta Doctor, Cat-eyed Cappadocians: The delights of Turkish TV, The Hindu, 25.07.2020