Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIİkiyüzlü bir yaşamın teminatı olarak liberalizm

İkiyüzlü bir yaşamın teminatı olarak liberalizm

Rubio, Rümeysa Öztürk’ün sınır dışı kararını, “Eğer beni akşam yemeğine davet ederseniz ve ben koltuğunuza çamur sürüp mutfağınızı sprey boyayla kaplarsam, beni evinizden kovarsınız” diyerek savundu. Dünyanın farklı yerlerinde farklı kişiler bu söylemler üzerinden 1933’ler Almanya’sını hatırlatmış. Ben bu ifadeleri biraz farklı okudum. İzninizle, farklı bir yol izleyerek, “ikiyüzlülük ile yaşamayı mümkün kılan tek yaşam biçimi olan liberalizmi” biraz savunacağım.

ABD’de geçtiğimiz günlerde tutuklanan Rümeysa Öztürk’ün durumu üzerine ABD Dışişleri Bakanı Rubio bir açıklama yaparak bu kararın arkasındaki nedeni açıkladı. Rubio’nun ifadeleri içinde bir husus dikkatimi çekti:

“Size eğitim alıp diploma kazanmanız için vize verdik — kampüslerimizi yerle bir eden bir sosyal aktivist olmanız için değil. Eğer vizenizi bu amaçla kullanırsanız, elinizden alırız. Ve her ülkenin de aynısını yapmasını tavsiye ederim.

“Her ülkenin, kimin ziyaretçi olarak gireceğine karar verme hakkı vardır. Eğer beni akşam yemeğine davet ederseniz ve ben koltuğunuza çamur sürüp mutfağınızı sprey boyayla kaplarsam, beni evinizden kovarsınız. Eğer ABD’ye gelip ortalığı karıştırırsanız, biz de aynısını yaparız.

“Bunu burada istemiyoruz. Kendi ülkenizde yapın — ama bizimkinde değil.”

Dünyanın farklı yerlerinde farklı kişiler bu söylemler üzerinden 1933’ler Almanya’sını hatırlatmış. Ben bu ifadeleri biraz farklı okudum. İzninizle, farklı bir yol izleyerek, “ikiyüzlülük ile yaşamayı mümkün kılan tek yaşam biçimi olan liberalizmi” biraz savunacağım. 

Obama’nın ABD başkanı seçildiği, Erdoğan’ın Türkiye’yi AB’ye sokmak için didindiği, aslında yakın ama çok uzak hissettiğiniz bir geçmişte, bu “Batı” denen coğrafyayı öteki coğrafyalardan ayıran nedir diye düşününce vardığımız en etkili sonuçlardan biri, Batı’nın kendi eleştirisini bizzat kendisinin getiriyor olmasıydı. Yani Batı’nın en büyük erdemi, hakkında söylenebilecek en ağır şeyleri kimseye fırsat vermeden en çetrefilli ve vurucu şekilde yine kendisinin söylemesine izin vermesi – ve bunu teşvik etmesiydi, hatta ödüllendirmesiydi. Bu Batı’ya küçümseyemediğimiz bir ahlaki ve entelektüel üstünlük sağlıyor ve aynı zamanda elindeki gücü estetize ederek dünyanın her yerinde karşı konulması zor bir hayranlık uyandırıyordu. Zira yalnızca “sahiden” en güçlü olan, gücünden zerre kuşkusu olmayan, kendisinin eleştirisine bu denli pervasızca imkan sağlayabilirdi. 

Benim gibi buna inanan ve bundan etkilenen binlerce Batılı-olmayan insan da kendi ülkesinde, kendi medeniyetine söyleyemeyeceği, söylemeye cesaret edemeyeceği şeyleri Batı’ya gidip sanki çok sıradan şeylermiş gibi Batı’ya karşı söyleyebiliyor, yazabiliyor ve bunun karşılığında fon ve takdir toplayabiliyordu.

Bu elbette bir ikiyüzlülük (yani “hyprocrisy”) idi. Zira bir yandan içten içe Batı’nın kendi kültürümüze kıyasla ahlaki üstünlüğünü kabul ediyorduk (yoksa ne işimiz vardı Batı’da), öte yandan bunu açıkça söylemeyi reddediyor, hatta tüm yaşam tarzımız bunun tersini gösterse de, gerçek tam tersiymiş gibi söylemlerde bulunuyorduk. Bunun nedeni belki yetersizlik kompleksiydi, belki de en çok beğendiğimiz ve hayran olduğumuz şeyin eleştiriyi en çok hak eden şey olduğuna dair sahip olduğumuz inançtı. Belki her ikisinin de bir karışımı idi ama en nihayetinde güçlü olanın sadakate değil, dürüstlüğe, doğruluğa ve tamlığa ihtiyacı olduğuna dair sarsılmak bir inancımız vardı. Bu durum yalnızca bizim gibi Batı-dışı entelektüeller için de geçerli değildi. Bizzat Batılı düşünürler de aynı ikiyüzlülükten muzdarip idi. Zira onlar da bir yandan çetin bir “Batı karşıtlığı” yaparken öte yandan bizzat karşı olduklarıyla zenginleşmiş bu medeniyetin tüm imtiyazlarından en güzel şekilde faydalanmayı eksik etmiyorlardı.

Bu mümkündü, çünkü liberalizm denilen, bir ideolojiden çok daha derin bir varolma biçimine işaret eden kavram, aslında tam olarak bu ikiyüzlülüğü yaşama imkanı veriyordu. Daha çarpıcı bir şekilde söylemek gerekirse, liberalizm dünyadaki tüm düşünme ve yaşama biçimleri içinde bir istisna idi, çünkü yalnızca liberalizm, ikiyüzlülükle (yani daha yargısız bir deyişle çelişkilerle) yaşayabilecek duygusal olgunluğa sahipti. Yalnızca liberalizm, modernleşmenin kaçınılmaz bir sonucu olarak insanın yaşadığı derin açmazlarla yaşamasına olanak sağlıyordu. Bu açmazlara dair verdiği keskin ve çabuk bir çözüm olmasa da ama bunlardan kaçmayı da elinden geldiğince reddediyordu. Duygu regülasyonu bu ikircikliliği bir arada tutmaya el veriyordu – ki bu da ancak “güçlü” olmakla mümkündü. Başka bir deyişle, eğer yalnızca tanrı çelişkiyle yaşama imkanına sahiptiyse, liberalizm inandığı tanrı anlayışına ulaşmak için çabalıyordu.

Buradan Rubio’nun açıklamalarına dönersek, bugün yaşanan, insanların artık bu ikiyüzlülüğü kaldırabilecek duygusal olgunluğu yitirmesi – ve aynı zamanda bu ikiyüzlülüğü yaratan koşullarla da baş edebilecek durumda olmaması. Yani aslında Amerika bu tutumu ile ahlaki üstünlüğü kaybettiğini ve bu kaybı telafi etmek için de bunu umursamadığını haykırıyor. Ama bu sadece Amerika’ya özgü bir durum değil. Dünyanın her yerinde benzer rejimler, benzer duygular üzerinden yükseliyor. İnsanlar artık bu ikiyüzlülüklere katlanamıyorlar (ki bunun sosyal medya ile ilgisi de araştırılmalı, zira dünyanın hiçbir döneminde insanların başkalarının hayatından bu denli haberdar olma imkanı olmamıştı). Ama aynı zamanda bu ikiyüzlülükleri var eden koşulları düzeltebilecek cesaret, kapasite ve arzuları da yok. Bunun yerine bu koşullar yokmuş – veya normalmiş – gibi davranmayı ve herkesi de zorla buna inandırmayı tercih ediyorlar. Yani eğer liberalizm bize ikiyüzlü bir şekilde yaşama ve bu sayede yavaş ve adaletsizce de olsa bu çelişkileri keşfetme, irdeleme ve zamanla iyileştirme imkanı verdiyse, ortaya çıkan yeni rejimler bunları görüp reddetme, nefret etme ve tamamiyle yokmuş gibi yapmayı seçiyor. Bu da aslında bizzat insanın kendi içinde bir şeylerden nefret etmesi anlamına geliyor – ki bu nefretin insana ne büyük bir motivasyon sağlayabileceği de unutulmamalı.

Evet, liberalizm mükemmel bir yaşam biçimi sağlamıyor ama dünya tarihinde insana ikiyüzlü bir şekilde yaşama imkanı veren başka bir temel de yok. Bilakis, liberalizmin tüm düşmanları tam olarak bu ikiyüzlülüğü yeryüzünden silmeyi amaçlıyor. 

Yani, kanımca, mesele özünde ideolojiden çok kişinin duygusal olarak neyi ne kadar kaldırabildiğine bağlı. İkiyüzlülük ile yaşamak epey duygusal olgunluk gerektiren bir şey. Duygusal olgunluk ise en başta finansal stabilite ile mümkün. Liberallerin genelde varlıklık insanlar olması bu bağlamda elbette tesadüf değil, zira insanın çelişkileriyle yaşayabilmesi, bunları keşfedebilmesi için öncelikle kendini güvende hissedebileceği, eğer başarısız olursa dönebileceği bir eve sahip olması lazım. Eğer kişi o eve – yani adaletli bir indirgeme ile finansal stabiliye – sahip değilse, bu insanın ikiyüzlülük ile barış içinde yaşamasını beklemek ne kadar gerçekçi olacaktır açıkçası bilmiyorum. Bilakis, parası olan için büyük bir eğlence kaynağı bile olabilecek bu içsel keşif, parası olmayan için muazzam bir mental kaygı ve acı kaynağı olabiliyor. Bu elbette, buna inanan onlarca düşünürün aksine, finansal stabilitiye sahip olan herkes liberal olacaktır demek değil. Tecrübe bunun böyle olmadığını göstermiş olsa da, finansal stabilitenin, herhangi bir kararı içgüdüsel olarak değil, özgürce verebilmesi için bir gerek koşul olduğunu değiştirmiyor. İnsanın mücadelesi de, ancak o özgürlüğe eriştikten sonra ortaya çıkan “ben kimim” sorusu ile başlıyor. Kendi sınırlı tarih okumamdan bugün edinebildiğim sonuç, liberalizm tam olarak o sorunun ortaya çıkabilmesinin teminatı demek. Kalan tüm ideolojiler, insana o finansal stabilite sağlamayı amaç dahi etse, en nihayetinde o soruyu sordurmamak üzerine kurulu.

- Advertisment -