Fetret dönemleri siyasi ortamı aşırı çalkantılı hale getirir. Aktörlerin ve muhtemel işbirliği imkânlarının sayısı artar. Her aktör kendi potansiyelini kollamak üzere daha bireyci bir tutum içine girme eğilimi gösterir ve bütün bunlar yeni karar noktasına (seçim anına) gidilirken belirsizliği artırır.
Şu anki siyaset bunun işaretlerini fazlasıyla veriyor. İki ana partiden kopmuş dört parti yanında ‘piyasaya’ girme heveslisi yeni partiler de kuruluyor. Saadet Partisi’nde ittifak değiştirmek üzere bir hareketlenme başlıyor. Muhalefet partileri ittifak taahhüdü vermekten kaçınıyor.
Bu gidişatın iktidara yarama ihtimali daha fazla. Çünkü halen sahip olunan siyasi güç yandaş bulmak üzere kullanılabilir. Ayrıca seçmen nezdinde iktidarın kimliği, ne yapmak ve nasıl yapmak istediği daha net. Muhalefeti bu açılardan tanımlamak pek mümkün değil. Eğer seçime yaklaşıldığında halkın önünde biri belirgin biri bulanık iki fotoğraf olursa, fazla beğenmese bile seçmen belirgin fotoğrafa meyledebilir.
Ancak iktidar seçim dinamiğini kendi haline bırakmak istemeyecektir. Muhalefet kaybetse bile partiler fazla etkilenmeyebilir, ama aynı şeyi iktidar için söylemek zor. Yenilgi Cumhur İttifakı partilerinde sert dalgalanmalara neden olabilir. İktidar için hayati bir seçime gidiliyor ve kazanmak için mümkün olan her şeyi yapacaklarını öngörmek gerçekçi olur.
Üstelik iktidar açısından siyasete müdahale giderek zorunlu hale geliyor. Kötüye gidişi onlar da görüyor. Oylar düşüyor, yozlaşma gizlenemez halde, ekonominin kısa vadede düzelemeyeceği ve sosyal sonuçlarının ağırlaşacağı açık…
Öte yandan mesele salt bir partiler çekişmesi değil. 2011 sonrasında Gülen cemaati ile AK Parti arasındaki sürtüşmenin 2014’te zirve yapması sonrasında Erdoğan’ın edindiği yeni ortaklar ve yeni ideolojik doğrultu muhtemelen 2016’daki darbe girişiminin sonucunu da belirledi. Nitekim Cumhurbaşkanlığı Sisteminin gündeme gelme biçimi ve yakın zamanda MHP eliyle sunulan yeni anayasa teklifi, bir devlet-içi koalisyonun da iktidarla birlikte kaybedecek olduğunu ima ediyor.
Bu nedenle iktidarın stratejisini öngörmeye çalışırken öncelikle söz konusu devlet-içi koalisyonun tutumunu irdelemek lazım. Eklemek gerek ki bu koalisyonun ne denli bütüncül veya kopuk bir seyir izleyeceğini bilemesek de an itibariyle devletin ideolojisini belirleme gücü olduğunu görüyoruz.
‘Devlet’ ne Kemalist (ya da ulusalcı) ne de muhafazakâr merkeziyetçiliğin, tek tek veya birlikte olsalar bile ülkeyi istikrarlı bir çizgiye oturtamadığını muhtemelen tespit ediyor. Kürt ve Alevi meseleleri bir türlü ‘halledilemiyor’, beklenen ekonomik sıçramanın hayal olduğu anlaşılıyor, Batı’ya olan bağımlılık azalmıyor, kırılganlıklar artıyor…
Bu şartlar altında Cumhuriyet nasıl ‘ilelebet payidar’ kalabilecek? Gerçekçi olmak istiyorsak şöyle sormalıyız: Devlet-toplum ilişkisi aynen devam ettirilirken Cumhuriyet nasıl ‘ilelebet payidar’ kalabilir? Ben bunun cevabının iktidar koalisyonu tarafından verildiğini ve kısaca ‘İttihatçılığın günümüz koşullarında ihya edilmesi’ olduğunu düşünüyorum.
Demokratik çözüm istenmiyor çünkü bunun Türk kimliğini zedeleyeceği, Cumhuriyeti anlamsız hale getireceği fikri hâkim. Devletin Türklüğünü korumak, sorunların çözümünü ertelemek, baskılara direnebilmek gerekiyor… Ve bunun yolunun ‘bağımsız kalmaya çalışmak’ olduğu düşünülüyor.
Dolayısıyla S-400 artık bir devlet tasarrufu, Azerbaycan ile savunma işbirliği anlaşması veya Kıbrıs’a yapılan müdahaleler de öyle. Ve tabii ki kayyım atamaları ile parti kapatma girişimi de öyle… Muhtemel bir gerilimde Türkiye Kafkasya’da müdahil konumda bulunmayı, Suriye ve Akdeniz’de sorun çıkarma potansiyeli taşıyan bir ülke olmayı hedefliyor. İçerde ise Kürt meselesindeki karşıtlığın yapısal hale gelerek tıkanması isteniyor.
Ne var ki bugünün dünyası sert çözümlere izin vermiyor ve Türkiye dünyaya rağmen bunları gerçekleştirecek güce sahip değil. İç siyaseti dokunulmaz kılmak uğruna savaş arayışı sonuç vermeyebilir, çünkü hem karşı tarafın savaş isteği fazla olmayabilir, hem de ‘dış güçler’ savaşı engelleyebilir. Ama var olan bir savaşa katılmak kolaydır… Ve önümüzdeki dönemde devlet bu yönde siyasete kapı açmaya istekli gözüküyor.
İttihatçılığın ihyası Türkiye’yi yeni bir vizyon ve stratejiye yönlendirmekte… Hedefin Türkiye’yi Kafkasya ve Orta Doğu’da (giderek Asya’ya doğru) bir ‘istikrar ve denge unsuru’ olarak pazarlamak olduğu anlaşılıyor. Rusya’dan kopmamak, Çin’le ilişkileri geliştirmek, Batı’nın çıkarlarını dolaylı olarak savunmak, bu stratejinin temel hatları.
Böylece hem Rusya’yı tehdit olmaktan çıkarmak hem Batı’nın demokrasi alanındaki baskısından kurtulmak, hem de ‘bağımsızlığını’ sürdürmek mümkün diye düşünülebilir. Ayrıca içerde Türkiye’ye muhtaç ama güvenilmez bir Batı imgesini pompalayıp, aynı anda Batı sermayesini yeniden çekmek üzere AB üyeliğini niyet olarak savunma, göstermelik hukuk reformu yapma cinsinden adımlar da bu tabloyu tamamlayacaktır.
Ancak içerdeki ‘demokratik’ adımların devlet açısından hayati olmadığı, göstermelik ve araçsal hamleler olduğunu unutmamak lazım. Yeni İttihatçı vizyonun temeli ‘yurt dışında askeri risk alarak yurtiçini bağımsızlaştırmak’ olarak formüle edilebilir… Beklenti dünyanın bu Türkiye’ye razı olacağı, devletin de toplumu istediği gibi yönetmeye devam edeceğidir…
Şimdi dar siyasetin sorusuna gelelim: Tarihin zor dönemlerinden geçildiğini gören, ayakta kalmak zorunluluğunu hisseden ve belki de buradan güçlenerek çıkma hayalleri kuran bir ‘Devlet’ nasıl bir siyasi iktidar ile çalışmak ister? Tabii ki kolay ilişki kuracağı, pürüz yaşamayacağı, devletin ideolojik bakışını doğrudan politikalara yansıtacak bir iktidarla…
Bu iktidarın parçalı değil bütünsel, iç uyumu sağlam olması tercih sebebidir. Dolayısıyla Devletin ‘müesses’ kişiliğinin önümüzdeki seçimde ağırlığını Cumhur İttifakı’ndan yana koyması şaşırtıcı olmaz. Ancak bu yeni bir pazarlığın yapılmasını gerektirecektir, çünkü bu haliyle iktidar fazlasıyla yıpranmış durumda ve sandıktan galip çıkması garanti değil.
Önümüzdeki süreçte devlet aktörleri ile MHP ve AK Parti arasında yeni bir denge ve zemin oluşturma dinamiğinin işlemesi beklenir. Bütün aktörlerin birbirinden alacağı tavizler var ve bunları büyük ihtimal ordu ve yargıdaki gelişmelerde de izleyeceğiz. Muhtemelen adım adım dindarlığın ahlakla bağının daha da zayıflamasına, ‘yerliliğin’ rant paylaşımına indirgenmesine, milliyetçiliğin toparlayıcı işlevinin artmasına, ‘devletin milli çıkarlarının’ öne çıkmasına tanık olacağız.
Siyasi iktidar bu yaklaşımın yürütücülüğünü üstlenecek ve bu süreçte dış politika konuları gündemi belirleyecek. Çünkü iktidar önümüzdeki seçimi kazanmayı garanti etme ihtimali olan tek stratejinin dış politikadaki tehditler ve başarıların köpürtülmesi olduğunun farkında.
Dış siyaset üzerinden üretilecek atmosferin iç siyasetteki gerilimleri beslemesi hem beklenir hem de teşvik edilecektir. Kürt meselesi bir ‘çıbanbaşı’ olarak belirlenebilir, HDP binasına yapılan son saldırı ve cinayetin ima ettiği üzere öznesi müphem bir tahrik ortamına yol açılabilir… PKK’nın bir süre sonra nasıl tepki vereceği bilinemeyeceği için, bu tahriklerin muhalefeti ne denli etkileyeceğini bilmiyoruz. Ama iktidarın muhalefetin yumuşak karnını hedefleyeceği açık…
Nihayet bu genel vizyon ve stratejinin tamamlayıcısı olarak İçişleri Bakanlığı’nın artan, yayılan ve derinleşen işlevini kayda geçirmek gerekiyor. İttihatçılığın hâkim olduğu dönemde ordu devletin iç işlerinde görev almaktan uzak durmuş, Dahiliye Vekaleti kontrolü ele almış, suç dünyasıyla açık ilişki kurarak ‘vatanı kurtarmaya’ soyunmuştu. İttihatçılığa yeniden dönüldüğü bugün de ordu çeşitli nedenlerle pasif konumda ve Jandarma’yı da içeren İçişleri Bakanlığı ‘asayiş ve güvenlik’ başlığı altına sokulacak her konudan sorumlu. İdeolojik ihtiyaçlar rant imkânları ile örtüştüğü ölçüde bu bakanlık suç örgütleriyle tandem hale geliyor ve ‘terörle mücadele’ adı altında alt iktidar alanları oluşturuyor.
(Bu tablonun yetkin bir analizi için Ali Bayramoğlu’nun Perspektif Dergisi’ne verdiği ve Serbestiyet’te alıntılanan söyleşisine bakılabilir… “Peker’in siyasal figüre dönmesi Türkiye için çok vahim”, 19 Haziran 2021).
İçişleri Bakanlığı’nın ‘devlet içinde devlet’ haline gelmesi, onu Yargı karşısında etkili kılarak, adaletin işlevini belirlemesine, giderek hukuku kadük hale getirmesine neden olmuş durumda. Diğer deyişle her türlü ekonomik faaliyetin ürettiği rant paylaşımları ve el koyma işlemleri İçişleri’nin denetim alanında cereyan etmekte. Nitekim son dönemde iktidarın ana partisi içinde bile çeşitli odakların İçişleri Bakanlığı ile sürtüşmesine, bu odakların kolluk gücü üzerinde Bakanlık dışı nüfuz arayışına tanık olundu.
Toparlarsak, devlet-toplum hiyerarşisinin ve Türk kimliğinin sorgulanamaz ‘kurucu’ hakimiyetinin devam etmesini isteyen, bu nedenle demokrasiden ürken ve Batı’nın da önünde sonunda Türkiye’ye demokrasiyi zorlayacağından emin olan bir devlet var… Eldeki ideolojilerin işe yaramadığını, yüz yıl sonra yeniden başa sarıldığını değerlendiren bir devlet… Dolayısıyla buradan çıkış için İttihatçılığa dönülüyor ve dış politikada yeni bir vizyonun önü açılıyor. Buna göre Türkiye kendi doğusunda bir ‘güven ve istikrar’ unsuru olarak öne çıkabilir ve bunu askeri misyonla başarabilir. Böylece hem Batı’nın koruması sağlanır hem de Batı’nın iç işleyişimize müdahale etmesi engellenebilir. Aynı misyon Türkiye’nin değerini Rusya ve Çin nezdinde de artıracağı için bu durum iki taraflı pazarlık imkânlarını artırır ve Türkiye’nin ‘bağımsızlığı’ garanti edilir…
Teslim edelim ki bu yaklaşımın bir rasyoneli, hatta çekiciliği var… Kimlik endişesinden beslenen dip dalgaya bir yanıt getiriyor. Ekonomi, hukuk ve özgürlük alanındaki bütün yanlışlara karşın seçmene geleceğe uzanan bir kimlik garantisi sunuyor. Ve de bu kimliği günümüz dünyasında, uluslararası gerilimlere oturtarak yeniden tanımlıyor.
Dolayısıyla muhalefetin önündeki ciddi bir sınav… İktidarın dış politikası desteklenirse içerde demokrasi uzak bir hayal haline gelebilir. Öte yandan ‘biz hem bu dış politikayı yürütür hem de demokrasi getiririz’ söylemi çok naif kalabilir, çünkü iktidarın ideolojik pozisyonu kabul edilmiş olur…
Muhalefetin önünde iki yol var: Farklı bir dış politika vizyonu oluşturmak veya demokrasiyi bir üst değer olarak savunmak. Bu iki yol birleşebilir de… Ama kritik olan mesele şu: Her iki yol da ideolojik alternatif sunmayı ima ediyor.
Oysa şu an baktığımızda muhalefetin sadece iktidarın yanlışlarına işaret ederek onu devireceği varsayımıyla hareket ettiği izlenimi ediniliyor. Bu stratejinin işe yaramadığı söylenemez… Gerekli olduğu da açık. Ama iktidar devlet destekli bir yeni gündem üretmeye soyunduğunda acaba ‘yeterli’ olur mu?
Muhalefet iktidarın yanlışlarını vurgulamakla yetinir ve seçimi kazanamazsa Türkiye geriye dönüşü çok zor ve sancılı bir döneme girer. Sistem devletçi bir zeminde tahkim edilebilir, kurumlar bu zeminde yeniden tasarlanabilir, hak ve özgürlükler milli bir çerçeve içine alınabilir…
O nedenle muhalefetin önünde tarihsel bir sorumluluk var. Mesele sadece bu iktidarı indirmek değil, bu devleti de dönüştürecek şekilde yeni bir rejim üretmek. Korkutucu olan, eğer dönüştürme misyonunu idrak edemezse muhalefetin iktidarı devirememesi ihtimalinin de hiç az olmaması…
Dolayısıyla başlıktaki soruya geliyoruz… Muhalefetin ideolojisi ne? Soruyu her birinin ayrı ideolojisi var diye geçiştirmek mümkün. Ama o zaman bu farklı ideolojilere sahip partilerin birlikte nasıl yöneteceklerini anlatmaları lazım. Hangi konularda anlaştıklarını, bu anlaştıkları konuların sınırlarını nasıl çizdiklerini, her birinde gelecek kestirimlerinin ne olduğunu vatandaşların duyması ve duyduğunu inandırıcı bulması lazım.
Seçim anına kadar birlikte davranmama tutumu devam eder, ortak bakış ve aday konusunda ilerleme olmazsa, iktidarın üreteceği kimliksel ve ideolojik duyarlılığı kaşıyan durumlar muhalefetin bir araya gelmesini giderek zorlaştırabilir. ‘Milli Devletin’ bayrak yapıldığı bir ortamda muhalefetin milli duruş çağrısına uyum gösterme eğilimi pasifleşmesine, seçmen nezdinde anlamsızlaşmasına neden olabilir.
Muhalefetin salt parlamenter demokrasiye dönmek üzere bir araya gelmesi ve kendisini başka herhangi bir konuda anlaşmak üzere bağlamaması da bir strateji olarak öne sürülüyor. Saha çalışmaları da halkın çoğunluğunun parlamenter sistemi yeğlediğini ortaya koyuyor. Ne var ki seçim imkânını sadece bu tek madde için kullanmak, siyasette anlaşamıyor olmanın itirafı gibi de okunabilir ve seçmen ülkeye bir gelecek modeli öneren iktidar karşısında muhalefetin konumunu sığ ve hatta riskli bulabilir.
Mesele kolaya kaçmamaktır… İktidarın oyu düşüyor olsa bile buna güvenmeyip yaşanan dönemin tarihsel önemini ıskalamamaktır…
Seçmenin muhalefeti ciddiye alması için dayanabileceği iki alternatif mesaj bulunuyor: Bir, ‘İktidar kendince doğruları yapsa bile ben farklı bir şey yapacağım ve benim yapacağım ülke için daha iyi’; iki, ‘iktidar doğruyu yapamaz çünkü bu bir devlet stratejisi ve devleti dönüştürmeden doğruları yapmak mümkün değil’. Diğer deyişle dönüştürücü bir hedefin seslendirilmesi gerekiyor. İronik olan şu ki, bu duruş ve söylem üretilmedikçe toplumun tepkisinin ölçülmesi de mümkün değil…
Nitekim muhalefet saha çalışmalarında ortaya çıkan seçmen paylaşımından hareketle meseleye bakarsa kendisini kişiliksiz kılacak politikalara mahkûm olabilir. Çünkü yeni bir model sunulmadığı sürece, söz konusu seçmen profili ‘geçmişte var olan arza’ paralel gerçekleşiyor. Muhalefetin yeni bir ‘ürün’ arz etmesi ve onun talebini geliştirmesi gerek. Aksi halde ‘eski ürünü daha iyi üreten’ bir tüccar konumundan ‘girişimciliğe’ (inşa edici bir misyona) geçiş yapamayabilir.
Dolayısıyla işin ciddiyetini kavramayan bir muhalefetin yolunun kısa olacağını öngörmekte yarar var. Seçimleri kazansa bile… Ciddiyet ise son yüzyılı değerlendiren bir alternatif varoluş halinin formüle edilmesini, ideolojik zemine oturtulmasını ve Türk kimliğini bu çerçeve içinde yeniden tanımlamayı gerektiriyor.
Gerçekçi bir beklenti mi? Belki de değil… Ama o zaman iş devletin ve iktidarın yanlış yapmaya devam etmesine, kendi çıkarı için gereken adımları atmaya cesaret edememesine kalıyor. İyi de bu beklenti gerçekçi mi?