[29 Aralık 2020] Çok heyecanlıyım. Samimî ve ulvî bir heyecan duyuyorum. Dün gece BBC’de iki yeni haber okudum. Dünyada yalnız olmadığımızı anladım. İçim açıldı. İnsanlığa güvenim arttı. Ufkum aydınlandı.
Dayanamayıp yazacağım, Osmanlıda devlet ve ölüm konulu yazı dizimi bir iki gün geciktirmek pahasına. Hem bu çok daha önemli. Avrupa’yı (yaklaşmak ne kelime) insan haklarında fersah fersah geçeceğini öğrendiğimiz hukuk reformumuza ışık tutuyor.
Zhang Zhan 37 yaşında. Eskiden avukatmış. Salgın patlak verince, Şubat ayında kalkıp Wuhan’a gitmiş. Sana ne efendim? Üstüne vazife mi? Devlet var ya! Sosyalist devlet, üstelik. Neymiş; “vatandaş gazeteci”ymiş. Yok yahu! Kimin vatandaş, kimin gazeteci olabileceğini ancak Parti bilir. Koronavirüsün çıktığı kente varınca, sokaklarda ve hastanelerde gördükleri hakkında rapor ve makaleler geçmeye başlamış. Haddini bilmez provokatör! Yetkililerce, tabii son derece nâzik ve efendice uyarılmış. Tutmuş, bunu da büküp tehdit edildiğini iddia etmiş. Dezenformasyonu, gerek diğer bağımsız gazetecilerin gözaltına alındığı, gerekse yakınlarını kaybettikleri için hükümet makamlarından hesap sormaya kalkan ailelerin tâciz edildiği gibi hayâsız yalanlar uydurmaya kadar vardırmış. Bir de üstelik hakikatten yanaymış pozuna bürünmüş. “Ben sadece gerçeği belgelemeye çalışıyorum. Gerçeği yansıtamaz mıyım?” tarzı demeçler vermeye yeltenmiş. Güya ülkesini severmiş de geri geri gitmesini istemezmiş. Bütün bunlar ah, ah, bir türlü tam kontrol altına alınamayan sosyal medyada yaygınlık kazanmış.
Eh, büyüklerimizin sabır ve toleransının da bir sınırı var kuşkusuz. 14 Mayıs’ta Bayan Zhang kayboluvermiş ortadan. Bir gün sonra, Wuhan’dan 640 kilometre uzaktaki Şanghay’da gözaltında olduğu açıklanmış. Görüyor musunuz, Çin polisinin âlicenaplığını! Li Zehua, Chen Qiushi ve Fang Bin adlarındaki üç diğer “vatandaş gazeteci” için yaptıkları gibi, en ufak bir bilgi vermeyebilirlerdi, Zhang Zhan hakkında da. Li neden sonra topluma dönmüş ve zorla “karantinada” tutulduğunu anlatmış. Chen polis gözetiminde ailesiyle kalıyormuş. Fang Bin’den ise hiç haber yok. Ama Zhang Zhan kadir kıymet bileceğine, açlık grevine başlamak suretiyle dikbaşlılığının yeni kanıtlarını sunmuş. Güya 24 saat kelepçeli tutuyor ve zorla besliyorlarmış, ağzına tüp dayayıp. Güya çok zayıfmış; sürekli başı dönüyor, karnına ağrılar saplanıyormuş. Güya tek başına tuvalete gidemiyormuş.
Hepsi iftira. Hepsi kara propaganda. Kendi etmiş, kendi bulmuş. Altı ay sonra, Kasım’da hazırlanmış hakkındaki iddianame. Çin hukuku olanca yaratıcılığını konuşturup nefis suçlar icat etmiş Zhang Zhan için. Doğrusu ben bile beğendim; uzman ve uçman hukukçularımız garanti hayran kalır. “WeChat, Twitter ve YouTube [gibi platformlar] üzerinden, sahte bilgiler içeren cep telefonu mesajları ve videolar…” yollamış. “Kavga” aranmış, “karışıklık” çıkarmaya çalışmış. En korkuncu, Wuhan’daki virüs hakkında yabancı medya mecralarına mülâkat vermeyi kabul etmiş. Savcı dört beş yıl hapis istemiş. Mahkeme dört yıl vermiş. Şükretsin. Edepsiz avukatı bunu bile çok bulmuş.
Loujain al-Hathloul 31 yaşında. İki buçuk yıldır hapiste. En sıkı güvenlik koşullarına tâbi bir cezaevinde tutuluyor. Zira günahları çok ama çok büyük. Ne mi yapmış? Şimdi sıkı durun. Yıllar boyu, Suudi kadınlarının araba kullanma hakkının mücadelesini vermiş. Yani olacak şey mi! Aynen Zhang Zhan vakasında olduğu gibi, devlet — ki bu örnekte İslâmî devlet — varken, siz kadınlara ne oluyor? Nitekim Veliaht Prens Muhammed bin Salman, hani şu Cemal Kaşıkçı’yı öldürttüğü iddiasıyla karalanmak istenen asil kişilik, sırf kendi cömertliğinden, 2018’de bu hakkı tanımış (tanınmasını sağlamış) kadınlara. Ama bunun zinhar bir tâviz gibi anlaşılmaması için de, bu muhteşem adıma haftalar kala, Loujain al-Hathloul içeri alınmış.
Haklılar, yerden göğe. En olmayacak şey, mücadeleyle herhangi bir şeyin kazanılabileceği izleniminin doğması. Hele Veliaht Prensimizin büyük reform vaatleriyle ortaya çıktığı bir ortamda, bir de bu yanılsama yaygınlaşırsa, maazallah, neler gelir başımıza! Bu reform sözcüğüne dikkat! Reform ancak ve ancak yukarıdan yapılabilir. Halkın işi değildir bu. Ölçüsünü, nereye varıp varamıyacağını saray belirler. Aksini düşünen varsa, bir yandan reformlar yürürken diğer yandan böyle zındıkların derhal haddini bildirmek gerekir.
İşte Loujain al-Hathloul’un dosyası bu yüzden, ülkenin terör dâvâlarına bakmak için kurulmuş Özel Kriminal Mahkeme’sine (veya Ceza İhtisas Mahkemesi’ne) devredilmiş. Tabii terör; kuşkusuz terör; neler neler var, siz bilmiyorsunuz ama biz görüyoruz bütün iltisak ve irtibatlarını. Kralı ve Prensi zayıflatacak her şey terör örgütlerine yarıyor sonunda. Nitekim Uluslararası Af Örgütü, bu transfere karşı çıkmış Kasım ayında. Kim karşı çıkmış? “Uluslararası” ve de “Af” ve de “Örgütü” karşı çıkmış. Bak bak, arkasında neler var! Bundan âlâ kanıt mı olur? Bir de üstelik, tutuklanmasını izleyen üç ay boyunca güya kimseyle görüştürülmemiş; güya kırbaçlanmış, elektrik verilmiş ve cinsel tâcize uğramış. Güya, işkence gördüğünü söylemezse tahliye vaadinde bulunulmuş. Böyle diyormuş ailesi. Hiç olur mu? Hiç mütedeyyin bir güvenlik teşkilâtı, hele mütedeyyin bir kadına bunları yapar mı? Buna kim inanır? Oldu olacak, bir de çıplak arandığını iddia etselerdi bari. Ama anlaşılan Türkiye’dekiler kadar yüzsüz değiller ki, o kadarına dilleri varmamış.
Özel Kriminal Mahkeme, Suudi Arabistan’a “düşman” örgütlerle temas kurduğunu, ulusal güvenliği zedelemeye ve “yabancı bir gündem”i kabul ettirmeye çalıştığını sabit görmüş, Loujain al-Hathloul’un. Beş yıl sekiz ay hapsine hükmetmiş. Fakat olağanüstü bir şefkat ve merhamet nişanesi olarak, bunun iki yıl on ayını tecil etmiş. Dolayısıyla (zaten iki buçuk yıldır hapiste olduğu da hesaba katıldığında) yılbaşından az sonra çıkabilecekmiş. Böylece bütün dünyaya Suudi Arabistan mahkemelerinin hem bağımsızlığına, hem adaletine dair çok önemli bir mesaj verilmiş. Hem reformlar sürecek, hem siyasî muhalefete hayat hakkı tanınmayacak; petrolü ve doğal gazıyla bölünmez birlik ve bütünlük içindeki Suudi hanedanı, kendi bağımsız kafasıyla, kendi bağımsız yolundan ilerlemeye devam edecekmiş.
Ne güzel tesadüf, tam da Türkiye’de, masum bir kanun teklifi hakkında garip garip tartışmaların yapıldığı bir sırada. İşte, ahlâksız Batıyı bırakıp yüzümüzü dönmemiz gereken Büyük Doğu! Ve tabii işin ucu, İstanbul Sözleşmesi yoluyla bizim kadınlarımızı da şımartıp yoldan çıkarmaya kalkan itaatsizlik teşvikçilerine kadar uzanıyor.