Bazı gerçeklerin içselleştirilmesi zor olabiliyor. Çünkü söz konusu gerçeklerin ima ettiği gelecek işimize gelmediğinde inanmak istemiyoruz. Bilinçdışımızın uyarı mesajlarının üstünü bilincimizle örtüyor, ‘akla uygun’, ‘normal’ gelişmelerin daha olası olduğunu düşünmek istiyoruz.
Kendimizi kandırma süreçlerinin iki türü var. Biri değişmemiş olanı olumlu yönde değişmiş addetmek, ikincisi ise olumsuz yönde değişmiş olanı değişmemiş addetmek. Bu hataların ikisini de Ermeni cemaati Yirminci Yüzyılın başında yaptı. Bir yandan devletin hak ve özgürlüklere daha açık olduğuna inandı… Diğer yandan da yükselen Türk milliyetçiliğinin diğer etnisiteleri olabildiğince ortadan kaldırarak yeni ve kurucu bir kimlik oluşturma peşinde olduğuna inanmakta zorlandı.
Oysa iktidarda olan İttihatçılar savaş koşullarından yararlanarak Süryanileri ve ardından Rumları Anadolu dışına sürmüşlerdi. Henüz beş yıl öncesinde Adana katliamı yaşanmıştı… Doğudaki Ermeniler üzerindeki doğrudan baskılar ve çifte vergilendirme otuz yıldan fazladır sürüyordu. Ama yine de Ermeni halkı ‘bu günlerin geçeceğine’ bel bağladı. Nitekim devlet uygulamalarına karşı silahlanan Taşnak örgütlerinin geniş Ermeni toplumunda siyasi veya ideolojik karşılığı çok azdı. Cemaatin liderliğini yürüten Patrikhane ve sivil yönetim açık şekilde silahlı direnişçilere karşı tutum almıştı. İşin nereye doğru evrildiğini kavradıklarında 1915’in ilkbaharıydı ve artık çok geçti.
Yirminci Yüzyıl başlarında Ermeniler Osmanlı devletinin dünya ile uyumlu, olumlu bir değişim geçirdiğine inandılar ve yanıldılar. Devlete nüfuz eden yeni kimlik ideolojisinin Müslüman Türk kimliği dışında hiçbir kimliğe tahammül göstermeyeceğini göremediler ve yine yanıldılar.
Birkaç hafta önce bir yazıda söylediğim üzere iyimserlik yaşamsal bir gereklilik… Ancak gerçekçiliğe dayanmayan iyimserlik ölümcül olabiliyor.
Tam bir yüzyıl sonrasında tarih bize benzer bir fotoğraf sunuyor. AKP iktidarı (2002-2015) ‘laik Türk’ kimliğini tek meşru varoluş hali olarak gören Kemalist devletin ideolojik tıkanması sonucu doğdu. Türkiye o dönem Avrupa Birliği’ne üye olmaya çalıştı, zorluklara karşı vazgeçmedi ve aynı zamanda Kürt meselesinin çözümüne yönelik bir ‘süreç’ başlattı. Gelişmeler 2013’te doğrudan ‘Çözüm Süreci’ olarak adlandırıldı, PKK ile görüşmeler, karşılıklı adım atma pazarlıkları yaşandı.
İyimserlik zamanıydı. Aynen Ermenilerin 2. Meşrutiyet günlerindeki İttihatçılara yönelik iyimserlikleri gibi… Ortada bir aldatmaca yoktu. Ne geçmişte 1908 İttihatçıları Ermenileri, ne de 2013 AKP’lileri Kürtleri kandırma peşindeydi. Ama arka planda değişmeyen bir dürtü ve o dürtüden kaynaklanan bir devlet tasavvuru vardı.
Savaş koşullarının yarattığı yok olma korkusu (beka meselesi) İttihatçıların otoriter, devletçi ve milliyetçi kanadının partiyi ele geçirmesiyle sonuçlandı. 2015’teki darbe girişimi sonrasında ise devlet Erdoğan üzerinden AKP’nin otoriter, devletçi ve milliyetçi çizgiye gelmesini sağladı.
Söz konusu kırılmanın devamı Ermeniler için bir zulüm, insanlık dışına itilme dönemiydi. Yüz yıl sonrasında Kürtleri de benzer yönelim ve gelişmelerin beklediğini öne sürmek fazlasıyla katı bir determinizm olur. Ancak devletin ve siyasetin zihniyetini görmezden gelmek de fazlasıyla naiflik olabilir. Kürtler Müslüman oldukları için kendilerini azınlık olarak görmeseler de devletin kadim vatan tahayyülünde giderek öyleler. Din birlikteliği etnik asimilasyon için elverişli bir zemin… Eğer asimilasyona direniyorsanız Müslüman olmanızın bir süre sonra devlet nezdinde işlevi kalmayabilir.
İktidarın şu anki uygulamaları (Gergerlioğlu’nun milletvekilliğinin düşürülmesi, HDP’nin kapatılma girişimi, yaygın tutuklamalar) muhtemelen HDP seçmenini daha da tahkim edecek, hatta diğer parti seçmenlerinden gelen sempati ve destek artacak. Ayrıca şu ana dek dindarlıkları öne çıktığı ölçüde AKP’ye yakın duran Kürtlerde de bir yabancılaşma yaşanacak. Velhasıl bu tür adımların iktidar için hiç de ‘akıllıca’ olmadığını düşünebiliriz. Ne var ki İttihatçılığı veri aldığımızda belki de bunlar ‘akıllıca’ işlerdir.
Çünkü İttihatçılık ayrışmadan, kutuplaşmadan, farklılığın keskinleşmesinden beslenir. Siyasetini bu zemin üzerinde meşru kılar. O nedenle ‘hasımlarının’ güçlenmesinden rahatsız olmaz. Yeter ki ‘hasım’ devletin önerdiğinin dışında, farklı bir kimlik olarak sabitleşsin, ‘katılaşsın’ ve tabii azınlık kalsın.
Bu fotoğraf karşısında her kanattan birçok Kürdün iktidarın gücünü bir çözüm imkânı olarak gören ‘iyi niyetini’ yadırgamıyorum… Mağdur psikolojisi ‘olması gerekenden’ hareketle gerçekliğe ilişkin olumlu beklenti üretmeye eğilimlidir. Dünyaya bakıp (bazı istisnalar dışında) demokratikleşme ve özgürleşmenin hayatın akışına uygun olduğunu düşünüyoruz. Modernliğin aşıladığı zımni bir pozitivizmin, ilerlemeciliğin ve dolayısıyla iyimserliğin içinden bakıyoruz.
Kürt meselesinin de ‘böyle’ gidemeyeceğini, kaçınılmaz olarak çözüleceğini umuyoruz. Sanki evrensel normların ağırlaşan baskısı bunu kendiliğinden sağlayacak. Ne var ki bu normlar hem tarihsel dalgalanmaya tâbi hem de korkuların çizdiği sınırlar içinde geçerli. Her çözüm taraflarda kazanmış veya kaybetmiş olma duygusu yaratıyor ve bu ikisinin ağırlığı eşit değil. Kaybetme korkusu kazanma arzusundan hemen her zaman daha baskın. Çünkü ne kazanılacağı belli değilken, kaybedilecek olan (kaybeden için) belli. Hele kazanacak ile kaybedecek olanlar farklı kimlikler olarak tanımlanıyor ve kaybedecekler çoğunluksa, beklenen olumlu ‘çözüm’ hiçbir zaman gelmeyebilir.
Bu tespitten hareketle kötümserliğe kapılmak gerekmez. Ama iyimserliğin gerçekçi bir analize dayandırılması hayati önem taşıyabilir. Bugünkü devlet ve siyaset anlayışının Kürt meselesini özgürlük, eşitlik, adalet ve karşılıklı kabullenme çerçevesinde çözmek gibi bir niyetinin olmadığı açık.
Pragmatik nedenlerle, mecbur kalındığı için çözüme yönelse bile bunun kalıcı olması beklenemez ve Türk kimliğini ‘kıskançlıkla’ taşıyanlarda üreteceği yenilgi hissinin bir süre sonra daha da sert bir tepkiye neden olacağını öngörmek gerekir. Unutmayalım ki devlet bu meseleyi neredeyse iki yüz yıldır çözmeden idare edebilmiş. Birkaç yüzyıl daha niye sürdürmek istemesin? Kendince ‘başarılı’ olmuş… Bu başarı çizgisinden niye ayrılsın?
Geçenlerde Erdoğan “Gururla söylüyorum Suriye’de hiç pozisyon değiştirmedik” derken aslında bu devlet anlayışını itiraf etmekteydi. Çünkü gururla savunulan o pozisyon Kürtleri ‘görmeyen’ bir yaklaşımın uzantısı. Türkiye toplumunun geneli ise devlet için iyi olanın kendisi için de iyi olduğuna inanıyor… Buradan Kürtlerin haklarını teslim eden bir ‘çözüm’ çıkabilir mi?
Bir de “Kürt meselesinin çözülmesi halinde Türkiye’nin bir ‘sıçrama’ yaşayacağı” söylemi var ki maalesef devlet nezdinde tümüyle anlamsız… Çünkü o durumda ‘Türkiye’ devletin tasavvur ettiği Türkiye olmaktan çıkacak. Kimliklerin eşitlendiği, ya da vatandaşlık temelinde ikincil hale geldiği (siyasi ağırlığını kaybedip kültürel zemine çekildiği) bir Türkiye İttihatçılık açısından istenilir bir durum değil.
İttihatçılık devlete bağımlı olan ve vatandaşlığı doğrudan tanımlayan bir Türk/Müslüman kimliğinden taviz vermeyecektir. Söz konusu bütünleşmiş kimlik aynı anda hem Türk hem Müslüman olmayanın yabancılaştırılmasını, tehdit olarak algılanmasını ve ona karşı atılacak her türlü adımın meşrulaştırılmasını ima eder.
Kimliklerin eşitlenmesi ya da kimliklere nötr bir vatandaşlık anlayışı, İttihatçı ideoloji açısından bir kimlik, giderek kişilik kaybı… temel bir eksilme duygusu… dolayısıyla bir yenilgi…
Gerçekçi bir iyimserlik için İttihatçı devlet ve siyasete bel bağlamaktan uzaklaşıp, muhalefetin İttihatçılık dışında demokrat bir perspektifte buluşmasına hizmet etmek lazım. Ancak bu da hiç kolay değil… Muhalefet partileri de aynı tarihin, kültürel atmosferin, kimlik oluşumunun içinden geliyor. O nedenle Kürtlerin aşması gereken demokratik çıta yüksek. Muhalefeti yeni bir vatandaşlığa ikna edecek bir siyasi duruş geliştirmeleri gerekiyor.
“Bu iş niye mağdurun sorumluluğu olsun ki? Asıl egemenin değişmesi gerek” diyebilirsiniz. Ahlaki açıdan haklısınız… Hakkaniyet de bunu gerektirir. Ama hayatın ne ahlakilik ne de hakkaniyet gibi bir meselesi maalesef yok. Öznelerin hayatı çoğu zaman ancak öznelerin sağduyusu sayesinde değişebiliyor. Ve bazen o bile yetmiyor…