Büyükçe ve zengin bir taşra kasabası olan Tarsus’ta doğdum. Türkiye’nin zengin ailelerinden Karamehmetler, Eliyeşiller, Ramazanoğulları, Ekenler Tarsus kökenliydiler. Değişik kimliklerin bir arada yaşadığı çok kültürlü bu şehirde, Türkler, Araplar, İranlılar, Afganlar, Giritliler, Kürtler, çok az da olsa Ermeniler değişik mahallerde ve köylerde iç içe yaşıyorlardı.
İlk ve orta öğretimimi Tarsus’ta bitirdim. Siyasetin yürekten izlendiği bir aile ortamında büyüdüm. Ben ortaokul öğrencisiyken babamla dayım benim geleceğim üzerine sohbet ederlerken, aralarında şöyle bir konuşma geçiyor: Dayım benim milletvekili olarak siyasete yöneleceğimi söylüyor, babam itiraz ediyor, “Hayır o Metin Toker gibi bir gazeteci olacak” diyor.
Babam gazeteci olduğumu göremedi. Onu erken kaybettik.
İstanbul ve Ankara’da ulusal çapta yayın yapan gazeteler o günlerin Tarsus’una o kadar uzaktı ki!
Aradan bunca zaman geçtikten sonra hayat muhasebesi yaptığımda şu sonuca varıyorum: Aslında iki aile büyüğümün ikisinin de tahminlerine yakın bir hayat yaşadım. Bir 68’li olarak, bir “isyanın” ortasında yer aldım. İki askeri darbenin de hedefi haline geldim ve siyasetle uğraşmanın bedelini hapislerde yatarak ödedim. Siyaset hayatımın önemli bir parçası oldu.
Sonunda milletvekili olmadım, gazeteci oldum. Tarsus gibi bir taşra kasabasında o günün koşulları içinde uzaklardaki ulusal gazetelerde yazar olmak, hayalin bile ötesindeydi. Ben gazeteci olarak mesleğimden memnunum.
Evet, gazeteci olarak başıma dertler açıldı. Görüşlerim yüzünden sıkıntılar çektim. Ama bu işi uzun yıllardır yapıyorum.
İlk yazıyı solcu bir haftalık dergiye 1969 yılının Mayıs ayında yazmıştım. Profesyonel olarak gazeteciliğe 1978 yılında başladım. Yani yazarlıkta 50 yılı, profesyonel gazetecilikte 42 yılı geride bıraktım.
Türkiye zor bir ülke. Ben üç askeri darbenin orta yerinde yaşadım. 27 Mayıs 1960 darbesini yaşadığım ortam nedeniyle olumlu buldum. On yıl sonra 12 Mart 1971 darbesinde ben de bir gençlik örgütü yöneticisi olarak tutuklandım. 12 Eylül 1980 müdahalesinde gazeteciydim. Dört yılımı hapiste geçirdikten sonra bir davetle Hamburg’a gittim. İki yılın ardından Türkiye’ye döndüm.
Posta
Askeri darbe sonrası yeniden gazeteciliğe 1992 yılında Cumhuriyet Gazetesi’nde başladım. Radikal, Taraf, yeniden Radikal ve POSTA.
POSTA Gazetesi daha önce çalıştığım gazetelerle kıyaslandığında daha geniş bir okur kitlesine sesleniyordu. Sözüm daha büyük topluluklara ulaşacaktı.
Tabii seçeceğim konular, ifade tarzım farklılaşacak diye düşünmüştüm. Öyle olmadı, POSTA Gazetesi okuruyla kolay diyalog kurabildim. Ülkenin gündemini oluşturan konularda yazmayı sürdürüyorum. Olumlu geri dönüşler alıyorum.
Digital platformların bu kadar hızla yaygınlaştığı, genç kitlelerin yazılı basınla ilişkisinin neredeyse sıfır noktasına kadar düştüğü bir dönemde yazılı basının ayakta kalması gerçekten büyük başarı. POSTA bu konudaki örnek gazetelerden birisi.
POSTA Gazetesi, Emre İskeçeli’in sakin ama dinamik, tempolu ve iyimser önderliğiyle bir grup yaratıcı insanın emeğinin ürünü olarak kitlelere ulaşıyor.
Özellikle sokağa çıkma yasaklarının devam ettiği, salgın nedeniyle insanların evlere kapandığı ortamda, gazetelerin okura ulaşmasının imkansızlaştığı koşullarda POSTA ekibi olağanüstü bir çabayla Türkiye’nin dört bir yanına ulaşıyor.
POSTA, bir kitle gazetesi. Her türden okura seslenebilen, daha çok umudu öne çıkaran, felaketten değil başarıdan yana bir yayıncılık çizgisi tutturan etkin ve önemli bir gazete.
POSTA’yı iyimserliği nedeniyle seviyorum. Benim iyimserliğimle uyuşmasından da çok hoşlanıyorum.
POSTA’yı çalışkan ekibi nedeniyle seviyorum.
POSTA’yı, yazılı basının başarılı bir örneği olarak seviyorum.
POSTA’yı 25 yıldır ayakta tutan, bugünlere ulaşmasında emeği geçen herkese teşekkür ediyorum.
Daha çok gidecek yolumuz var…