12 Ekim’de yayımlanan ‘Makbul olmayan dindar kadınlar’ başlıklı yazımdan sonra, ailece bir covid pozitif dönemi yaşadığımız için, maalesef yazmaya epeyce ara vermek durumunda kaldım, kusura bakmayın lütfen. Öncelikle sağlık ekipleri tarafından sıkı bir şekilde takibe alındığımızı ve bu takibin karantina süreci boyunca devam ettiğini söylemem gerek. Allah’a çok şükür hastaneye yatmayı gerektirecek bir durum oluşmasa da, halsizlik ve öksürük kısmının zorlayıcı olduğunu söyleyebilirim. Kardeşlerimizin, dostlarımızın, akrabalarımızın destek telefonları, eve yemek yapıp göndermeleri, hekim arkadaşlarımızın ihtimamları, komşularımızın kapımıza ihtiyaç duyabileceğimizi düşündükleri gıdalar bırakmaları, genç arkadaşlarımızın eczane, market alışverişlerini yapmaları gibi türlü jestler arasında bu süreci geçirdik. Hâlâ tam olarak iyileşmesek de, hastalıkta önemli bir merhaleyi geride bıraktık. Bu süreçte dinlenmek, ada çayı, C vitamini takviyesi gibi şeylerin yanı sıra, dostların sesi ve duasının da insana çok iyi geldiğini belirtmek istiyorum.
Bu arada, benim için üzücü bir haber de, Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesi için koştururken, bir süre yollarımızın kesiştiği Markar Esayan’ın vefat ettiğini öğrenmek oldu. Hasta olduğunu bilmiyordum, çok üzüldüm. Allah rahmet eylesin, diyorum. Bu vesileyle de, neredeyse her gayrimüslim cenazenin arkasından yapılan “Müslüman olmayanlara rahmet dilenir mi?” tartışmasından artık utandığımı ve usandığımı belirtmek istiyorum. Ölen kişi kendi dininin adetlerine göre anılmak istemişse, ona o şekilde davranmak boynumuzun borcudur. Yani kendisi Müslüman terminolojiden uzak kalmak istiyorsa, saygı duymamız gerekir. Bir Müslüman da, o cenazenin ardından kendi uygun bulduğu şekilde taziyesini dile getirebilir, dua edebilir, ona da bir sözümüz olamaz. Ancak, bu konuda sürekli başkalarına müdahale ederek, yok öyle denmez böyle denir muhabbetini yapanlara, ‘el insaf!’ diyorum artık, ‘el-insaf!’. Markar, ölen kendi Ermeni dostlarına da Allah’tan rahmet dileyen, mekanı cennet olsun diye dua eden biriydi, o yüzden böyle anılmayı ve dualanmayı da isterdi diye düşünüyorum: ‘Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun!’
‘Makbul olmayan dindar kadınlar’ yazımı okuyan ilahiyatçı arkadaşlarımdan destek mesajları aldım, bizi o günlere geri götürdün dediler. Aslında yaşadığımız baskı büyük olsa da, güçlü arkadaşlıklar, gençliğin deli rüzgarları, neşesi ve gamsızlığı belki de ortamın ağırlığını hafifletiyordu diye düşündüm bir yandan da. Kendilerinden beklenen sessiz gölgeler olma rolünü, kız kıza çeşitli dayanışma modelleri oluşturarak kısmen deldiklerini de belirtmem gerek. Ancak, okulda yaşadığımız şeyi erkek egemen bir tahakküm biçimi olarak okuyabilmek için daha çok ekmek yememiz gerekiyordu. Çünkü feminist literatür bize Antarktika kıtası kadar uzaktı maalesef. Doktora tezim için kadın konulu hadisleri çalışmaya karar verdiğimde bile bu literatürün varlığından haberdar değildim. O yüzden epey uğraşmak, tabiri caizse debelenmek durumunda kaldım.
Tez süremin sonlarına doğru Fatmagül Berktay’ın ‘Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın’ isimli kitabı karşıma çıktığında — hâlâ o kadar sık başvurulan bir kitap ki, neredeyse kadın ve din ilişkisini konu alan her yazıda atıf alıyor — yolum kuvvetli bir ışıkla aydınlanmış oldu. Tabii ki din konusunda farklı duruşlara sahiptik; ancak o kitap sayesinde feminist literatürle tanışmış oldum. Çok hızlı ve sıkı, ama gene de eksik bir okumayla tezimi yeniden şekillendirdim ve yazdım. Çalışmam, tefsir ve hadis literatürünü oluşturan önemli kaynaklarda belirleyici olan ataerkil yorum geleneğini ve bu gelenek içinde kadınların nasıl değersizleştirilip araşsallaştırıldığını ortaya koyan bir teze dönüştü ki, bu bizim için bile sürpriz oldu. Tez danışmanım Mehmet Hayri Kırbaşoğlu hocam, başka ilahiyatlarda çok zor rastlanır etik bir duruşla, tezimi büyük bir özgürlük içinde yazmama olanak tanıdı. Zaten olması gereken bu, diyebilirsiniz; ama kadın konusunda çalışan başka akademisyenlere yapılan müdahaleleri gördükçe, dini akademide işlerin hiç de öyle etik kurallarla işlemediğini ve hocamın bu anlamda gerçekten zor olanı başardığını söylemem gerek.
Tez savunmam büyük anfide yapılmıştı ve neredeyse boş bir koltuk yoktu. Savunma bittiğinde bazı akademisyen arkadaşlarımın bir yandan beni tebrik ederken, bir yandan da ‘tepkisel’ bir tez yazdığımı ileri sürerek, daha bir satırını bile okumadıkları bir çalışmayı gayet küçümseyici ifadelerle eleştirdiklerine şahit oldum. Evet, tezimde yer alan bulgulara, tespitlere ‘yalan bunlar, doğru değil!’ diyemedikleri ve kendi içlerindeki ataerkil tahakkümcü benlikleriyle yüzleşmeye cesaret edemedikleri için, çalışmamı küçümsemeyi, önemsizleştirmeyi, hattâ daha sonraları ‘zamanın ruhuna uygun piyasa işi bir şey’ yapmakla suçlamayı tercih ettiler. Fakat o zamanlar İslamiyat adlı, alanında çığır açıcı dergiyi çıkaran ekipteki arkadaşlarım meselenin farkındaydı ve tezim kitap olarak yayınlandı. İlk heves, merak edip Diyanet Vakfı’nın kitap satış bürosuna gittim, kitabı sordum, yoktu. Daha sonra birkaç kez daha uğradım, gene yoktu. Sonra bu işleri bilen bir arkadaştan bu konuda bir karar alındığını öğrendim, kitabıma ambargo koymuşlardı. Zamanla başkalarının da kitabımı satmadığını öğrendim. Ancak, tezimi basan o zamanki adıyla Kitabiyat yayınevinin oluşturduğu temsilcilikler sayesinde kitap okuyucusuna ulaştı.
Bana ve yayınevine gelen pek çok geri dönüş sayesinde, kadınların kendi dini tecrübelerinde ‘yanlış ve kötü bir şey’ olarak hissettikleri ama adını koyamadıkları o şeyin, yani ataerkil yaklaşımın dini literatürdeki etkilerinin analiz edilmesinden mutlu olduklarını öğrendik. Sonra mesele dallanıp budaklandı tabii ki. Dinin aterkil yorumlarının yanı sıra, dinin ana kaynaklarının ataerkillikle ne şekilde ilişkili olduğu da tartışma konuları arasına girdi. Bu tartışmalar, kadınları din hakkında düşünür, tartışır, itiraz eder konuma getirdiği ve bu açılardan feminizmle de irtibata soktuğu için tekinsiz bulundu ve tehdit olarak algılandı. Ancak 2000’li yıllar, bin yıl sürmesi murad edilen 28 Şubat darbesinin baskılarına rağmen, bugüne kıyasla çok daha fazla şeyin konuşulup tartışılabildiği zamanlardı. Dindar kadınlar da, hem kendi aralarında, hem diğer kadın örgütleriyle birlikte, hem de kamuoyunda pek çok şey konuştular, tartıştılar. Zor ama umutlu olmak bakımından güzel günlerdi; başka bir gün de bu konuşmaları yazarım inşallah…