İdeolojilerin cazibesi dünyayı, geçmişi, yaşamakta olduğumuz günün gerçekliğini, hatta geleceği tutarlı önermelere dayanarak anlamlandırıp açıklaması. Diğer deyişle ideolojiler bize biz ve çevremizle ilgili bir ‘hikâye’ anlatır. O hikâyenin içinden baktığımızda her şey bize daha anlaşılır gözükür, ‘kesin doğrulara’ ulaştığımızı düşünürüz ve daha özgüvenli oluruz.
Gerçeği ‘bilme’ duygusu insanın ihtiyaç duyduğu bir zihin hali… Her ‘başarılı’ ideoloji bunu gerçekleştirirken, insanları ortak bir algıda buluşturma, mobilize etme ve kalıcı olma nitelikleri geliştirir.
Kemalizm’in böyle bir hedefle yola çıktığı veya savunucularının hedefinin bu olduğu açık. Nitekim bugün laik kesimin önemli kısmının kendisini Kemalizm içinde tarif ettiğini gözlemliyoruz. Öte yandan bu grup toplumun ufak bir bölümü… Görünen o ki Kemalizm ancak belirli bir cemaat üretebildiği oranda zihinlere yerleşti.
Öte yandan bu ideolojinin önemli bir özelliği var: Fikriyatın kaynağı olarak atıfta bulunulan kişi aynı zamanda bu ülkenin kurucusu. Bir savaş sonrasında bağımsızlığını elde etmiş bir ülkenin… Dolayısıyla Mustafa Kemal’in etki alanı Kemalizm’den çok daha geniş. Muhafazakârlar bu katkısından dolayı Mustafa Kemal’e şükran duyuyor ve çoğunlukla benimsiyorlar.
Ama bu onların Kemalist olduğunu göstermiyor. Aksine muhafazakârlar Mustafa Kemal’e bağlılık duydukları ölçüde Kemalist olma zorunluluğundan kurtuluyorlar. Böylece geniş bir Mustafa Kemal övgüsü, yüceltmesi sayesinde Kemalizm’in etkisini sınırlı tutan bir eklektik ‘yan yana’ varoluş hali mümkün oluyor.
Dolayısıyla Mustafa Kemal’i mitleştirme eğiliminin toplum için çok uygun bir adaptasyon yolu olduğu öne sürülebilir. Aksi halde olur olmaz her yere heykelinin konması, yol kavşaklarına bile ‘ad’ olarak verilmesi, okullarda bir tür ‘ibadet’ yeri düzenlemesine konu olması ve Kemalizm’i ideoloji olarak reddedenlerin bile bunu doğal karşılamalarını açıklamak zordur.
Mustafa Kemal’in adı ile bütünleşmesi Kemalizm’i bir ideoloji olarak irdelemeyi ve bu arada başarılı olup olmadığını saptamayı zorlaştırıyor. Üstelik ilave bir unsur var: Tek parti dönemi ve sonrasındaki vesayet düzeni Kemalizm’i ideoloji olmanın ötesine taşıyarak siyasi bir eylem programına dönüştürüyor.
Denebilir ki, Kemalizm nasıl bir taraftan Mustafa Kemal’in şahsına bağ kuruyorsa, diğer taraftan da Cumhuriyet Türkiye’sinin rejimi ile bağlantılı olarak işlev kazanıyor. Böylece Kemalizm dendiğinde bir sacayağı anlamak gerekiyor: Kişi-fikriyat-program.
İlginç olan nokta zaman içinde ilk bağın zayıflayıp, ikincinin güçlenmesi. Liderin kişiliği herkesin ortak noktada buluşmasına neden olan bir sembol. Fikriyat ise epeyce sığ bir bilimcilikle dar ve yaptırımcı bir modernlik anlayışının bileşkesi. Ne var ki giderek yüceltilen bir sembolün, fazlasıyla yüzeysel bir fikriyatla yan yana sunulması açıkça itiraf edilemeyen ‘sıkıntılı’ bir durum…
Buna karşılık aynı yüzeysel fikriyatın, iktidarın gücüne yaslanarak bir eylem programının pragmatik ve yönlendirici referansı haline gelmesi doğal bir gelişme. Çünkü eylem programı ‘yürütücülerin’ fikriyatı devralmasını ve uygulamalar içinden şekillendirip yeniden tanımlamasını sağlıyor. Bu ise yönetime ilave güç ve nüfuz kazandırıyor…
Bu durumda Kemalizm’e asıl damgasını vuranın, onun adına yürütülen eylem programı olduğunu öne sürebiliriz. Söz konusu eylem programının hedeflerini ise şöyle özetlemek mümkün: 1) Müslüman dindarların laikleştirilmesi, 2) Toplumun bütününün Türk kimliğini sahiplenmesi, 3) Batılı anlamda bir modernliğin üretilmesi, 4) Devletçiliğin hâkim kılınması, 5) Bu hedefleri sahiplenecek bir vesayet sisteminin ‘rejim’ haline getirilmesi.
Bu çerçeve içinde ‘yurtta sulh cihanda sulh’ veya ‘köylü velinimetimizdir’ türünden akideler sadece hamasi eklemlenmeler… Nitekim ülke içinde barışın hiçbir zaman tesis edilemediği, yurt dışındaki barışla da zorunlu hale gelmedikçe ilgilenilmediği bir yüzyıl yaşandı. Köylülük ise ancak küresel dinamiklerin itelediği oranda değişti ve çeperden merkezi devlete katma değer aktarımı sürdü.
Gerektiğinde söz edilen ‘demokrasinin’ benimsenmesi ve uygulanmasına yönelik söylemin de herhangi bir ciddiyet ve derinliği yoktu. Kemalizm’in demokrasi korkusu, modernlik adına benimsenir gözüken zorunlu demokratikleşme adımlarına kıyasla daima ağır bastı ve ‘esas’ gerçekliği oluşturdu.
Kemalizm açıkça otoriter zihniyete dayanan bir ideolojik eylem programı… Gerçekliği ve doğruları ‘bildiğini’ varsayarak belirli bir yaşam tarzını, düşünme biçimini, kimlik sahiplenmesini ve geçmiş tasavvurunu halka empoze ederek, insanları Devletin uzantısı şeklinde ‘vatandaşlaştırmayı’ amaçladı. Böylece rejimin kalıcı olmasını garanti altına alan bir yönetim mantığını kurumsallaştırmak istedi. Toplumu homojen bir bütün, devlet/toplum ilişkisini ise hiyerarşik bir yönlendirme sistemi olarak tasavvur etti.
Fikriyatın dayandığı zihniyet ile üretilen hedefler arasında güçlü bir uyum vardı. Dolayısıyla Kemalizm’in başarısını ölçmek için söz konusu 5 hedefin ne denli gerçekleştiğine bakmak büyük ölçüde yeterli.
Birincisi, Müslüman (esas olarak Sünni) dindarların laikleşmesi gerçekleşmedi. Dindarlar zihinsel olarak sekülerleşti ama dindarlıktan kopmayıp, inançlarını gündelik hayatın gerekleri çerçevesinde yeniden tanımladılar. Diğer deyişle dindarlık değişti ama dindarlar Kemalizm’in hayal ettiği gibi laikleşmedi. Devletin baskıcı pratiği dindarlığı kamusal alanın dışına itse de yok etmedi ve onun daha ihtiraslı bir sosyolojik dalga halinde siyasete damga vurmasıyla sonuçlandı.
İkinci olarak Kürtler ortak bir Türklüğe doğru adım atmadı. Aksine Kürtlük bilinci ve bu bilince yaslanan talepler daha belirginleşti. Bu süreçte devletin ve genelde Türklerin kendi kimliklerini dışlayıcı bir baskı unsuru olarak kullanmaları etkili oldu. Türklük hiçbir zaman vatandaşlığın ortak zeminini ifade etmedi. Etnik vurgusunu taşıdı ve devlet her fırsatta kimliksel farklılığı ayrımcı siyasetin gerekçesi haline getirdi. Sonuçta Kürtler ‘Türkleşmesi’ mümkün olmayan bir toplum haline geldiler. Günümüzde benzer bir hissiyatın Boşnak, Çeçen, Çerkez ve diğer kimlik sahiplerinde de geliştiği görülüyor.
Üçüncüsü, Türkiye hiçbir zaman Batılı anlamda modern bir ülke olamadı. Bunun için relativist zihniyetin benimsenmesi ve hayata geçirilmesi gerekiyordu ama aynen Osmanlı’da olduğu gibi Cumhuriyet de bu zihniyetin ima ettiği bireysellik ve özgürlükçülükten hoşlanmadı. Kurumlar geçmişten gelen alışkanlıklarını ve kültürel dokularını aynen sürdürdü. Değişen tek şey yeni mobilizasyon kanallarının açılması yanında, halkın (kültürsüzleşme pahasına) teknolojiye ve gündelik hayatın koşullarına adaptasyonu oldu. Kentleşme giderek çarpıklaştı, estetik kaygılar anlamsızlaştı ve talan mantığına dayalı bir çevre kullanımı sıradanlaştı. (Oysa 20. Yüzyılın başında Anadolu’nun neredeyse bütün kentleri ‘şehir’ olma vasfını daha fazla taşımaktaydı.)
Dördüncü nokta, yani devletçiliğin hakimiyeti Kemalizm’in başarılı sayılabileceği bir alan olsa da, baştaki tahayyül yanında cılız kaldı, ideolojik ve toplumsal koalisyonlarla yürütülebildi ve giderek yozlaşmanın ana zeminini oluşturdu. Bu anlamda devletçilik toplumun bünyesini ‘kemiren’ bir nitelik haline geldi. Devletin hem kadro hem de ‘akıl’ açısından bugünlere taşıdığı yeteneksizlik, çapsızlık ve içselleşmiş cehalet, ülkenin önündeki en büyük ayak bağı haline geldi.
Nihayet beşinci hedef açısından da Kemalizm’in havlu attığı açıkça görülüyor. Sıcak ve soğuk savaş ortamlarından yararlanılarak yürütülen vesayetçi rejimin, normalleşme atmosferinde etkisini sürdüremediği ortaya çıktı. Ordunun ideolojik referans ve rejimin sahipliği statüsü geri gelmeyecek şekilde yıprandı. Son yıllarda vesayetin sürmesi adına hukukun ve medyanın araçsallaştırılması ve ardından gelen düpedüz (meşruiyet kaygısı taşımayan) oportünist uygulamalar rejimi neredeyse tanımlanamaz kıldı. Bu süreç Türk Silahlı Kuvvetleri’ni siyasileştirdiği ölçüde, farklı siyasetlerin çarpışma alanı haline getirdi ve kurumsal yozlaşmanın önünü açtı. Bugün ‘vesayet’ her güçlünün toplum karşısında kullanabileceği bir yönetim aracı ve ‘Cumhuriyet’ de aslında tam ne olduğu belli olmayan bir rejimin kategorik adı…
Kısacası Kemalizm, Türkiye’yi ileri götürmek bir yana, hayali bir tasavvur adına toplumun doğal gelişimini engelledi. Cemaatsal yapı ve yaklaşım değişmedi, bilimi ve özgün düşünceyi destekleyen bir kültürel zemin oluşmadı, yüzeyselliğin ve hamasetin hâkim olduğu bir sahte dilin kamusal hayatı ele geçirmesine razı olundu, her alanda yozlaşmanın sıradanlaşması bizatihi ‘normalleşme’ sayıldı…
Burada kritik bir unsur yaygınlaşan yozlaşma alışkanlığının ‘dış unsurların etkisiyle’ veya ülkenin ‘iyi ahlaki hamuruna rağmen’ gerçekleşmiş olmadığı… Aksine yozlaşma otoriter rejimin ‘doğal’ niteliklerinin sonucu olarak derinleşti. Kemalizm laikliğin niçin Batı’da bir tür ‘ahlak’ üretebildiğini anlayamadı. Bunun ancak relativist zihniyete dayanan bir ortak kültür zemininde işleyebileceğini göremedi. Türkiye’nin zorla laikleştirilmesinin yeni bir ahlak yaratma açısından yeterli olacağı öngörüldü. Ne var ki Türkiye’nin kültürel zemini ataerkillikten besleniyor… Dolayısıyla ahlak ancak cemaat-içi bir işleve sahip ve cemaatler arası ilişkide ahlaksızlık neredeyse rasyonel bir tutum olarak görülüyor. Kemalist devlet ise cemaatsal fay hatları üzerinde taraf tutucu olmayı mümkün ve meşru kıldı. Böylece devlet ahlaksızlığın bizzat hamiliğini yaptı ve hâlâ da yapıyor.
Bu toplu başarısızlık şaşırtıcı değil. Bizler içinde yaşadığımız ve Mustafa Kemal’e özel anlam atfettiğimiz için, ‘ülkeyi kurtaran’ kişinin ‘ülke için uygun’ gördüğü ideolojinin de başarılı olduğunu düşünme eğilimindeyiz. Oysa dünyanın zihniyet ortamına sanki ‘uymamak’ için uğraşan bir ülkenin, otoriter bir tasavvuru (üstelik ilkel usullerle) zorlayarak başarılı olması zaten beklenemez…
Şimdi yüzüncü kuruluş yılına yaklaşırken (öznel ve nesnel unsurlarıyla bir bütün olarak) Devletin yeniden düşünmesi, bir tercih yapması ya da ‘içgüdülerine’ dönmesi beklenir. Kemalizm’in işlevini bitirdiği, eylem programının etkisiz kaldığı ama hayatın devam ettiği şu noktada acaba hangi yola girilecek?
Toplumsal sahiplenme yaratacak şekilde bireyselleşme ve özgürleşmeye, karşılıklı sorumluluğa açık bir rasyonelleşmeye doğru mu gidilecek? Yoksa Kemalizm’in öncesine dönülerek, toplumsal bilinçaltının iteklediği ergenlik halinin rahatlığı içinde, bir başka arkaik ‘kurtarıcı’ ideolojiye sarılmaya mı?