“Demek insanlar buraya yaşamaya geliyorlar, bana daha çok burada ölünür gibi geliyor.”
Rilke’nin tek romanı olan “Malte Lauridis Bridge’nin Notları”nın ünlü giriş cümlesinde sözü edilen yer, Paris. Sen nehrinin şehri Almanların “Jahrhundertswende” dedikleri, imparatorluklarla birlikte insani ve kültürel değerlerin çöküşe geçtiği “yüzyıl dönümü” Avrupa’sında modernitenin de merkez üssü konumunda. Ama çocukluğu kırsalda geçmiş Rilke’ye göre Paris bir ölüm şehriydi. Patates kızartması, tentürdiyot ve korku kokuyordu ve insanların çoğu yaşanmamış bir hayattan ölüyordu.
Kitap Türkçeye ilk kez Behçet Necatigil ve Viyana Üniversitesi’nden Andreas Tietze ikilisi tarafından çevrildi. Romanın ilk baskısı ikisinin imzasıyla yayınlanmasına karşın, sonraki baskılarda Tietze’nin imzası gözükmüyor. Daha sonra Gürsel Aytaç tarafından yeni bir çeviri yapılmış. İngilizce yeniden çevirilerin sayısı ise galiba onu geçiyor. İngilizce çeviriler için edebiyat eleştirmenleri metinlere mercekle bakıyor. Damarlı bir mermer gibi olan metnin bileşimlerinin çevirilerde nasıl işlendiğini inceliyorlar. Modern edebiyatın bu baş yapıtı her dilde sonsuza kadar çevrilmeye devam edecek.
Kitap şimdi masamda ve uzun süre ara verdiğim için çeviri disiplinimi tekrar oturtmak çok kolay olmadı, ama buna mecburum, çünkü yayınevi bir an önce kitabı bekliyor. Bazıları, Rilke’nin hastalığı, ölümü, yalnızlığı, kenara atılmışlığı anlattığı bu kitapla iç içe geçmenin şu korona günlerinde sıkıntılı bir şey olduğunu düşünebilir. Öyle değil, tam tersi. Daha kitabın başında Rilke “Görmeyi öğreniyorum/Ich lerne sehen” derken aslında görmeyi öğretmeye de başlıyor. “Şu anda kötü gidiyor. Ama vaktimi iyi değerlendirmek istiyorum. Örneğin ne kadar çok insan yüzü olduğunun hiç farkına varmamıştım. Bir yığın insan var, ama her birinde birkaç tane olduğu için yüzler daha fazla.” Şimdilik benimki de kötü gidiyor. Sanırım zamanla daha da açılırım. Çünkü günlük yaşam eskisi gibi değil ve Büyükada’da mahsur kaldığım şu günlerde gözlem yeteneğimin daha da gelişeceğini düşünüyorum. Rilke’yi çevirmenin böyle bir döneme rast gelmesi aslında bir şans.
Pandemiyle birlikte adalardaki insan yüzlerine yenileri eklendi. Adalar kurtarılmış bölge olduğu için yazlıkçılarından da kalanlar oldu, ayrıca bayağı yeni yerleşen var. Yeni yerleşenlerin büyük bir çoğunluğu İstanbullular ve onların da öteki adalılar gibi herhangi bir şekilde yolu doğudan göçerek adaya yerleşen Kürtlerle kesişti. Bu uzun zamandır böyle, ama artık Kartal’dan usta getirmek, ya da ada dışında başka bir yerden hizmet almak kolay değil. Eve suyu getiren, bozulan musluğu tamir eden, bahçeyi belleyen, karşı evin damında gördüğünüz çatı ustası ve esnafın da büyük çoğunluğu Kürtler. Belediye Başkanı Erdem Gül seçildikten kısa bir süre sonra iskelenin karşısı yeme içme standlarıyla döşendi. Fazla rağbet gördüğünü söyleyemem, ama Büyükada’nın merkezinde bir hafta kadar kebap kokularını soluduk. Buna kızanlar oldu, çünkü adanın bir kültürü vardı ve kebap bu kültüre dahil değildi. “Ev sahibi ve yabancı” ilişkisi adada çok belirgin ve ev sahibi rolü yalnızca Kürtlere karşı değil, yeni gelen herkese karşı az biraz da olsa oynanıyor. Arapları hiç konuşmayalım, onların durumuna tam oturan sözcük Almanca: Fremdkörper. Yabancı madde, bünyeye yabancı diye çevrilebilir. “Ah eski ada” diyenler, ada kültürüne uyum pırıltısı taşımayan herkesi tehdit olarak görüyorlar.
Kürtlerin bölgeleri, sokakları farklı, genellikle tepelerde oturuyorlar ve aralarında da ciddi bir dayanışma var. Mesela bizim Vanlı bahçıvan, yandaki evde oturan Kürt aile babasının bahçesinde yetiştirdiği sebzelere gölge yapmasın diye, bizim hiç fikrimizi almadan erik ağacını kesti. Herhalde yöneticiyi ikna etmişti. Herkes çok kızdı, ben de kızdım, ama sonra aile babasını tutkuyla toprakla çalışıyor görünce kızmaktan vazgeçtim. Bahçeye bir de kümes yaptı, boy boy beş çocuğu horozları, tavukları kucaklayıp onlarla oynadılar. Sokakta köpeklerin havlamasına bir de horozların sesi eklendi. Doğalgazı olmayan yazlıkçıların evlerinden soba dumanları da savrulunca, ada bir Ege kasabasına benzedi.
Dördü kız, beş çocuklu ailede anne incecik, tülbentli, güzel bir Kürt kadını. Sürekli çamaşır asıp, çamaşır topluyor, elinde elektrik süpürgesiyle her gün tüm evi balkona kadar süpürüyor. Arada bir balkonun parmaklıklarından eğilip sokakta oynayan çocuklarını kolluyor. Birinci dalgada evlerinden hiç misafir eksik olmadı. Uzun etekli, tülbentli kadınlar balkona sıkışarak oturdular, ortak tabaktan bir şeyler yediler. Baba, hafta sonu yasaklarında bahçenin önündeki kaldırımın üstüne bir masayla semaver koydu, erkek misafirler de onun etrafında toplandılar. Maske yok, mesafe yok, her şey ortak, sohbeti baki.
Oradakileri başka bir yerde bir daha görsem belki tanımam. Ama sağ kolunun dirsekten aşağısı olmayan adamı unutmak mümkün değil. Onu daha sonra karşımdaki evin balkonunda görünce uzun süre boş kalan evin yeni kiracısı olduğunu anladım. Yanında ufak tefek zayıf bir kadın çamaşır asıyordu. Belki başını örttüğü için önce fark etmemiştim, kemoterapi görüyordu ve başı çıplaktı. Birinin kolu, ötekinin saçları yoktu, balkonda birlikte sigara içiyorlardı.
Yaz gecelerinde değil tabii ama kışın buralar çok sessiz oluyor. Hele yasakların olduğu şu korona günlerinde, geceleri, ortalığı Rilke’nin bir yangın anına benzettiği “O korkunç gümbürtüyü bekler gibi” bir sessizlik kaplıyor. Ve gece saat on ikiden sonra ışığı yanan tek pencere benimki. Ben bu sessiz saatlerde genellikle bilgisayar başında oluyorum.
Yılbaşının ertesinde, saati tam hatırlamıyorum, gece yarısını geçmiş olmalı, gözlerimi dinlendirmek için kalkıp pencereden baktığımda karşı yakanın kırpık ışıklarını bölen evin bütün lambaları yanıyordu. Bir süre sonra sokakta kırmızı mavi ışıklar dönmeye başladı. Balkona çıktım, bahçe kapısının metalik gıcırtısını, ayak seslerini, fısıltıları duydum, ama sedyeyle gelenin kim olduğunu göremedim. Lambalar ambulans gittikten sonra da sönmedi. İçimdeki şüphe büyüdü. Bilgisayarı kapattım.
Daha sonra o evde uzun süre hiç ışık olmadı. Adada böyle durumlar oluyor, herkesin herhangi bir şekilde karşı yakayla bir bağlantısı var. İkinci evleri oluyor ya da memleketlerine, çocuklarının, anne babalarının evlerine gittikleri için bu pandemi döneminde oturulan evlerden bazıları uzun süre boş kalabiliyor. Galiba ambulansın gelmesinden üç hafta kadar geçmişti, alışverişten dönüyordum, yeni kiracıların alt komşusunu pencereden bir kadınla konuşurken görünce ona doğru yöneldim, biraz hal hatır muhabbetinden sonra, benim hiç bir şey sormama gerek kalmadan komşu “Dikkat etmek lazım, adada yok diyorlar ama, bak yukarıdaki adam atlatamadı” dedi
“Nasıl atlatamadı, tek kolu olmayan mı?”
“Evet o, karı koca birlikte yakalandılar, kadın atlattı, ama adamın ciğerleri hasar görmüştü, o atlatamadı. Televizyonlar da verdi, haberlerde çıktı, internetten ara görürsün.”
Çanakkale Cezaevi 19 Aralık F tipi direnişi sırasında koğuşa atılan çok sayıdaki kimyasal bombalardan biri koluna denk gelmişti, belki de alıp geri atmaya çalışmıştır, kolunu kaybetmesinin nedeni buydu. ODTÜ’de öğrencilikle başlayan davaya adanmış bir yaşam Covid-19’la son bulmuştu. Taksim’de bir basın açıklaması sırasında polis saldırısında yaralanmış ve akciğer zarı yırtılmıştı. Bunun mücadeleyi kaybetmesine neden olduğu sanılıyordu. Ayrıca hastalığı anlaşıldığında evde kalmaya zorlanmış, “mademki telefonda konuşabiliyorsunuz, demek ki durumunuz acil değil” diye oyalanmış, müdahalede geç kalınmıştı.
Bilgi toplamak için internette bayağı gezindim. Bir haberde ölüm orucu gazisinin Kübalı bir devrimciyle “Ben Vefa, sizin dilde Fidel demektir” diyerek tanıştığı anlatılıyordu. Bir konuşmasında da “Kürt halkını savunmak, devrimi savunmaktır” demişti. Leninist olarak ölmüştü, son nefesine kadar devrim ateşi sönmemişti ve dövüşenler ölenlerin yasını tutmayacaktı. Vefat haberinin verildiği bazı sayfalara da Sulh Ceza Mahkemesi erişim yasağı getirdiği için girilemiyordu.
Fotoğraflarda biraz daha yapılı gözüküyor, benim tanıdığım kısa boylu, narin görünüşlü bir adamdı. Direniş kahramanını bahçe düzenlenmesine yardım ederken görmüştüm, tek koluyla kesilen dalları topluyordu. Bir keresinde de beş çocuklu dindar aile babasıyla bahçedeki masada oturmuş sohbet ediyordu.
Ertesi gün yoldan geçerken, ölen adamın eşini balkonda görünce ne diyeceğimi düşünmeden bahçenin parmaklıklarına yönelip, seslendim. Benim klişe taziye ve geçmiş olsun sözlerimden sonra iki büklüm balkondan aşağı doğru eğildi, çok sakin bir sesle “Benim için korkuyorlardı, ama o gitti” dedi. Gerçek bu kadar basitti. Ölüme yakın olanlar süslü laflar etmezler.
Paris’te ölüm fabrikası hastanelere hasta taşıyan buzlu camlı ambulanslar için Rilke “Arkasında fevkalade can çekişmelerin olacağını tahmin etmek mümkün, bunun için bir kapıcının hayal gücü yeter” diyor. “Hayal gücü fazlaysa başka yönlere sapılır, sınırsız tahminlerde bulunulur. Ama ben üstü açık faytonların da geldiğini gördüm, tentesi kaldırılmış, saatle çalışan faytonlar, standart bir tarifeye göre götürüyorlar: Ölümün saati iki Frank.”
Karşı evin balkonundaki kadın başı çıplak, elinde kahveyle balkona çıkıp sigara içmeye devam ediyor. Balkonda gözlerini etrafta gezdirirken bir ara bana doğru bakıyor. Elimi kaldırıp selamlamak istiyorum, ama geç kalıyorum, başını çevirmiş oluyor.
“… az gücümü para gibi topladım ve ellerine bakarken ihtiyacı olursa almasını rica ettim.
Aldı galiba; daha fazla yoktu, ne yapayım.“