24 Haziran 2018 seçimlerinden yakın zamana kadar siyasal gündem, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve/ya Cumhur İttifakının nihai inisiyatifiyle şekilleniyordu. Millet İttifakı 31 Mart yerel seçimlerinde belli başlı büyükşehirleri kazanıp psikolojik üstünlüğü ele geçirmesine rağmen, iktidar tarafından çerçevesi çizilen siyasal alan içerisinde hareket etmeye devam ettiği için Erdoğan ve Cumhur İttifakı siyasal koordinatları belirlemeye devam ediyordu. 2020 yılı boyunca büyük oranda iktidar lehine siyaseti donduran koronavirüs gündemi de iktidar lehine işleyen siyasal statükoyu tahkim etti.
Muhalefetin önüne çıkan fırsatları hakkıyla değerlendirememesi ve iktidara konforlu bir zeminde siyaset yapma imkânı sağlaması dolayısıyla, objektif ve somut kriterler üzerinden bakıldığında demokratikleşmeden ekonomik refaha, hemen hemen her alanda görülen gerileme ve kötüleşmeye rağmen, yakın zamana kadar, muhalefet tabanını genişletemezken iktidar tabanında da beklenen ölçüde bir erime yaşanmıyordu.
İktidar lehine işleyen bu durum, 2021 yılı başından itibaren yavaş ama istikrarlı bir şekilde değişmeye başladı. Ağustos ayından bu yana da iktidar ve muhalefet arasındaki güç dengesini muhalefet lehine değiştirecek bir düzeye erişti. Bu çerçevede, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2002 yılından beri kesintisiz süren iktidar döneminin en ciddi ve kalıcı olma ihtimali yüksek kriziyle karşı karşıya olduğunu söylemek mümkün. Erdoğan’ın önündeki bu önemli kriz, Türkiye siyasetinin de son 20 yılda şahit olduğu en kritik eşik olarak görülebilir. Son 20 yıl içerisinde genel olarak siyaset, özelde de iktidar ve muhalefet birçok yapısal dinamik üzerinden dönüştü ancak ilk defa iktidarın el değiştirme ihtimali bu kadar somut ve yapısal göstergelere kavuşmuş görünüyor.
Öte yandan -erkene alınsa bile- seçimlere en azından bir yıldan fazla bir süre bulunuyor. Bugünkü fotoğraf muhalefet lehine olsa da iktidar ve muhalefetin önümüzdeki dönemde göstereceği performansın bugünkü siyasi zemini etkileme marjı hala yüksek.
Muhalefet mi Kazandı, İktidar mı Kaybetti?
İktidar lehine işleyen siyasal statükoyu bozan esas dinamik, muhalefetin performansı değil; iktidarın yönetim ve siyaset performansının gerilemesi ve bunun yansıması olarak tabanında yaşanmaya başlayan çözülme oldu.
Erdoğan 15 Temmuz darbe teşebbüsü sonrasında yaptığı Cumhur İttifakı, başkanlık sistemi ve güvenlikçi siyaset tercihleriyle adım adım kendi çıkmazını örmüştü. Bu tercihler, rasyonel yönetim dinamiklerini devre dışı bıraktığı ölçüde iktidar performansı ölçümünde başvurulabilecek bütün göstergelerde iktidara yönelik geniş çaplı bir memnuniyetsizlik üretti. Buna karşın iktidar bu memnuniyetsizliği kimlik siyasetinin ürettiği sayısal avantaj, abartılmış güvenlik/beka söylemi ve siyaseti devre dışına çıkarma gibi enstrümanlar üzerinden yönetiyordu.
Muhalefet iktidar için kurgulanan ve artık toplumun gereksinimleriyle de örtüşmeyen, üretilmiş endişelere ve zorlama güvenlikçi politikalara yaslanan bu kurgusal/yapay siyasal alanın dışına çıkmaya, bu siyasete alternatif bir siyaset üretmeye yönelmediği ölçüde, iktidarın idari ve siyasi zaafları beklendiğinden daha uzun bir süre gözlerden kaçabildi.
İktidar yanlış tercihlerle etrafına ördüğü duvarın içerisine hapsolup toplumsal gündemden her geçen gün daha da uzaklaşırken, muhalefet iktidarın siyaset tasarımına anlamlı bir alternatif üretemeden kendi ittifakını korumayı öncelemekle yetinen bir stratejiye tutundu. Muhalefet bu süre boyunca iktidarın siyasal alanını daraltamadığı gibi iktidarın söylem ve politikalarının ürettiği maliyetleri toplumun gündemine taşımada da etkili bir performans gösteremedi. İktidar 31 Mart 2019’dan 2020’nin sonbaharına kadar, muhalefetin herhangi bir baskısına maruz kalmadan konforlu ama toplumsal gündemden kopuk, adım adım kendisini tüketen söylem ve politikalarını sürdürdü.
Cumhurbaşkanı Erdoğan 2020’nin sonbaharında, 15 Temmuz sonrası siyasal denklem üzerinden ülkeyi yönetmeye devam etmenin 2023 seçimlerini riskli hale getirdiğini fark etmiş göründü. ABD’de yönetim değişikliği başta olmak üzere uluslararası dinamiklerde yaşanan kırılmalar, pandeminin iktidar lehine ürettiği koruma kalkanının kalkması, ekonomik krizin derinleşmesi, AK Parti-içi ayrışmalarla muhafazakâr konsolidasyonun bozulması, Kürt seçmenin oy verme dinamiklerinde görülen değişim ve nihayetinde yeni bir iktidar kompozisyonunu riske sokacağı alenileşen oy kaybı Erdoğan’ı “çıkış” bulmaya yönelik bir siyaset arayışına yöneltti.
Bu çerçevede, siyasal statükoyu bozan ilk kırılma, Kasım 2020’de, Erdoğan’ın 2015’ten itibaren bütün siyasi yatırımlarını üzerine bina ettiği Berat Albayrak’ın siyasal sahneden çık(arıl)masıyla yaşandı. Erdoğan bu kritik gelişmeyi birkaç ay boyunca “reform” söylemi üzerinden pozitif bir gündeme dönüştürmeye mesai harcasa da içerde ve dışarda dayanacağı alternatif bir destek bulamadığı gibi parti ve ittifak içi dirençlere de boyun eğmek durumunda kalarak Mart 2021’de reform arzusundan ve söyleminden vazgeçti. 15 Temmuz sonrası siyasetin en önemli sacayakları olan Cumhur İttifakı, başkanlık sistemi ve güvenlikçi paradigma, Erdoğan’ın “çıkış” bulma arayışını sabote etti.
Alexis de Tocqueville’in söylediği gibi “kötü bir hükûmet için en tehlikeli an, hükûmetin yollarını tamir ettiği andır.” Erdoğan’ın “reform” inisiyatifi üzerinden aradığı çıkışı bulamaması, 4 ay boyunca coşkulu bir söylem üzerinden sürdürdüğü çabaların neticelenmemesi, siyasal iradesi üzerinde görünür etkiler bıraktı.
Bu tecrübenin önemli üç yansıması oldu. Reform arayışının başarısız bir şekilde akamete uğraması, öncelikle Erdoğan’ın siyasi iradesini olumsuz etkiledi. Erdoğan, siyasal alanının daraldığını, hamle yapma inisiyatifinin azaldığını, seçeneklerinin sınırlı olduğunu gördü. Mart 2021’deki AK Parti Kongresi’nden başlayarak Erdoğan; pusulasız, kararsız, günü atlatma öncelikli bir görüntü vermeye başladı. Güçlü idari yetkilerini kullanmaya devam etse de siyasi irade ve performans gerektiren konularda sessizliğe bürünmeyi, müdahale etmemeyi tercih etti. Bu dönemde, Erdoğan’ın siyasi oyun kurma kapasitesinde görülen zaafın muhalefet tarafından değerlendirildiğini, muhalefetin bu siyasi boşluğu doldurduğunu söylemek de zor.
Sonuçsuz kalan reform arayışının ilk yansıması Erdoğan’ın iradesine yönelik iken, ikinci yansıma Erdoğan algısıyla ilişkiliydi. AK Partili olan-olmayan bütün siyasi çevrelerde, Erdoğan’ın siyasi çıkış bulma, oyun kurma, siyaset geliştirme maharetine yönelik öngörüler sorgulanmaya başlandı. Erdoğan’ın karizmatik liderliğinin en önemli unsurlarından birinin aksamaya başladığı görüldü. Bu gözlem, muhalefeti cesaretlendirirken, AK Partili çevrelerin de inancını zedeledi. Reform arayışının başarısız bir şekilde akamete uğramasının üçüncü yansıması, bu dönemde, Erdoğan’ın ve AK Parti’nin oy oranında yaşanan 2-3 puanlık düşüş oldu.
Reform gündeminden sonra iktidar aleyhine yaşanan ikinci kırılma, Mayıs ve Haziran aylarında tek başına gündem belirleyen Sedat Peker’in ifşaatlarıyla yaşandı. İki aya yakın bir süre boyunca, birbirinden vahim iddialarla iktidarı, bürokrasiyi ve siyaseti sarsan Peker’e, AK Parti-içi gelecek senaryolarına yapacağı/yaptığı muhtemel etki dolayısıyla sessiz kalındıktan sonra, maksadın hasıl olduğu ve Erdoğan’a da zarar vermeye yönelebileceği öngörüsüyle müdahale edildi. Peker, somut ve görünür bir adli-idari-siyasi sonuç doğurmamış görünse de pek çok açıdan siyaseti etkiledi. Erdoğan, Peker üzerinden siyasi projeksiyonları tadil etme imkânı bulsa bile Peker’in dile getirdiği vahim iddiaların kamu vicdanında aklanmaması dolayısıyla büyük zarar gördü. İktidarın Peker ve iddiaları karşısında sendelemesi toplumsal ve siyasal muhalefeti cesaretlendirdi.
Ağustos ayında, orman yangınlarıyla mücadelede görülen idari ve siyasi zaaflar, Peker gündeminin iktidar algısında ürettiği bozulmayı tahkim etti. İklim değişimi dolayısıyla öngörülen ve birçok ülkede de örnekleri görülen yaygın ve beklenmedik orman yangınlarına müdahale etmeye yönelik teknik hazırlıkların yapılmamış olması, yangınlara müdahalede görünürleşen koordinasyonsuzluk, yönetim zaafını örtmek üzere toplumsal kaosu tetikleme riskinin göze alınabilmesi ve en nihayetinde Erdoğan’ın Marmaris ziyaretindeki duygudaşlık ve gerçeklik kaybı iktidarın topyekûn sorgulanmasına, bir süredir farklı münferit olaylar üzerinden görülen zaafların kristalize olmasına yol açtı. Bu dönemde Erdoğan, AK Parti ve ittifak oylarında 2-3 puanlık bir düşüş daha yaşandı.
Reform arayışı siyasi elitlerde, Peker ve orman yangınları gündemlerinin yönetilme biçimi ise toplumun genelinde Erdoğan’a yönelik algıyı olumsuz etkiledi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir yıl önce, yaşanan gelişmelerin 2023 seçimlerini kazanma riski doğurduğunu görerek siyaset değişikliğine ihtiyaç duydu, ancak geçen bir yıllık süre içerisinde, mevcut siyasal cendereden çıkamayacağını gösterdiği ölçüde hem siyasi çevreler hem de toplum nezdinde siyasi irade ve kapasitesinin sorgulanmasına davetiye çıkardı.
Cumhur İttifakını dindar-muhafazakâr (Saadet Partisi) ve milliyetçi (İYİ Parti) eksenler üzerinden genişletmeye çalıştı, sonuç alamadı. Millet İttifakını zayıflatmak ve/ya ayrıştırmak üzere pek çok hamle gerçekleştirdi, başaramadı. Siyasi hamlelerden sonuç almadıkça seçim yasası gibi mühendislik hamlelerine yöneldi, ancak geçen bir yıllık sürede MHP ile yürütülen çalışmalar, her iki partinin önceliklerindeki farklılıklar dolayısıyla somut bir noktaya varamadı. Seçim barajını yüzde 7’ye düşürmeye indirgenen tasarının Meclis’e gelme tarihi sürekli ertelendi, son zamanlarda ise tamamen rafa kaldırma seçeneği konuşulmaya başlandı. Dış politikada ABD ve AB eksenini güçlendirmeyi hedefleyen söylemsel çabalar, Rusya ile ilişkilerin derinleşmesiyle neticelendi. Dış politikada stratejik yönelimi net olmayan zikzaklar rotasızlık ve öngörülebilirlik krizini derinleştirdi. Ekonomik krizin etkilerini hafifletmeye yönelik mükerrer kadro ve politika değişimi ekonomik krizin daha da derinleşmesiyle devam ediyor.
Dolayısıyla, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kasım 2020’den bu yana, sürdürdüğü çabalarla siyasi çıkış üretme hedefine ulaşamadığı gibi iktidarı lehine işleyen statükonun bozulmasını hızlandırdı. İnşa edildiği dönemde toplumun tehdit algısıyla örtüştüğü ölçüde işlev gören 15 Temmuz sonrası siyasal düzeni, sahici tehditler büyük ölçüde ortadan kalktığı halde üretilmiş tehditlerle sürdürmeye çalışıp, bu siyasal düzenin esas dinamiklerine dokunmadan ürkek yoklamalarla palyatif çözümler üzerinden çıkış aramak Erdoğan’ın kaybını hızlandırdı.
Sonuç, güç dengesinin adım adım muhalefet lehine değişmesi oldu. Güç dengesinin muhalefet lehine bozulduğunu iki gösterge üzerinden izlemek mümkün. İlk olarak, oy oranı itibarıyla muhalefet ile iktidar arasındaki dengede avantaj muhalefete geçti, iktidarın mevcut oy oranıyla önümüzdeki seçimleri kazanma ihtimali oldukça güçleşti. İkinci olarak, iktidarın siyaset yapma kapasitesindeki zayıflama ve oy oranındaki düşüş, muhalefetin -nihayet- iktidarın sınırlarını çizdiği siyasal alanın dışına çıkma iradesi göstermesine, iktidara alternatif siyaset geliştirmesine ve gündem belirleme inisiyatifi almasına yol açtı. Siyaset, son üç aydır, bu iki gösterge üzerinden işliyor.
Sayısal Avantaj Muhalefete Geçti
İktidar blokundaki oy düşüşünü her ay kamuoyuna yansıyan birçok araştırma üzerinden izlemek mümkün. Burada, her ay aboneleri için kamuoyu araştırması yapan PANORAMATR raporunun son üç aylık bulguları üzerinden bir değerlendirme yapabiliriz.
İlk olarak, Cumhur İttifakı (AK Parti ve MHP) ve Millet İttifakının (CHP ve İYİ Parti) oy oranları eşitlenmiş durumda. Her iki blok da yüzde 40 civarında bir oy desteğine sahip görünüyor. Seçmenin yüzde 16-17’si şimdilik resmi olarak herhangi bir blokta yer almasa da Millet İttifakı eko-sistemine yakın duran partilere oy verirken, yüzde 1-2’si de Cumhur İttifakına yakın duran partilere oy veriyor. Kısaca, iktidar bloku yüzde 45’in altına inmişken, muhalefet bloku yüzde 55’in üstüne çıkmış görünüyor.
İkinci olarak, AK Parti’nin ve MHP’nin oy oranı hem doğrudan seçmende hem de toplam seçmende 2002 seçim sonuçlarına gerilemiş görünüyor. Bununla ilişkili bir diğer bulgu, 24 Haziran 2018 ve 31 Mart 2019 seçimlerinde gözlemlenen ittifak içi seçmen hareketliliğinin ittifak dışına yönelmeye başlamış olmasıdır. Her iki seçimde de oy kaymaları büyük oranda Cumhur İttifakı içerisinde gerçekleşmişti. Seçmen AK Parti’den memnun olmadığı halde iktidar ve ittifak kurgusunu bozmak istemediği için MHP’ye yöneliyor, böylece Erdoğan’ın veya Cumhur İttifakının toplumsal desteğinde anlamlı bir azalma yaşanmıyordu. Ancak 2021’in başından itibaren, AK Parti’den ayrılan seçmen MHP’yi yegâne adres olarak görmeyip önce kararsız kategorisine ardından İYİ Parti veya Gelecek ve DEVA partilerine yöneliyor. Bu durum, Erdoğan’ın oy potansiyelini ve Cumhur İttifakının oy toplamını olumsuz yönde etkiliyor. Ayrıca, son zamanlarda Cumhur İttifakında görülen oy düşüşü sadece AK Parti ile de sınırlı değil. AK Parti’den kopan seçmen MHP’ye yönelmek yerine blok dışına çıkarken, MHP de oy kaybediyor.
Üçüncü olarak, seçmen eğilimlerinde yaşanan bu değişimlerin neticesinde, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a oy verme tercihi yüzde 35’in altına inmiş görünüyor. MHP seçmeninin yarıya yakınında Erdoğan’a oy vermeme eğilimi daha baskın görünüyor. Bu da ‘Erdoğan İttifakı’nın artık Cumhur İttifakı’ndan küçük olduğunu gösteriyor. Bu durum, Erdoğan’ın ilk turda seçimleri kazanmasının oldukça zor, ikinci turda kazanma ihtimalinin de -rakip adayın profiline bağlı olarak- imkânsız olmasa da oldukça düşük olduğu anlamına geliyor. Başka bir deyişle, son birkaç aylık bulgular, doğru bir seçim stratejisi ve aday profili ile seçimlere katıldığında muhalefetin Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanmasının daha muhtemel olduğunu gösteriyor.
Bu bulgulara eklenebilecek son bir husus da “kararsız seçmen” kategorisindeki AK Parti ve MHP seçmeni ağırlığının son aylarda artmış olmasıdır. Son aylardaki ölçümler, “kararsız” seçmenin yarıdan fazlasının AK Parti ve MHP kökenli seçmenden oluştuğunu göstermektedir.
Dolayısıyla 2016-2020 arasında Erdoğan, Cumhur İttifakı, AK Parti ve MHP lehine görünen seçmenin oy verme davranışı, 2021’den itibaren her dört bileşenin de aleyhine bir eğilime girmiş görünüyor. Bu eğilimin görünen yansımaları, İYİ Parti’ye yönelen yüzde 5 ve Gelecek ile Deva partilerine yönelen yüzde 4-5 oy oranıdır. Bütün bu bulgular, Cumhur İttifakının bütün bileşenlerinin (Erdoğan, AK Parti ve MHP) istikrarlı bir oy kaybı trendine girdiğini ve bu trendin önümüzdeki seçimleri kazanma ihtimalini gün geçtikçe daha fazla zorlaştırdığını ortaya koyuyor.
Sonuç olarak, 2020 yılı boyunca donmuş siyasi zemin 2021’den itibaren iktidar aleyhine çözülme sürecine girmiş, Ağustos’tan itibaren de muhalefet lehine yeni bir ivme kazanmış görünüyor.
Muhalefetin Gündem İnisiyatifi
Erdoğan’ın siyasi ve idari performansında görülen düşüş bir süre devam edip oy oranlarında görünür kayıplarla neticelendikten sonra, muhalefet Eylül ayında gündem belirlemeye başladı. Muhalefetteki altı siyasi partinin (CHP, İYİ Parti, Saadet, Gelecek, DEVA ve Demokrat Parti) parlamenter sisteme dönüş için bir araya gelmeleri, Akşener’in “başbakanlığa tâlibim” açıklamasıyla ortak aday arayışına yüklenen gerilimi azaltması, Kılıçdaroğlu’nun “Kürt sorununun çözümünde muhatap HDP, çözüm yeri Meclis” şeklinde özetlenebilecek sözleri ve HDP’nin açıkladığı tutum belgesi, muhalefetin ittifak dinamiklerini tahkim etmeye ve muhtemel pürüzleri gidermeye yönelik hamleleri olarak hatırlanabilir.
Muhalefet, Eylül ayında daha çok kendi ittifak dinamiklerini güçlendirmeye yönelik inisiyatiflere ağırlık verirken, Ekim ayında iktidarın alanını daraltan, iktidarı sıkıştıran adımlara yöneldi. Özellikle Kılıçdaroğlu Ekim ayı boyunca siyasi cinayetler, Merkez Bankası ve iktidar güdümündeki memurlar üzerinden başlattığı tartışmalarla iktidarın kaybedeceği-muhalefetin kazanacağı algısını güçlendirirken, iktidar etrafındaki kenetlenmeyi çözmeyi, iktidar merkezini zayıflatmayı hedefledi. Bugüne kadar tezkerelere “Evet” oyu veren CHP’nin, HDP ile baş başa kalma maliyetini göze alarak, 26 Ekim’de TBMM’ye sunulan Irak ve Suriye’ye asker gönderilmesinin iki yıl uzatılmasına dair Cumhurbaşkanlığı Tezkeresine “Hayır” oyu vermesi ise, iktidarın güvenlikçi siyasetine karşı durma ve iktidara karşı alternatif bir siyasi tutum geliştirme konusunda özgüven geliştirdiğinin bir işareti olarak görülebilir. Kılıçdaroğlu’nun son günlerde yoğunlaştırdığı ve uzun soluklu bir siyasi etkinliğe dönüştüreceğini söylediği “helalleşme” söylemi de muhalefetin siyasi inisiyatif alma niyetinin önemli bir göstergesi olarak okunabilir.
Bu ve buna benzer açıklama ve tutumlarla Eylül ve Ekim ayları boyunca siyasi gündemi muhalefet belirlerken, iktidar gündeme cevap yetiştirmeye mesai ayırmak durumunda kaldı. Erdoğan muhalefetin başlattığı tartışmalara cevap yetiştiren bir konumda durdukça, muhalefetin hamle üstünlüğünü zayıflatmak yerine tahkim etti.
Siyasette oyunu kuran kazanıyor. Yakın zamana kadar, siyasi gündemi Erdoğan belirler, muhalefet bu gündeme cevap yetiştirirdi. Eylül ayından başlayarak artık gündemi muhalefet belirliyor, iktidar bu gündem başlıklarına cevap yetiştiriyor. Yakın zamana kadar, gündemi tayin eden Erdoğan’a muhalefetin verdiği karşılıklar, Erdoğan iktidarının ve gücünün pekişmesine hizmet ederken, şimdi de muhalefetin ürettiği gündeme cevap yetiştiren Erdoğan/iktidar, muhalefetin güçlenmesine, ürettiği gündemin etki gücünün artmasına hizmet ediyor.
Eşik Nasıl Aşılacak?
Yukarıda ayrıntılı olarak ortaya konulmaya çalışıldığı üzere Türkiye, siyasetin geleceği ve iktidar-muhalefet dengesi açısından kritik bir eşikte duruyor. Bu eşiğin en önemli yansımaları; iktidarın siyasal iradesinde görülen zafiyet, seçmenin iktidar aleyhine-muhalefet lehine hareketlenmeye başlaması, muhalefetin -nihayet- siyaset yapmaya başlaması ve bütün bu dinamikler sonucunda iktidarın önümüzdeki seçimleri kaybedeceği algısının gün geçtikçe güçleniyor olmasıdır.
Esasında, Türkiye siyasetinin bugünkü problemi, 15 Temmuz koşullarını veri alan bir sistem ve siyasetin bütün ülkenin enerjisini ve iradesini esir almış olmasıdır. Türkiye demokratikleşme, refah, itibar, güç, toplumsal barış gibi herhangi bir siyasi motivasyona kaynaklık edebilecek muhtemel bütün dinamiklerde bir ilerleme sağlamadığı gibi bin bir zorlukla elde edilen kazanımları da harcayan bir siyasi girdaba kapılmış durumda.
İktidar kurduğu ittifak ve düzeni sürdürmeye mahkûm olduğu düşüncesiyle gelecek ufkunu kaybetme pahasına çaresizce patinaj yaparken, muhalefet -son zamanlarda bir hareketlilik içerisinde olmakla birlikte- miadı çoktan dolmuş bu siyasi düzene alternatif oluşturacak bir vizyon ve iradeden uzak görünüyor.
İktidar ve muhalefetin mevcut siyasal düzeni toplumsal beklentileri karşılayacak bir alternatifle değiştirme konusundaki acizliği, iktidar değişimi ihtimalini en etkili siyasi motivasyona dönüştürmüş durumda. Uzunca bir süre, alternatif bir siyaset görmediği için iktidarın yanında durmaya devam eden seçmen, son aylarda iktidardan umudunu kestiği için muhalefete yönelmeye başlamış görünüyor. Başka bir deyişle, toplum/seçmen muhalefet daha anlamlı bir siyasal alternatif önerdiği için değil, iktidarın mevcut siyasetinden mustarip olduğu, Erdoğan’ın yeni bir siyaset geliştireceğine yönelik umudunu yitirdiği için muhalefete doğru hareketlenmiş görünüyor.
Dolayısıyla, seçmen hareketliliğinin bugünkü esas motivasyonunun iktidar değişimini sağlamaya matuf olduğu söylenebilir. Siyasal gündemin iktidar değişimine indirgenmiş olması, muhalefetin demokratik bir vizyon geliştirme sorumluluğundan kaçmasını kolaylaştırıyor. Muhalefet seçmendeki hâkim duygunun iktidarı cezalandırma, iktidar değişimini sağlama olduğunu öngördüğü ölçüde, alternatif siyaset için seçim sonrasına tarih vererek, bütün enerjisini muhalif bloku bir arada tutmaya hasredebiliyor.
İktidar değişimi gündemi ise yeni bir düzen vadetmek yerine mevcut düzeni değiştirmeyi, hatta -bu da garanti olmadığı için- sadece mevcut düzenin icracısını değiştirmeyi vadediyor. Seçim sonrasına yönelik endişeler ve/veya zaman zaman gündeme taşınan kaos senaryoları, siyasetin iktidar değişimine odaklanıp seçim sonrasını muallakta tutmasından besleniyor. Türkiye siyasetini ufuksuz, öngörüsüz dar bir zemine çivilese de iktidar değişimine endeksli siyasetin -şimdilik- işlediği ve seçmen hareketliliği üretmeyi başardığı görülüyor.
Bu çerçevede, bugünün fotoğrafı, iktidarın gün geçtikçe kaybetmeye, muhalefetin de gün geçtikçe kazanmaya yaklaştığı yönündedir. İktidar da muhalefet de bugünkü siyasal stratejilerini sürdürdüklerinde muhalefetin önümüzdeki seçimleri kazanma ihtimalinin iktidara göre çok daha yüksek olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Bugün itibarıyla seçimlere daha 18 ay var. Erken seçim ihtimali hesaba katılsa bile önümüzde bir yıllık bir zaman bulunuyor. Bu, siyasetin gündemini ve seçmeni mobilize edecek duyguyu değiştirmek için yeterli bir süre olduğunu ancak zamanın daha hızlı akacağını ifade ediyor. Toplum önümüzdeki dönemde iktidarı da muhalefeti de daha dikkatli takip edecektir. İktidar kaybını telafi etmek, muhalefet de kazancını tahkim etmek için önümüzdeki dönemde hamle yapma ihtiyacı duyacaktır.
Bu tablo Türkiye’nin bugünkü siyasi atmosferini “eşik” metaforuyla tarif etmemizin ana gerekçesini oluşturuyor. Türkiye bir eşikte ama bu eşiğin kim tarafından, hangi siyasi enstrümanlarla, ne şekilde aşılacağı henüz net değil. Dolayısıyla önümüzdeki dönemin en önemli sorusu, bu eşiğin nasıl aşılacağıdır.
Muhalefetin avantajını da dezavantajını da; iktidardan duyulan rahatsızlığa yaslanması, iktidarın performansına bağımlı olması oluşturuyor. Toplumun başkanlık sisteminden, iktidarın yönetme performansından ve güvenlikçi siyasetinden duyduğu rahatsızlık muhalefete yaradı. Dolayısıyla iktidarın mevcut hali muhalefetin en önemli avantajını oluşturuyor. Ancak, muhalefet mevcut sistemden ve iktidardan “kurtulma” dışında henüz seçmene bir şey vadetmiş değil. Bu vaat de liderlerin her gün farklı-şahsi gerekçelerle kamuoyuna yaptıkları açıklamalar üzerinden daha da sorgulanır hale geliyor. Muhalefet, mevcut iktidardan daha rasyonel, daha demokrat, daha az kutuplaştırıcı olacağını ima ediyor ama çoğu zaman şahsi vaatlerle sınırlı bu açıklamalar gerçekçi bir politika setine dönüşmediği ölçüde güven verici bir teminat düzeyine ulaşamıyor. İktidar mevcut siyasetini devam ettirdiği müddetçe muhalefetin, bu dezavantajlarına rağmen seçimlere avantajlı gireceği açık.
Muhalefetin önünde iki önemli risk bulunuyor. İlk risk, seçmene yeni bir düzen/siyaset sunmamayla ilgilidir. Muhalefet, seçimlere yaklaşıldıkça önümüzdeki döneme yönelik gerçekçi bir yol haritası sunma talebiyle karşılaşacaktır. Bugün iktidarın değişme ihtimaliyle yetinen seçmen, bu ihtimalin gerçekleşmek üzere olduğunu fark ettikçe, alternatif iktidarın kapasitesini sorgulamaya başlayacaktır. Muhalefet bu beklentilere güven verici cevaplar sunamazsa seçmendeki iktidar değişimi beklentisi istikrarsızlık endişesiyle yer değiştirebilir. Bu durumda da, düzen ve istikrar söylemleri -otoriter bir iktidarı sürdürme anlamına geleceği için- artık seçmenden karşılık bulmayan iktidar, muhalefetin iktidar değişimini istikrarsızlık endişesinden kurtaramaması dolayısıyla avantajlı hale gelebilir. İkinci risk, iktidarın mevcut gidişatın seçimleri kaybetmesine yol açacağını fark edip -muhalefetin yönelmediği- yeni bir siyaset üretme ihtimaliyle ilişkilidir. Şimdilik düşük gözükse bile böyle bir ihtimal de muhalefeti bugünkü avantajlı konumundan uzaklaştıracaktır.
Önümüzdeki dönemde, iktidarın önünde de pek çok imkân ve risk bulunuyor. İktidarın en önemli avantajı, patinajda olduğu yıllar boyunca muhalefetin topluma yeni bir siyaset önermemiş olmasıdır. Muhalefetin topluma yeni bir siyaset vadetmek yerine iktidarın siyaset ve yönetim zafiyetine yaslanmakla yetinmesi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ve AK Parti’ye elverişli bir zemin sunuyor.
Öte yandan, bütün bileşenleriyle iktidar, son 20 yılın en düşük toplumsal desteğine sahip görünüyor. Sistem çalışmıyor, sorunlar çözüme kavuşturulamıyor, kriz her geçen gün derinleşiyor. İktidar ülkeyi yönetmekte zorlandığı gibi siyasal söylem ve politika geliştirmekte de zorlanıyor. Karar alıcılar işlerin yolunda olduğunu vazederken, işlerin yolunda gitmediğini düşünen kadrolar da seslerini duyurma imkanına sahip değiller.
Bu koşullar altında, mevcut gidişatı değiştirmediği müddetçe, iktidarın önümüzdeki seçimleri kaybetme olasılığı kazanma ihtimalinden daha yüksek görünüyor. Erdoğan ve AK Parti son 20 yılın en ciddi siyasi kriziyle karşı karşıya bulunuyor. Bu siyasi çıkmazı, 31 Mart’tan bu yana yapılagelen siyasi ezber ve alışkanlıkları sürdürerek aşmak mümkün görünmüyor. Defalarca denenmesine rağmen, başka bir yol bulamamanın çaresizliğiyle, akamete uğraması mukadder etkisiz hamleleri tekrarlamanın Erdoğan’ın ve AK Parti’nin çıkmazını derinleştirmenin ötesinde bir sonuç üretmediği açıktır. Kasım 2020’den bu yana yaşananların da gösterdiği gibi mevcut ittifakla, kadrolarla, söylemle ve siyaset tarzıyla iktidar bu krizi atlatamayacaktır.
İktidarın siyasi çıkmazını uzun uzadıya değerlendirmek mümkün. Ancak çıkmazın siyasi yansımalarına işaret etmek daha kestirme bir yol olabilir. Mevcut siyasi çıkmaz rasyonel yönetimden uzaklaşılması, muhafazakâr-dindar siyaset konsolidasyonunun bozulması ve Kürt seçmenin (ve siyasetin) muhalefete eklemlenmesiyle ilişkilidir. Rasyonel yönetimden uzaklaşma merkez-sağ seçmenin İYİ Parti’ye yönelmesine, muhafazakâr konsolidasyonun bozulması Gelecek ve DEVA partilerine yönelişe, Kürt seçmenin muhalefete yönelmesi ise Millet İttifakının sayısal çoğunluğa erişmesine yol açmış durumda.
Bu dinamikleri hedeflemeyen bir çözüm teşebbüsünün başarıya ulaşma şansı oldukça düşük olacaktır. Başka bir deyişle, rasyonel yönetime geri dönülmedikçe, muhafazakâr konsolidasyon sağlanmadıkça, Kürt seçmen geri kazanılıp HDP “özerk” bir tutuma ikna edilmedikçe, bu kritik eşiği aşmak mümkün olmayacaktır.
Dolayısıyla, iktidarın önünde zor bir denklem duruyor; ya mevcut gidişatı sürdürüp yenilme ihtimaline teslim olacak ya da bugüne kadar ki siyasetten vazgeçip zor ama kaybetme ihtimalini azaltan yeni bir yola çıkmaya cesaret edecek. Mevcut siyasi çıkmazı aşmanın -varsa eğer- tek yolu, radikal ve yapısal kararlar almaktadır. Mevcut ittifak, sistem ve siyasetten feragat etmeden, çoktan miadı dolmuş bu düzen yerine zamanın ruhuna ve toplumun beklentilerine uygun demokratik bir siyaset geliştirmeden, bu siyaseti taşıyacak bir söylem ve kadro değişimine yönelmeden mevcut kötü gidişatı tersine çevirmek mümkün görünmüyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu yapısal kararları alır mı, alabilir mi, içinde bulunduğu denklem buna imkân tanır mı, ayrı bir bahis. Kasım 2020’den bugüne yaşananlardan çıkarılacak ders, bu zor kararları almadan çıkmazın aşılamayacağıdır. Dolayısıyla, burada, Erdoğan’ın bu kararları alıp alamayacağından öte, bugünkü eşiği aşma ihtimalinin ancak bu yolla mümkün olacağının altı çiziliyor. Ayrıca bu yola girildiğinde de sonuç alınıp alınmayacağının garantisi yoktur. Her hâlükârda bugünkü gidişattan daha iyi olacağı açıktır, ancak bu iyileşmenin seçimleri kazanmaya yetip yetmeyeceği belli değildir.
Aslında denklem çok karmaşık değil; mevcut gidişat sürdürüldüğünde kaybetme ihtimali oldukça yüksek iken, yeni bir siyasete yönelindiğinde kazanma garantisi olmasa da kaybetme ihtimali zayıflamaktadır. Bu çerçevede, her geçen gün daha yoğun bir baskıyla “kazanımların kaybı” endişesini tetikleyerek “safları sıklaştırma”ya kanalize edilen enerjinin, Erdoğan’ı ve AK Parti’yi sahici bir siyaset değişimine zorlamaya harcanması daha işlevsel olabilir.
Sonuç olarak; önümüzdeki seçimlerin kaderini iki dinamik belirleyecek görünüyor; iktidar değişimi ve yeni siyaset önerisi. İktidar mevcut siyasetini sürdürdüğünde iktidar değişimi beklentisi yeni bir siyaset önerisi talebine galebe çalacaktır. Bu durumda muhalefet yeni bir siyaset öneremese de önümüzdeki seçimleri iktidar değişimi motivasyonu üzerinden kazanabilir. İktidar mevcut gidişatın kendisine kaybettirdiğini görüp yapısal bir siyaset değişimine yönelirse, iktidarı değiştirme duygusu zemin kaybedecek, muhalefet siyaset üretmek durumunda kalacaktır.
Seçimlere kadarki süre -iktidarı ve muhalefetiyle- siyasetin topluma/seçmene alternatif bir siyaset önerip önermeyeceğiyle şekillenecektir.