“Argo”dan, hatta bazen “pis” ifadesiyle küfürle kesişen daha ağır hâllerinden, küfürlerden söz edeceğim. Lâkin yeri-zamanı hem fevkalade uygun, hem de fevkinde uygunsuz.
Uygun, zira farklı kılıkları, sıfatlarıyla rahatça kullanılan küfür, hakaret, “öteki ile iletişim” hukukunun “kime ettiğine bağlı” bendiyle, “siyaset”te yok hükmünde… Her şey serbest, yeter ki hedefini o tarife göre seç. Sahibine göre kişneyen o “hukuk”un, hakareti, küfrü, nefretiyle kendi külliyatı bile oluştu, sosyal medyada.
Uygun… Dolaşımda iktidarı var küfrün, hakaretin, aşağılamanın, omuz atarak sataşmanın, “pis laf” aşketmenin. Tarihi kudreti var… Arsızlığını, pervasızlığını, cinsiyete, cinsel tercihe, etnik kökene, azınlığa-çoğunluğa, her “farklı”ya karşı ayrı ayrı üretilmiş atasözü, deyim, argo, küfür dağarcığından da alıyor… Üzerine münasebetsiz ergen küstahlığıyla eklediği öteberiden de.
Ezelden geleni de çok, “sonradan görme”si de mebzul… Homofobik, zenofobik “espri”ler, etnisiteye, mizojiniye dayalı “fıkra”lar zaten “mizah maarifi”… Küfrü de o küflü dilin tek teli kalmış enstrümanı, o kalabalığın kakafonisi.
Küfürbaz değil “kullanıcısı”
Onunla gülüp eğlenip, onunla öfkeleniyor. Küfürbaz bile değil. Mutlaka hedef, nokta atışı koordinat gözeten, taammüden “küfür kullanıcısı”, hatta “tedarikçisi”… Etkisi, seviyesi küfürbazdan beter, suçu ondan ağır, nefreti hepsinden koyu. “Ya herro”nun, “merro”su…
Diğer yönüyle… Yeri-zamanı açısından “küfür”den söz etmek, uygun değil. Bir kere tanımı, şöhreti, sahnesi, repertuvarı öyle. Bu izdihamda o kalabalığa karışmak, o kirli, doğru oturulması müşkül alanda eğri anlaşılmak riski de var. Mevzuyu, ortaya karışık servis edemezsin.
“Argo” ile “küfür” arasındaki mesafe gayet açık ama… Bu iklimde, meseleye “şahsiyat argosu” görünümlü aşağılamaların, kamburu kendinden ağır “dolaylı” küfürlerin gürültüsünü bastıran tellâl davulu vurgusuyla değinmek gerekiyor.
O da kuyumcu terazisiyle, dedektif pertavsızıyla, filatelist cımbızıyla bile tehlikeli. Hele mevzuya başka odadan, “dil zenginliği” ve “dil mücadelesi” teğetinde giriyorsan… Her ucuna bu dönem bulaşmış. Kulpu kirli…
Efendice küfür etmek?
Efendice bir başlangıç için ilk adım, yukarıda değindiğim “argo”yu, küfrü ve ikisinden de sık sık eğretileme yoluyla faydalanan kullanıcısını tecrit etmek, üç aşamalı aşısı bulunana kadar karantinaya almak belki. Mümkünse o kıyılara, o lodos çöplüğüne hiç yaklaşmamak… Onu “kullanıcısı”yla başbaşa bırakmak. Argodan, küfürden “kıromanyon” nidâlarını, homurtularını ayıklamak da imkânsız değil aslında. Biraz emek, çokça dikkat ve “ama”sız vicdan istiyor.
İkinci ve daha güvenli, tuzu kuru adımı da Netflix’in 2021 yapımı “History of Swear Words (Küfürler Tarihi)” ile atacağım, hayırlıysa… Bu konudaki düşüncelerimi, altı bölümlük bu diziyi aktarırken araya katacağım. Bir “sinema yazısı” cürmünde, arada kaynatacağım bir bakıma… Ki, gerektiğinde ayıbı, sorumluluğu, kabahati Netflix’e atabileyim. Sıraya sokup, icabına baksınlar.
Cage antipatimin ağırlığı
Netflix “Küfürler Tarihi”ni, filmin jeneriğinde “Komedi dizisi” olarak adlandırıyor… Sitede ise kategorisi, “Sosyal ve kültürel belgesel”. Belli ki onlarda, o “F..k İmparatorluğu”nda bile bir tereddüt var. Ülke gösterimlerine göre çifte tedbir almışlar; “Bu bir komedi ya da belgesel Sayın Hâkimim, hangisini hafifletici, uygun görürseniz…”
Kadrosunda dil bilimciler, akademisyenler, yazarlar da olsa belgesel demek zor. Bi kere hepsi küfrediyor! Hem de uzman edası, ustalığıyla… Zaman zaman üstünkörü, sığ anlatımı, üstüne anlatacı koltuğuna “kendince güzel küfreden” Nicolas Cage’in oturması, benim için yeterince itici ve “belgesel”liğini örseleyen bir unsur zaten. Godfather serisinde bile küfrü son derece idareli kullanan Francis Ford Coppola’nın, Cage’in öz amcası olması da bence ayrı talihsizlik.
Asıl adı Nicholas Kim Coppola. Kariyerinde “Birdy”, “Raising Arizona”, sesiyle de Elvis performansında “Wild at Heart” filan olmasa, bana çağrışımı doğrudan, “Sen kiiim, Coppola kim?” olacak. Sıradan oyuncudan bir filmiyle “star” çıkarabilen baba yönetmenlerin sihirbazlığını saklı tutuyorum. Ama o ustalık bile her rolünde sergilediği o melül “Cage bakışı”nı ortadan kaldıramamış. (Mevzunun dumanlı, hararetli havasına kapıldım, Cage’e “şahsileştim” galiba, affola…)
Küfür beynin gizli hücresi mi?
Mizahi belgesel, mokümanter vs. açısından da “Küfürler Tarihi”ni itibarlı bir yere yerleştirmek pek mümkün değil. Dizinin de öyle bir hedefi, hayali yok, göründüğü kadarıyla. Reyting beklentisi küfründe sanki… Bir yönüyle, başta Cage olmak üzere kadrosuna -sahnede- gönül rahatlığıyla, “Örneğin…” tarafsızlığıyla bangır bangır küfretme olanağı da sağlıyor. Olsun… “Bip”siz diziyi, böyle bir yazıyı kaleme almak için bir “araç” olarak kullanabilirim. Bazı bölümlerinin teyidi uğruna internette köşe bucak dolaşsam, ağır septiksemi yaşasam da, yazıma alet edebilirim…
Dizi, küfrün beyinsel konumuna, işlevine şöyle bir değinerek başlıyor. Gidişat uygun… Önce bunca küfrü üretebilen beyne bakacaksın tabii. Bilişsel bilim Profesörü Benjamin K. Bergen küfürlerin, insanın daha derin, duygusal bir evrim sürecine bağlı olarak beynin ortasında, derinlerde bir yerde olduğunu savunuyor: “Ayağınızı, dizinizi çarptığınızda ya da tuttuğunuz takım gol yediğinde (ve attığında) küfür etmenize yol açan kısım bu.”
Bir küçücük fıçıcık…
Bu göz kararı tarifin ardından ülkelere, yönetim biçimlerine, hiyerarşiye, mesleklere vb. göre beynin o kısmının büyüklüğüyle (ansefalik, iltihaplı büyüme) ilgili araştırmalara baktım, galiba yok. Kafatasçı araştırmalara, Nazi(k) endoskopilere rağbet azalmış olmalı. İyi bir şey…
Yani küfür, bir bakıma beynin gizli hücresi, Prof. Bergen’in deyişiyle derin beyin… Beynin o bölümüne, hücresine uğramazsan, bu mevzuda militan, küfürbaz olmuyorsun anladığım kadarıyla. Ama bu teori de beyninin çok az bölümünü kullanıp, sürekli küfür edenlerle zayıflıyor. Ana ihtiyaçlarının hepsini sadece o bölümle karşılaması da imkansız. Zira derindeki o kısım, derin devlet yahut ön-orta beyin filan gibi merkezi sistemi yönetebilecek marifette değil. Bir küçücük fıçıcık, içi dolu turşucuk… O kadar.
İçinden küfretmenin adrenali
Bergen tezini, bana yöntemi, örneklemi, sonucu biraz şüpheli gelen bir deneyden söz ederek sürdürüyor. Denekler elini buzla dolu bir kovaya sokuyor. Aralıksız küfür edenler, “Ay dondum vallahi” gibi küfürsüz nidalar kullananlara oranla elini çok daha uzun süre buzda tutabiliyor. Buza dayanma süreleri, küfür etmeyenlerden yüzde 50 fazla.
Nedenini “Küfür ettiğinizde adrenalin salgılarsınız. Korku ve öfkede, “Savaş ya da kaç” tepkisindeki gibi… Bu adrenalin acıya, zorluğa dayanmayı kolaylaştırır” diyerek açıklıyor. Ama psikosomatik dayanıklılıktan, adrenalinden filan öte, basitçe sıkılmak/sıkılmamakla da ilgili olabilir. Durmadan küfür ederse oyalanır, sıkılmayabilir insan. İnadı da pekiştirir. Bazen sabrın başı-sonu küfür… “O da bir nevi dayanıklılık” demeyin, araştırmanın ana değişkeniyle çelişiyor.
Bu mevzuda daha lüzumlu ikinci sorum da, “Hiç seslendirmeden, çaktırmadan, içinden sunturlu, canı ciğerden küfretmek adrenali kandıramaz mı?” şeklinde. Sık denedim, oluyor gibi… Ama bu hâliyle, sanıyorum Bergen misali birkaç kişilik(li) bir örneklem. Tabii şu an herkes “Ben de… Ben de…” demiyorsa.
Küfür Tarihi’nin terminolojisi
Tarihine gelince… İngilizce küfürlerin tarihi, elbette o meşhur, dilde artık bir takı, bir “ek” mertebesini kazanan “F…” ile şanını kazanıyor. Fiyakalı tarih okkalı başlar; kahramanımız kuyruğu yere değen beyaz atına biner, “Bre zındıklar…” deyip yola koyulur.
“Çağdaşlaşma”yla birlikte şampiyonluk kürsüsünde de her zaman F… var. Dilbilimci Profesör, Ortaçağ’da evliliğin kralın iznine bağlı olduğunu hatırlatarak, o kelimenin “kısaltmaların etimolojisi”yle, baş harfleriyle belirlendiği rivayetine değiniyor: Fornication Under Consent of the King (Kralın izniyle cinsel ilişkiye girmek). Ama hemen ekliyor: “Güzel bir hikâye ama gerçek değil”.
Etimologların ortak fikrine göre F…, Ortaçağ’da Felemenkçe bir fiilden gelme. “Vurmak, saldırmak” anlamında… Belgesele göre 14. yüzyıla kadar “seks”le ilgili bir anlam, eğretileme taşımıyor. O tarihe kadar dört yüzyıl boyunca yasaklanmaması da, fikrimce “şiddetin olağanlığı”yla ilgili… Yasak, üzerine, “saldırma”ya ataşlanan sıfat fiiliyle başlıyor.
Disfemizm’le F… “seks”e dair bir “küfür” olduğunda, kelimenin negatif etkisini ağırlaşarak, aşağılayarak çoğalıyor. Ölen bir insana “Leş”, “Geberdi!” demek gibi… “Modern kullanımı”nda ise F…’a “euphemist”, ofansif olmayan bir ayar yapılıyor. Yani cümlenin gelişi ya da ekleri, takılarıyla kelimeye daha nötr, incitmeyen bir içerik kazandırılıyor… Aynı örnekten hareketle, “Öldü” yerine “Vefat etti”, “Hayata veda etti” demek.
Freduian Küfürbaz Psikoloji
F… Oxford Sözlüğü’ne anca 1972 yılında girebiliyor. Muhtemelen kitlesel kullanımını beklemişler, birazdan değineceğim 68’lerde yaygın bir “protesto nidası” olana kadar beyefendice sabretmişler. F… İngilizce’de en esnek küfür aynı zamanda. Bu küfrün ifade ettiği duygu yelpazesi çok geniş… “Kavga etmek yerine küfretmeyi seçen ilk insan, uygarlığın kurucusudur” diyen Freudian Küfürbaz Psikoloji’ye göre salladıkça ferahlatıyor.
Acı, merak, hayret, kızgınlık, şaşkınlık, korku, hatta iltifat, teselli ifadesi… Etkileyici bir şeye u’sunu uzatarak “hayret”le yerleştirmek ya da aynı vurguyu şok olunca, “Kahretsin”, “Lanet olsun” anlamında öfkeyle kullanmak olanaklı. Kuvvetle onaylamak için “F… Yes”, reddetmek için ise “F… No”. Bir işi batırmak, ya da birisini kazıklamak da F…
O kelime, oyun hamuru gibi esnetilip her biçime, anlama (dozaja) sokulabiliyor. Konuşurken herhangi bir yere, kelimeye ekleyerek çok farklı anlamlarda, etkileyicilikte sarf etmek de mümkün. Beceriklisi cümlenin her yerine yerleştiriyor, tek cümle içinde defalarca tüketiyor. Yardımcı fiille bile akraba, yapışık bazı durumlarda. İnsanın aklına “Bir tane küfürleri var, o yüzden şekilden şekile sokuyorlar” geliyor.
Fonda, Sutherland F… derse…
Öfke de “What the F…”… Korku, büyük şaşkınlık, şok, takdir eden hayret de. Yeter ki tonlamayı uygun yap, yerinde kullan, hoşgörüyü, itibarı taşırma. “F… men” dersen hüzünlü bir sitem de var. Yerine göre teselli, “Tüh”, “Yapma be…” de… “With, up, off, it” ekle, gerisi “Don’t give a F…”… Anlamları sayfalarca sürüyor. Bir sürü kelimeyle anlatılacak bir şeyi tek heceyle ifade etmek, özetlemek olası. Ki özetlemeyi, kısaltmayı seviyor filmlerdeki Amerikalılar.
F… tarihinde anlı şanlı dönemler de yaşıyor. 68’lerde Vietnam Savaşı karşıtları, Jane Fonda ve Donald Sutherland’la FTA turu yapıyorlar; yani baş harfleriyle “F… The Army”. İlavesinde, “F… The Draft” da dolaşımda. Başkan Lyndon B. Johnson (LBJ) “Biraz ağır olmadı mı gençler?” dese de… O kelimeyle, “Ben bu politikaya kuvvetle karşı koyuyorum, karşı duruyorum” diyorlar, kendi ifadeleriyle. İfade özgürlüğünün farklı, noktalaması kırmızı sayfası…
80’lerde Gangster Rap, F…’ı neredeyse “Es” yerine kullanıyor. (NWA, Public Enemy, Eazy-E) “F… the Police…” ise ilk uç noktası. “Fight the Power” ile aynı vurguda onlara göre. “Geldiğimiz noktada başka bir seçenek bırakmadınız” demenin, ayrımcılığa, polis şiddetine karşı durmanın rappadanak İngilizcesi…
Rap’de F… sanat mıdır?
Rap’i savunananlar, “O -sık kullanılan- cümleyi onlar icat etmedi ki sadece yüksek sesle söylediler” diyor. Bazı şeylerin yüksek sesle söylenemeyeceğini biz onlardan daha iyi biliyoruz herhalde. Rap’le bir tür meşruiyet kazanıyor F… Müzik eleştirmenlerine göre Rap, küfrü sanat seviyesine taşıyor. Katılmak biraz tartışmalı, zira Rap’de bir erkek, bir maço izi, “Gang” temeli kuvvetli. Yine de bazı örnekleriyle seviyorum keratayı. Bazen hızlıca saydırmak rahatlatıyor…
Ancak küfür, şarkıya öylece yerleştirince sanat olmuyor. Bizde F…’ı Buselik Makamı’nda söylesen kurtaracak mı yani? Cem Karaca’nın Rap’inin “Rap’tiye rap rap, zaptiye zap zap /Şarkıyı yasaklasak da mı saklasak…” sözlerinde kafiyeli tekerleme değil derin manalar var arkadaşlar.
Mesela mola yerlerinin hediyeliği Bereket Tanrısı’na da bir sanattan çok, abartılmış eril tarihin günümüze farklı tefsirlerle gelen dönem şakası, mitolojik kara mizahı olarak bakıyorum. Heykelinde erkeğin çirkin ve minnacık kalması elbette güzel, manalı… Ama o heykelin kulpunu, “bereket”li adını bırakıp, yüzüne, ifadesine kaç fani dikkat ediyor bilemiyorum. (O heykelden öncelikle anahtarlık yapılması da kültürümüz açısından çok anlamlı.)
Yunan mitolojisinde Aphrodite’in kocası, Sanayi Tanrısı (savaş gereçleri ve bijuteri) Hephaistos’un üst hiyerarşide tek çirkin, kambur bir tanrı olarak yer almasında da kuvvetli bir mana var. Mitoloji biliyor bu işi. Lâkin tehlikeli yollardan anlatıyor. Ortaya çıkan “eser” bazen can sıksa da… İşte o tehlikeli yol, o stil, sanat olabilir. (Charles Bukowski’yi birazdan yine anacağım)
Uçurumdan İngilizce düşmek
“Sanat”ı böyle olunca, F… bir süre sonra günlük konuşmanın bir parçası haline geliyor. Bulaşıcılığı yüksek… F… İngilizce’de en çok kullanılan ve sansürlenen küfür. “Shit”i solluyor, “Hell”e tur bindiriyor. “Ass” desen sondan ikinci… Uçurumdan İngilizce düşen herkes ilk saniyede o kelimeyle buluşuyor. Ama belgesel için kaydedilememiş, o kadar sosyal medya fenâmeni arasında gönüllüsünü bulamamışlar anlaşılan.
Dilbilimci Pamela Hobbs, F…’ın kullanımından çok “kullanıcı”sını dikkate alıyor. Ona göre, “F…! Annem duyarsa beni öldürür…” diyen 10 yaşındaki bir çocuğun cümlesinde “öldürmek” ne kadar “cinayet” imgesini çağrıştırırsa, o cümledeki F… da ondan fazla cinsel anlam, cinsel imge taşımaz. RTÜK toplanıp, bu cümle üzerinde çok yönlü düşünmeli derim… De, duvara derim.
F…’ın filmlerdeki yeri de hikâyeli… Filmler 1967 yılına kadar kilise menşeli Hays Yasası’yla derecelendiriliyor. O kelimeyi bir kereden fazla kullanan filmlere “R derecesi” veriliyor. G, küfür yok. PG ebeveyn denetimli, azıcık, hafif kabalıklar, lâubâlilikler var. PG 13 dereceli filmlerde bir kere F… diyebiliyorsunuz. Ama “ing” ekini kullanmadan.
Gerçek insan kadar terbiyesiz
Belgeseldeki vurgusuyla “R seviyesinde karakterler, gerçek hayattaki insanlar gibi konuşuyor”. O “karakter” derecelendirmesi, “Gerçek insanlar kadar sevimsiz, terbiyesiz” demeye mi getiriyor, çözemedim. Filmlerdeki insanların gerçek insanlar gibi olmamasını umut etmek normal. İlki kulun, diğeri tanrının eseri… Bir takım sanat, festival filmlerinin yönetmenlerinin o role soyunması tehlikeli. Ama “Tehlikeli bir şeyi stille yaparsan, işte o sanattır” diyen Bukowski’yi yâd ederek, bence yarattığı “dünya”yla sanatçıyı tanrıya en çok yaklaştıran sanat dalı, sinema. O nedenle sevip, o nedenle çarpılıyor, bazen aynı nedenle kızıyoruz.
İnsan düşünüyor da… Oralarda, o dönemde yönetmen olsan film boyunca bir kez F… deme/dedirtme hakkın var. Neredeyse yeni bir dil, “dingil” filan gibi yeni küfürler icat etmen lazım. Hem hangi sahnede, hangi replikte, hangi oyuncuya vereceksin o bir seferlik imtiyazı… G, PG kategorisindeki küfürsüz filmlerin oyuncuları film bitince finali hep birlikte, sevinçle, “u” harfini uzatarak “F… Yes” çığlıklarıyla kutluyor muhtemelen.
Hollywood’un küfür şampiyonları
Cage’in filmlerinde kullandığı küfürler içinde F…, yüzde 71’le en önde. Bu konuda açık ara şampiyon ise belgesele göre Eddie Murphy (süre/küfür oranı). Hem çok hızlı konuşuyor, hem de küfürbaz herkesten. Öyle şampiyonluğun hiçbir kıymeti yok nezdimde, ciddiye al(a)mıyorsun ki… Tek mimiği, bakımı profesyonelce yapılmış 32 diş.
Duayeni ise Tarantino ve Pulp Fiction sayesinde Samuel L. Jackson… “R apoletli” rütbelilerden biri de elbette Al Pacino. Listede ikinci sıraya, Jackson’ın hemen önüne yerleşen Leonardo DiCaprio’ya çok şaşırdım. Cicili bicili onca filminin ardından herhalde kuliste çok küfür ediyor. Ya da gümüş madalyayı, rekor küfürlü “The Wolf of Wall Street” sayesinde almış olmalı. Mevzu, kriz döneminde hisse senedi olunca, herkese bir kıssadan hisse düşüyor tabii.
Küfürlerin Türkiyelileştirilmesi
O kelime bağlamında Türkçe’ye gelince… Anlamı bizde sadece Türkçe’ye çevrilmiyor, katmerleniyor, Türkiyelileşiyor. O kelimenin ulusal bağlaçları, şahsiyatı, yolları-yöntemleri, ekindeki her türden nesneleri, soyağacının her dalına uzanan kapsamı, isim hatta okkalı, pis yemin yerine kullanımlarıyla bin beteri… O nedenle, o kelimeyi “Eşoğlu-sıpa”, “Vay bilmem ne vay”, “Seni gidi ….. seni” gibi iltifaten, sevecen sevecen kullanmak, ulusal mirası, aktivist kelime haznesiyle neredeyse imkansız.
Umuma açık, sevecen amaçlı kullanma çabası, takdire şayan da değil. Özetle, o bağlantıda efendice küfür edemiyoruz. Seviye belden yukarı çıkmıyor. Hemen hepsinde bir külhan ağzı, eril bir kibir, etiketleme, bir çakmalık var. “Nefret suçuna gider”in de doğrudan ya da imayla yanıp-sönen tabelası…
Amerika’da ise artık “F…” da pek eril değil, mesela “Shit” de… Servisine öyle başlansa da eril egemenliğini epey kaybetmiş. Kadının da çoktan ele geçirdiği bir mevzi. “Kitlesel protesto nidası” mertebesiyle de, solo değil senfonik, orkestral bir melodiye, tarihe sahip.
“Ama”sı bize düşmeyen hak
O iki küfür kurtarılmış biraz ama “B..ch” daha farklı. Belgeselde o küfrün erkekler için de sık kullanıldığı, herkes için olduğu vurgulansa da… O kelime, erkeği yine atfettiği “kadın özellikleri” üzerinden “aşağılayarak”, doğrudan kadına söylendiği ölçüde beter bir kurgunun izini taşıyor. Sicili, sabıkası çok kabarık…
Ancak belgeseldeki bazı röportajlarda kadınlar, bu kelimeyi de erkeğin dilinde dondurma, “geri kazanma” yolunda. “İstersek biz onu da iyi, daha yerinde, hatta size inat iltifat için bile kullanırız”. O kelimenin de üzerine dimdik yürümek, hatta “Velev ki…” diye diklenmek cesur bir itiraz, “ama”sı bize, müsebbibine düşmeyen bir hak. Geri kazanmaysa, yine ip üstünde mücadele…
Küfür et ama lanet okuma
Bir de “God damn (Lanet olsun)” var kuşkusuz. Amerikalılara göre küfür sözcüğünün en hafif kelimelerinden… Bizde de öyle, gündelik ama “Bela, lanet okuma!” uyarısıyla birlikte. İncil’de özellikle bahsi geçen tek küfür bu… Bir yanıyla da, dînî kelimeleri din dışında kullanmanın, dine hakaret olarak sayılması var. Küfür sayılmasının kökeninde de bu yatıyor. Sıradan marazana, tanrıyı, dini, laneti karıştıramazsın.
Bu nedenle o küfür, bazen o kelimeyi kullanmadan ya da değiştirilerek (euphemizm) devreye giriyor. “God damn it” yerine “Gosh darn it” diyorlar günaha girmeden… Kandırmaca, kandırma umudu insanın kanında var. “Allah seni kahretmesin” demenin daha gösterişlisi, daha gelişmişi. İç savaş yıllarında güneylilerin o meşhur “Damn the Yankees”i de tarihe geçmiş. Ama “Yankee Go Home” döneminde bunu atlamışız. Belki de yine efendiliğimizden…
“God damn it” konusunda bizim daha ileride, daha gelişmiş olduğumuzu düşünüyorum. Amerika’da bizim kadar zincirleme, tekerleme, beddua sanatı eşliğinde kullanılamıyor bence. Zira bizde bela, lanet, “söylemek” şeklinde değil “okumak” biçiminde… Sanatçı icrası, repertuvarı: “Allah bin belanı versin”, “Allah seni kahretsin”, “Allah seni sürüm sürüm süründürsün, inim inim inletsin”… Diye gittikçe gidiyor ilenme. İnanç meselesi…
Obama’nın papazının laneti
Kendrick Lamar’ın “Damn” albümüyse, o küfürle Rap’e Pulitzer bile kazandırıyor. 2005 yılında “Lanet Olası Kiralar Çok Fazla” partisi bile kurulmuş. Barack Obama’nın Papazı olarak anılan Jeremiah Wright ise “Tanrı Amerika’yı kahretsin, lanetlesin”i kilisede, vaazında seslendiriyor. Az uğraştırmıyor Obama’yı.
Bir şeyin içini boşaltmak, törpülemek, yontmak, onu nasıl kuşandığına, taşıdığına, nerede, ne zaman kullandığına ya da reddettiğine bağlı… Küfrün sofistike, belgeseldeki deyimiyle New Yorker seviyesinde sürümünden de söz ediliyor. Ama her küfrün, içeriğine, göndermesine, ilişiğine, etiketine, kime hizmet ettiğine, dozuna, kurgusuna, yüzdeki ifadesine, sırıtışına kadar bir sürü değişkeni de var. Tarihi geri planı da…
Ağır bir küfrü “oynayarak” argolaştırma, ardından “evcilleştirme”, uysallaştırma ve eski, “pis” itibarını yok etme fena bir yöntem değil gibi görünüyor. Fakat sıradanlaştırma, arsızının işini kolaylaştırma riski de taşıyor, bir yandan: “O küfür sayılmaz ki…” Ayrıca küfürden medet ummak, insanın kelime, duygu haznesine ihanet yahut güvensizlik sanki…
Mesele “Kullanmadan kılıfında taşımak mı makul, yoksa sadece bulundurma ruhsatı mı?” ikileminden de ibaret değil. Eve hiç sokmamak en iyisi ama dile kemik implantının çok sağlıklı olmadığı söyleniyor. Deyimindeki gibi “Dilin altına bakla” hikâyesi daha uygun. En azından bitkisel bir tedavi…
Küfren refleksif hâlleri
Bilmiyorum. Beni üzmeyen bir ayarım var gibi. Biraz bedduayla ilişkimi andırıyor. Nefesindeki “nefret” esintisi, -tutacağına dair endişem olmasa da- o “beddileğin” iç dünyadaki karşılıkları gibi nedenlerle küfür kategorisine yakın bulduğum bedduayı hiç kullanmıyordum zaten. Otomatik, refleksif hâlini bile… Öyle bir alışkanlığım olmadı. Bir çaba da gerektirmedi bu yüzden.
Onun yerine kullandığım daha “zengin”, “bıçkın”, daha dünyevî örneklerini de azaltarak bırakıyorum, bıraktım sayılır, çok uzun zamandır. Ama bazen kuytuda bir keyif sigarası… Kimbilir? Çoğunda tanığı olmadığı ya da sevgili tanıkları muhbirlik yapmayacağı için itiraf beklemesin kimse.
“Bip”lemenin galiz tehlikeleri
Bir de “bip” meselesi var ki bir süredir kalın okunan kelimelerin bile biplendiğini söylemek mümkün. Dizilerde, filmlerde öyle naziğiz, öyle artistiz yani… Yalnız faydasından çok zararı var bence. Kendimden biliyorum… Mesela sıradan bir argoyu, “Kahretsin”i filan biplediler mi, kelimeyi çözemediğim için aklımdan bildiğim tüm küfürleri geçiriyorum, sonra kendimce en uygununu oraya yerleştiriyorum. Ve cık cıklayıp, ayıplıyorum… Şüyûu vukuundan beter. Hem de zararlı bir pekiştirme…
Özellikle her sahnesi, mutluluğu/mutsuzluğu bağır çağır yerli dizilerde, o “bip”in yerine, en galizi geliyor aklıma. Her mimik, her replik abartılı, bağırtılı çünkü. “Lan, lanet, pislik” filan gibi sıradan uygunsuz kelimeler o “duygu”yu, o “volume”u karşılamıyor. Bu bazen haberlerde de geliyor başıma. Lâkin siyasi haberlere pek “bip” koymuyorlar. (Bkz: Hakaret Hukuku’nun “kime ettiğine bağlı” bendi.) Ben yine de imalarını anlıyor, karşılığını içimden yerleştiriyorum.
Küfür değil teşhircilik
Küfretmeden “küfür” kullanmak da var gibi. Ama “dudak tiryakiliği” bu hâli karşılayan bir deyim değil. Çünkü o küfürbazlığın ana dalı zaten. Onları “şahsiyetsiz”, galiz küfürden ayırmanın yolu, “şahsiyatsız küfür” başlığıyla olabilir mi… Onlara “edepli”, efendice, “marine-terbiye edilmiş” küfürler demek uygun mu… Bilemiyorum.
Edepli küfürlerin bile Azalan Verim Yasası ile en asgariye, “istisnai” durumlara, titiz bir içerik ayarıyla inmesi dileğiyle… Geçiş sürecinde de; sadece haklı iç isyanlarda, sessiz ama bakışı-duruşu, içi konuşkan yaratıcı protestolarda, senli benli küfre dönüştürmeden dar alandaki kısa, zarif, tebessümlü paslaşmalarda, “insanca”, efendice, ayrımcılıktan uzak, edası-sedası hoş, asla incitmeyen bir stille kullanılması umuduyla… Ki bu daha çok edebî argo oluyor galiba.
Asıl temennim; koca koca adamlar sırtını, hatta yüzünü dönüp umuma açık yapmasınlar. Küfür, hakaret değil teşhir, selfie oluyor. Benden -efendice- söylemesi…
BİR FİLM/BİR REKOR
EN UZUN “SHIT” ÇEKME REKORU
İlginç bir anekdot… O meşhur “Shit”, tuvalet ihtiyacının ortak, ortalıkta giderilen bir şey olmaktan çıkıp, mahreme girmesiyle küfür oluyor. Ve Afro Amerikan katkılı İngilizceyle “The Shit” olunca üzerindeki o pis yükten de kurtuluyor. “O şey”, “O zımbırtı” gibi… Hatta tersine bile çevriliyor: “Good shit”… Cümle içinde kullanırsam; “Sende mi saf alkolden rakı yapıyorsun? Good shiiit, bro…”
“Shit” de “F…” gibi hazırlıksız yakalanma durumlarında çok geçerli bir refleks. En edeplisi “Hay …..” deyip, gerisini saydırmadan o şoku atlatmak. “Shit” zenginliği bizde de olsa, durumu yarım ağız, küfür gibi durmayan, oralara gitmeyen bir argo desteğinde savuşturmak, her şeyi içine atan kızgın bünyeler için daha sağlıklı olabilir. Ayrıca bizde onu küfür olarak kullanırsan biraz muhallebici de kalabilir. Üstüne ağır çıkarlar, eli anında artırırlar. “Shiiit” der, öyle kalırsın ortada…
Aktör Isiah Whitlock Jr. da bu kelimenin duayeni… The Wire dizisinde bu kelimeyi bir tenor başarısı ile uzattıkça uzatıp, onu markası yapmıştı. Belgeselde de rekorunu egale ediyor. Çok mutlu, zapt edilmez neşeli, tüm kariyerini en uzun “shit” çekmeye borçluymuş gibi… (Bakın “gibi”li kibarlık yapıyorum.) Aklıma küfür ederek “güldürükçü” olmaya çalışan yerli emsalleri geliyor.