Kültür insanlar tarafından var ediliyor, ama aynı zamanda insanı var eden, tanımlayan da kültür; gündelik yaşantımızda oturup kalkmamızdan düşünme biçimimize kadar -ontolojik, politik, sosyolojik, psikolojik- deyim yerindeyse istesek de ayrılamadığımız parçamız.
Her ne kadar ilk anda aksini iddia etmeye yeltensek de iktidar da -iktidar etme, olma- kültürden aşağı kalmıyor.
Bu iki kavramın genel algısı ise neredeyse kişiye göre değişiyor; kültür deyince ucuna sanat ekleniveriyor. İktidar deyince de siyaset. Sıklıkla da bu ikisinin çatıştığı, birinin diğerine hükmetmeye çalıştığı yönünde tartışmalar devam edip gidiyor.
Anladığınız gibi, bu seferki röportaj dizimizin konusu “Kültür ve İktidar.” İlk bölümde farklı isimlerden görüşlere yer vererek konuya giriş yapmaya niyetlendik. Sonraki haftalarda klasik tarzda röportajlarla konuyu incelemeye ve anlamaya devam edeceğiz.
Bu bölümde “Kültür ve iktidar gibi yoğun anlamlarla yüklü iki kavram yan yana gelmek zorunda mı, niçin?” sorusunun peşine düştük. Aldığımız cevaplar şöyle:
Feyza Akınerdem, sosyolog
Kültür ve iktidar birer sosyolojik kavram olarak birbiriyle ilişkili olguları açıklamaya yarar. Burada karışıklık şundan kaynaklanıyor: Kültürü hem insanların üzerinde ortaklaştığı ve uzlaştığı pratikler için, hem de insanları birbirlerinden sınıfsal, etnik ya da siyasi olarak ayıran uzaklaştıran pratikler için kullanıyoruz. Örneğin bir aile düzeni içinde nasıl yaşayacağımıza dair bilgimize kültür diyoruz ve bu bilgiyi paylaşanlara yakın hissediyoruz. Bir metni anlamamıza yönelik birikimimize kültür diyoruz ve “kültürlü” olanlar olarak “kültürsüz” olanlardan ayrılıyoruz. Ya da bir başkasının eksiğini gediğini tanımlayıp yargılarken yine kültür diyoruz. “Onların kültüründe insan öldürmek normal” diyebiliyoruz meselâ. Her üç örnekte de bir yakınlaşma ve ayrışma biçimi tarif etmeye çalıştım.
İktidar ise bu yakınlaşma ve ayrışma biçimlerini yönetme gücünü anlamamıza yarayan bir kavramdır. Yani kültür iktidarın bir aracıdır, insanları bir araya getirmeye veya düşmanlaştırmaya ya da kategorilere ayırarak gözlemleme, yönetme ve denetlemeye yarar. Siyaset etme biçimine göre hangi kültür tanımının ön plana çıkacağı değişebilir. Popülist iktidarlar, kültürü bir anlama ve yaklaşma aracı değil düşmanlaştırma aracı olarak kullanabilir.
Örneğin Türkiye’nin kuruluşu bu açıdan ilginç bir deneyimdir: Kurucu iktidar, bir yüksek kültür tanımı yaparken vatandaşlığı da bu yüksek kültüre erişmede bir yol olarak tanımladı. Kültürel sermayeyi radyo ve televizyon yoluyla tüm vatandaşların erişimine açtı. Dolayısıyla kültürü görünür bir eşitleme, örtük bir dışlama aracı olarak kullandı. Kitleleri birbirine karşı mobilize etmeye dayalı bugünün popülist siyaseti ise kültürü bu şekilde kullanmaktan oldukça uzak. Cumhuriyet’in “yüksek kültüre erişme yolunda ilerleyen” vatandaş tanımı, bugünkü popülist siyasetin sürekli beslendiği düşmanıdır. Birincisinin imkânsızlığı, ikincisinin varoluşunu besler. Türkiye’deki kültürel iktidar tartışmasını bu pencereden okuyorum.
Görgün Taner, İKSV Genel Müdürü
İktidar tanımının içinde güç ve otorite vardır. (İllâ ki kaba kuvvet olmak zorunda değil.) Kudret vardır. Başkalarını, bir nevi itaat etmeye davet vardır. Gücünü gösterme vardır. Sınıfsaldır. Şu ya da bu şekilde bir anlayışın, zümrenin ya da ideolojinin tahakkümüdür. İktidar siyasi, toplumsal ve iktisadi alanda gücünü gösterebilir. Hatta gerçekten “iktidar” olabilir.
Kültür çok katmanlı, çeşitli entelektüel üretimlerin bir araya gelişinden oluşan; evrensel, genel geçer doğrular çerçevesinde hem ülke sınırları içinde hem de dışında büyük bir eko sisteme katkıda bulunup tarihte iz bırakmasıdır. Hatırlanması, başka üretimleri motive etmesi, yol göstermesi gerekir.
Tüm dünyada kabul gören, etkileyici ve sonraki kuşaklar tarafından da üzerinde konuşulacak kültürel ve entelektüel üretimi gerçekleştirmek için tek bir doğruya bağlı kalmamak, eleştirel düşünceye sahip olmak, ifade özgürlüğünü şiar edinmek, hukukun üstünlüğünü en üst satıra yazmak gerekir. Bu nedenle diğer alanlarda gücünü göstermek ve iktidar olmak, kültürel alanda geçerli olmayabilir. Değerlendirme kriterleri evrensel, uzun soluklu ve yaratıcı bir dünyaya hitap ettiği için her ekonomik veya siyasi başarı göstergesi beraberinde kültürel sıçramayı da getirmez.
Kültür çok katmanlı toplumsal ilişkilerin içine de sızar. Bu nedenle iktidar olma gibi bir hevesi ve amacı olamaz. İktidarların da (hangi kültür, nerede olsun) seçimi, yukarıda belirttiğim evrensel genel geçer doğrular yerine gelmedikçe ancak bir temenniden öteye gitmez. Önemli olan kültürün ve kültürlerin çeşitliliğini ve biraradalığını gözetmek ve onlara soluk alacak ve üretimi sürdürecek ortamları yaratmaktır.
Hayati Tüfekçioğlu, sosyolog
Sosyoloji bilimi “kültür”ü doğrudan toplumların kimliği ile ilişkilendirmektedir. Toplumlara kimliklerini kazandıran, geçmiş deneylerinin oluşturduğu bir “kültür”ü ve buna bağlı olarak bir kişiliği vardır. Ulusal kimlik de denilecektir buna.
Bu açıklama tarzındaki zafiyeti rahmetli Baykan Sezer’den alıntıyla açıklayayım: “Kültür kavramının kapsadığı olaylar belki bir toplumun kimliğini saptayabilmemize izin vermektedir ama bu, söz konusu kimliğin nasıl oluştuğu konusuna yanıt getirmekten uzaktır.” Sosyolojide kültür konusuna çokça değinilmektedir ama kültürü oluşturan temel unsurların neler olduğu üzerinde yeterince durulduğu söylenemez.
Toplumun yapısı da kimliği, kişiliği, başka türlü ifade edersek “kültür”ü de sorunun özelliklerine ve çözümün gereklerine uygun olarak biçimlenmektedir. Çözümü, uygulanacak siyaseti belirleyen iktidardır; kimliği ve kültürü belirleyen yönetim mekanizmasıdır. Üretilen çözüm de buna bağlı olarak gelişen kültür de değişik toplumların, çeşitli alanlarda kurdukları çok yönlü ilişkilerin bir ürünüdür. Kapsamlı çözümler, toplum içi değil uluslararası ilişkiler dinamiğinin bir sonucudur. Ve buna bağlı olarak da toplumlar kendilerinden farklı toplumlarla girdikleri ilişkilerinde kimliklerini ve kültürlerini oluştururlar.
Hülya Yazıcı, ressam, küratör
Ortak bir coğrafyayı paylaşanların, insanlık tarihi kadar eskiye ve bugüne uzanan birikimini kültür olarak tanımlayabiliriz. Bu birikim çoğu kez zaman içinde doğallıkla kimi zamansa coğrafi şartlar, inanç, siyaset, savaş ve göç etkenleriyle kendini var eder. Coğrafyamızda hayat bulan ve birbirinin devamı kültürel kaynaklardan ortaya çıkan sanatların; Rönesans’la başlayıp aydınlanmayla devam eden modernleşme sürecinin dışında kalması beklenemezdi elbette. Çünkü sanatın ortak dili, evrenselliği etkilenmeye açıktır, doğru olan da budur. Diğer taraftan, belirlenen normların dışında kalan ve kendi içinde yapılanmasını sürdüren tamamen geleneğe bağlı sanatların da (geleneğin deformasyonuna, değişimine izin vermeyen) güncele kapalı, içinde yer alamayan yenilikçi grupları dışlayan bir iktidara sahip olduğunu görüyoruz. Bu durum değerlendirildiğinde, rüştünü ispat edememiş, bir kültürel yapıyla karşı karşıya olduğumuz düşünülebilir. Yaşadığımız bu çarpıklığın, devletin kendi ideolojisi yönünde bir tarafı koruma altına almasıyla düzelebileceğine inanmıyorum. Bu tutum olsa olsa ihmal edilmiş, dışarıda bırakılmış geleneğin mirasını gün yüzüne çıkarmaya ve korumaya yarayabilir; fakat kesilmiş bir süreci kaldığı yerden onarmaya, sürekliliği tesis etmeye yetmeyebilir.
İhtiyacımız olan; kültürü “iktidar” bileşeninden kurtarmak. Bu şekilde ön yargılardan uzaklaşılarak geçmişi reddetmeyen, şimdiye ve geleceğe kendi kimliğini taşıyabilen, şeffaf ve esnek bir yapının oluşumuna zemin hazırlanabilir.
Mehmet Lütfi Şen, küratör
Ne yazık ki yan yana gelmek zorunda çünkü öbür türlüsünü insanlık hâlâ öğrenemedi. İktidarın kültür sanatı kösteklemeden destekleyen bir yerde durması lâzım.
Kültür ve sanat her zaman desteklenmek zorunda çünkü bütün topluma değer katıyor ama toplum henüz kültürü destekleyecek imkâna, ufka sahip değil. Asıl önemli olan şu, kültür ve sanata verilen destek; destek verenlere prestij, topluma moral olarak geri döner. Konunun özü budur. Meselâ özel ya da resmi bir kurum, bir sanatçıya destek verdiğinde; aslında desteklenen o kurum ve toplum, destekleyen de sanatçıdır.
Sevengül Sönmez, editör
Kültür ve iktidar kavramlarını hem yan yana gelemeyen hem de sürekli birlikte anılan iki kavram olarak gördüğümü belirtmek isterim. Çünkü Franco Moretti’nin Mucizevi Göstergeler kitabında dediği gibi “Kültürel alandan hiç kimse tam anlamıyla iktidarda değildir.” İktidarın kültürü biçimlendirerek kendine politik, meşru ve yeniden iktidara gelmek için zemin yaratmaya çalışması da kültürel geçmişi ve alt yapısı sağlam olmayan tüm toplumlarda karşılaştığımız bir durumdur. Ayrıca devrimler ve ulus devlet inşası sonrasında yaşanan büyük kültürel değişim planlarını da bu değiştirme çabasına eklemek gerekir.
Besim Dellaloğlu da Poetik ve Politik kitabında “kültürün üç farklı boyutu olduğu ve bunların antropolojik kültür, müfredat ve maarif şeklinde ifade edilebileceğinden” söz eder. Antropolojik kültürün iktidarın elinde şekillenmeye müsait olduğunu, bugünün Türkiyesi’nde de sağda olduğunu söyler. Müfredat ve maarif ise soldadır.
Türkiye’de siyasal iktidar, elinde olmayan kültürün peşinde koşarken kendini besleyeni hor kullanmakta, ulaşamayacağı kültürü de küçümsemektedir. Dolayısıyla yan yana gelemeyen bu iki kavram, sürekli olarak diğerini değiştirmeye/yenmeye/yok etmeye çalışan iki organizma olarak yaşayabilir. İktidarla kültür barışamaz, barışma zemini varlık mücadelelerini anlamsızlaştırır, bazı durumlarda kısa süreliğine yan yana durabilir belki.