Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Irak, İngiltere tarafından, yönetimde kolaylığı sağlamak amacıyla onüç vilayete bölünür. Bağdat’taki Yüksek Komiserliğe karşı sorumlu olan bir Siyasi Subay tarafından yönetilen her bir vilayet, iki veya daha fazla ilçeden oluşur. İlçelerin başında da bir Yardımcı Siyasi Subay bulunur.
Siyasi Subayların başlıca amacı, idari birimleri kurmak ve aşiretler arasında kanun ve düzeni tesis etmektir. Başlangıçta bölgenin inşasında askeri unsurlar daha büyük bir ağırlığa sahipken zamanla posta, telgraf ve demiryollarıyla ilgili işleri de üzerine alan siyasi yetkililerin önemi artar.
Siyasi subaylar nizamı korumak, adaleti sağlamak, gelir elde etmek, vergi toplamak, belediye ve sağlık hizmetleri ile uğraşmak gibi birçok görev üstlenirler. Ayrıca, çalıştıkları bölgenin coğrafyası, doğası, yapısı ve orada yaşayan aşiretlerin gelenekleri hakkında tam bilgi edinmek de, kendi yükümlülüğü altındaki insanların refahını ilgilendiren her konuda sorumluluk almak da siyasi subayların vazifesi olarak addedilir.
“Deux es machina”
Bu bağlamda siyasi subayların hayatı kolay sayılmaz. Zorluk üç noktada kendini gösterir: Birincisi, yükümlük sahalarının geniş ve altına girdikleri yükün büyük olmasıdır. İkincisi, bilmedikleri diyarlarda ve alıştıkları yaşamdan uzak koşullarda çalışmak durumunda kalmalarıdır. Üçüncüsü de gittikleri yerlerde halkın onları yüksek beklentilerle karşılamasıdır. Halk, siyasi subaylara bir “deux es machina”, “her derde derman olacak kutsal yönetici” gözüyle bakar.
“Herkes altın çağın başladığına inanıyor ve büyük bir refah dönemi bekliyordu. Onlara göre tarımsal üretim on kat artacak; demiryolları ve kanallar inşa edilecek ve ticaret hızla gelişecekti. Tüm bu beklentileri karşılamak için var olan olanaklar kullanıldı. Ancak ne var ki Doğulu her zaman idealisttir; muhteşem kalesinin planlarını çizerken maliyetini pek düşünmez. Bu nedenle Mezopotamya sakinleri sadece, bir çağın sihirli bir değnekle altına dönüşmediğini görmekle derin bir hayal kırıklığına uğramadılar, bireysel özgürlüklerini de kaybettiklerini görünce büyük bir öfkeye kapıldılar.” (s.21)
William Rupert Hay da, İngiltere’nin Irak’taki yardımcı sivil subaylarından biridir. I. Dünya Savaşı esnasında önce Hindistan’da, sonra Mezopotamya’da bulunan Hay, 1916’dan itibaren sivil yönetimde görevlendirilir. İlkin, İran sınırındaki küçük bir kasaba olan Mendeli’ye tayini çıkar ve Ekim 1918’e kadar burada kalır. Akabinde Altınköprü ve Koy’da çalışır.1 Kasım 1919’da Erbil, Koy ve Rewandiz ilçelerinden yeni bir Erbil vilayeti oluşturulunca Hay da buraya Siyasi Subay olarak atanır ve bir yıl boyunca bu görevde kalır.
“Kürdistan’da İki Yıl”*, Hay’ın Ekim 1918-Ekim 1920 tarihleri arasındaki Kürdistan tecrübesini aktaran bir kitap. Hay, keskin bir gözlemci; bölgenin coğrafyası, yaşam biçimi, gelenekleri, ekonomik yapısı ve ticareti hakkında ayrıntılı bilgiler verir. Keza muhatap olduğu kişilerin hem şahsi özelliklerini hem de siyasi tavırlarını, kendi penceresinden, okurlara akılcı bir dille sunar.
“Adı var sınırı yok”
Hay, Bağdat’ı “peri masalların başkenti” ve Arapları da “kızgın atlarını belirsiz çöllere doğru şaha kaldıranlar” olarak resmeden bir kültürün içinden geldiğini belirtir. Ülkesinde kamuoyunun Kürtlere dair bilgisi de yok mesabesindedir. Kamuoyu, onları ya hiç tanımaz ya da “haydutların en vahşileri” olarak bilir.
Oysa Kürtler, Ortadoğu’nun en enerjik ve mert haklarından biridir. Ortadoğu haritalarında “Kürtlerin ülkesi” anlamına gelen “Kürdistan” adına rastlanır, ancak Kürdistan’ın nerede başlayıp nerede bittiğini gösteren bir sınır bulunmaz. Kürdistan’ın adı var ama sınırı yoktur.
“Kürdistan, şu anda İngiliz kontrolü altında bulunan Kuzey Mezopotamya’nın büyük bir bölümünü, İran’ın batı sınırı boyunca uzanan geniş bir alanı, Türk kontrolü altında bulunan Van, Erzurum, Bitlis, Harput ve Diyarbakır’ı içeren bölgeyi ve ayrıca Fransızların yönetimindeki Halep’in kuzeyinde kalan bölgeyi de içine alan bir coğrafi terimdir.” (s. 45-46)
Kürtler, aralarında bir uyum ve birleşme arzusu bulunmayan ve bunun içinde pek heves göstermeyen bir aşiretler topluluğu görüntüsü sunarlar. Kendilerini güvende hissettikleri dağlarda yaşarlar ve bir devlet üzerlerinde az da olsa bir otorite kurduğunda ona saygı gösterirler. Hay, Kürtlerin Aryen ırkından ve Medlerin torunları olduklarının varsayıldığını belirtir, tarihteki en meşhur Kürt olarak da Selahattin Eyyubi’yi işaret eder.
“Ülkesine acı çektiren birer Helena”
Hindistan’da iken Arapça ve Farsça öğrenen, Mezopotamya’daki vazifesi sırasında da Kürtçe ve Türkçeye akıcı bir biçimde konuşacak kadar vakıf olan Hay, Kürtçeyi Farsça bilen birinin çok rahat öğrenip sözlü iletişim kurabileceği ilginç bir dil olarak niteler. Kürtçe, Arap alfabesiyle yazıya dökülür ama Kürtçe yazı dili olarak gelişmez. Yazışma dili olarak Erbil’deki Kürt beyleri Farsçayı, Musul’daki Kürt beyleri ise Arapçayı tercih ederler.
Bir ara Süleymaniye’deki İngiliz Siyasi Subayı Binbaşı Soane, halkı kendi anadillerine yöneltmek için çok uğraşır. Mesela resmi yazışmalarda Kürtçeyi zorunlu kılar, Kürtçe bir gazete çıkarılır, Latin alfabesine geçilmesi önerisi ortaya atılır. Binbaşı Soane, iki İngilizce-Kürtçe sözlük hazırlar. Ancak bütün bu çabalar Kürtçeyi yazı dilinde arzu edilen seviyeye getirmez. Hay, yazılı Kürtçenin geride kalmasını, Kürtlerin büyük oranda dağınık yaşamaları ve merkezi bir otoriteye bağlı bulunmamalarıyla açıklar.
Çoğunluğu İslam dininin Sünni mezhebinden olan Kürtler, kadınlara diğer Müslüman halklardan daha fazla değer verirler. Kamusal alanda boy gösteren Kürt kadını, aile reisi olan erkeklerin üzerinde, az ya da çok, bir etkiye sahiptir. Nadir de olsa kadınların bir köyün muhtarı ya da oğlu adına eşinin mülkiyetine el koyduğu zamanlarda aşiret reisi olduğu görülür. Hay, kadınların kazandığı bu statünün genelde kargaşayla neticelendiğini yazar.
“Namus ve onur bir Kürdün sahip olduğu en değerli şeydir.” Namus ve onur kavramlarının merkezinde ise, kadınlar bulunur. Doğasıgereği sert olan aşiret kuralları bir kadının onurunun ve namusunun söz konusu olduğu durumlarda çok daha sertleşir. Dolayısıyla, bir kadının namusuna el uzatılması ya da bir kadın yüzünden onuruna halel geldiği düşüncesi Kürt ailelerini ve aşiretlerini intikam almaya yöneltir ve aralarında çok kanlı çatışmalara sebebiyet verir.
“Kürdistan’da kadın, karmaşaların ve kavgaların birçoğunun nedeni. Birçok kadın, ülkesine acı çektiren birer Helena adeta.” (s. 76)
“Pastoral bir halk”
Hay, Kürdistan’da çocuk doğum ve ölüm oranlarının çok fazla olduğunu, evlilik ve boşanmanın ise erkeklerin lehine ve kadınların aleyhine kurallarca tanzim edildiğini ifade eder. Başlık parasını, bir hayli zevkli ve eğlenceli uzun bir zamana yayılan düğün merasimlerini, bir genç kızla evlenme hakkının öncelikle amcaoğlunda olması kuralını ve bunun yarattığı bazı faciaları ayrıntılarıyla ortaya koyar.
Ona göre, Kürtler ile Arapların göçebe yaşamları arasında derin bir fark vardır. Göçebelik, Arapların kendi seçimidir ve onların yerleşik hayata geçmeye ikna edilmeleri zordur. Buna mukabil “pastoral bir halk” olan Kürtler için göçebelik ise, ya bir mecburiyet ya da bir alışkanlıktır. Kendilerine daha yararlı olacağını anladıkları anda Kürtler, yerleşik hayata geçmeye hazırdır.
Kürtlerin en güzel özelliklerinden biri konukseverlikleridir. Aslında dinin bir emri olduğundan konukseverliğin bütün Müslüman halkların önde gelen özelliklerinden biri olduğu söylenebilir. Fakat Hay’ın deyimiyle “Kürtler bunu bir sanat haline getirmişlerdir.”
“Şayet bir kadeh çay içmek için beyin evine uğramadan köyden geçip giderseniz, köyün beyi bunu kendisine büyük bir hakaret olarak kabul eder. Birçok kez iradem dışında içeriye götürülmüşümdür. Araplar da bu konuda çok ısrarcı olup aynı zamanda daha hoşsohbettirler ancak misafiri onlar kadar rahat ettirmezler.” (s.58)
Bir Kürt beyi ziyaret edildiğinde üç kurala mutlaka uyulması gerekir. Ayaklarını bir başkasına doğru uzatmamak, yemeği ağzına sol elle götürmemek ve köpekleri okşamamak. Kurallara riayet, ev sahibini rahatlatır. Biri sönmeden diğeri yakılan sigaralar, köpüklü kahveler ve demli çaylar, ziyaretlerin vazgeçilmezleridir. Yemek yediği vakitler hariç bir Kürt sigarayı ağzından düşürmez. Sofra kalkar kalkmaz kahveler gelir. Kahveyi çay takip eder.
“Kürtler çayı çok içerler ve eve bir misafir gelir gelmez semaver ve bardaklar hemen hazırlanır… Çaya, süt ilave edilmez. Şekersiz içilemez. İki veya üç bardak içmeniz gerekir ve her seferinde bardak tekrar doldurulmadan önce iyice yıkanır.” (s. 60-61)
“Zahirbîn kişilik”
Hay “Ortadoğu’da tanıdığım en iyi insanlar, en iyi halk” olarak tanımladığı Kürtlerin kişilik özelliklerini birkaç noktada toplar: Birincisi, Kürtler -diğerlerinden farklı olarak- çalışkan, sakin ve azla yetinmesini bilen insanlardır. İkincisi, eğer aşırı derecede fakir değillerse, her zaman temizdirler. Üçüncüsü, bağnazlığa varacak kadar ahlaklıdırlar. Dördüncüsü, kısa, öz ve dobra konuşurlar, çok inatçıdırlar, espri anlayışları kıttır. Beşincisi, tüm Kürtler beklenmedik bir zamanda kendini gösterebilecek şiddetli bir öfkeye sahiptirler.
“Bir rivayete göre gecenin karanlığında sohbet ederek yürüyen iki Kürdün yıldızların kimliği hakkında başlattıkları tartışma ikisinin de ölümüyle sonuçlanmış… Kürt, adam öldürmede pek tereddüt etmez ve akan kandan da hiç etkilenmez. Ganimet elde etme fırsatını yakaladığı anda tüm hasis duyguları ön plana çıkar.” (s. 69)
Hay’ın en önemsediği özellik ise Kürtlerin “zahirbîn” bir kişiliğe sahip olmasıdır. Bununla kastedilen, Kürtlerin ileriyi görememeleri, salt kendisinden önce olanları görmeleri ve davranışlarını da buna göre belirlemeleridir. Ona göre böyle bir kişiliğin gelişmesindeki en temel neden, maruz kaldıkları baskılardır. Türklerin onları Osmanlılaştırmak için bütün milli duygularını bastırmaları, Kürtlerde kendilerini ve soydaşlarını küçük gören bir bakışı hâkim kılmıştır.
“Kendisine sürekli ‘zahirbîn’; bir şeyin sadece dışını gören, ‘tamahkâr’; para canlısı ve ‘wahşî’; vahşi gibi özellikler atfeder. Her zaman bir Kürtle bir öğrenciyi karşılaştırırım. Okul çağındaki bir delikanlı gibi tam gelişmemiş bir doğası var. Çoğu durumda ağırbaşlı ve sakin, kolay şaşıran, büyüklerin eli sopalıysa onlara karşı itaatkâr, çok fazla baskının ve yumuşaklığın yapısını aynı derecede bozduğu, sıklıkla hesapsız bencillikler yapan ve diğer insanların duygularını göz ardı eden, gizlilik konusunda çok sert kuralları olan ve ciddi muziplikler yapma konusunda hazır bir kişilik yapısına sahiptir.” (s. 70)
“Sans culottes” ve “çekirge sürüsü”
Hay, yalnızca Kürtleri değil, o coğrafyada yaşayan Türkleri, Farsları, Arapları, Keldanileri, Protestanları ve Yahudileri de tahlil eder, onların birbirleriyle olan ilişkilerini ve birbirlerine nasıl baktıklarını da kayda geçirir. Anlattıklarından bilhassa Kürtler ile Araplar arasında yüksek bir tansiyon olduğu sonucuna varılır.
Ona göre, doğuştan tembel ve üşengeç olan Arapların tek isteği, orta düzeyde bir yaşam sürmeye elverecek bir kazanç elde etmektir. Kürtler ise sürekli para kazanma ve zenginleşme duygusuyla doludurlar. Bu nedenle Kürtlerle Arapların birlikte yaşadıkları yerlerde, Kürtler alanlarını genişletip güçlenirken Araplar sıkışıp zayıflarlar.
“Tahmin edilebileceği gibi Kürtler ve Araplar birbirlerini hiç sevmezler. Araplar temel olarak dönek yaradılışlı, bir enerjik bir tembel yani tutarsız ve güvenilmez; ancak son derece neşeli, konuşkan ve esprilidirler. Temizlik ve ahlaki konularda hayvanlardan biraz daha iyiler. Tutarlı, çalışkan ve dürüst olan Kürtler, onları ikinci sınıf varlık, geveze maymun veya pis ve istenmediği yere yüzsüzce gidebilen utanmaz bir sans-culottes (baldırı çıplak) olarak görüyorlar.” (s. 95)
Lakin burada çok ilginç bir durum var. Kürtler, bu son derece ağır sıfatlara sadece sıradan Araplar için başvururlar. Soylu Araplara ise üst düzey saygı gösterirler. Hatta hemen her Kürt beyi, Arap soyuyla övünür ve kendi ailesi ile Peygamber ailesi veya onun akrabaları arasında bir bağ kurmaya çalışır. Araplar da Kürtlere karşı hayırhah düşünceler taşımazlar.
“Araplarsa, Kürtleri üzerlerine çökmüş ve hareket özgürlüklerini kısıtlayan bir karabasan olarak görüyorlar. Şöyle bir atasözleri var:
Dünyada üç tane musibet var:
Kürt, fare ve çekirge sürüsü” (s.96)
“Bize güvenmiş halkı çobansız bırakmak”
Hay’ın görev yaptığı yıllar, Mezopotamya’da çalkantılı geçer. İngiliz idaresinin halkın beklentilerine karşılık verememesi, taleplerini karşılayamaması ve verdiği sözleri yerine getirmemesi, çeşitli ayaklanmalara neden olur. Mayıs 1919’da Şeyh Mahmud Berzenci, Süleymaniye’deki bütün İngilizleri tutuklatıp bağımsızlığını ilan eder. İngilizler, Haziran ayında ayaklanmayı bastırırlar ama Hay, Berzenci isyanının Irak’taki İngiliz otoritesine onarılamaz büyüklükte bir hasar verdiğini vurgular. Ocak 1920’de Surçi’de bir ayaklanma başlar ve kısa sürede Kürdistan’a yayılır. Temmuz 1920’de Araplar da İngiliz yönetimine başkaldırır. İngilizler kontrolü ancak Eylül 1920’de sağlayabilirler.
Hay, bütün bu kargaşanın meydana gelmesinde İngiliz sivil yönetiminin yetersizliğini kabul eder ancak başka faktörlerin daha büyük bir rol oynadığını ileri sürer. Aşiretler arasındaki rekabeti, bazı aşiretlerin barışçıl uğraşlardan bıkıp umutlarını kesmelerini ve hükümetinin başta Erbil olmak üzere bu coğrafyada gerektiği kadar askeri güç bulundurmamasını, bu çerçevede dile getirir. Hükümetin saygınlığı ile askeri gücün tahkimatı arasında doğrudan bir bağ kurar. Ona göre, İngiltere’nin orada zayıf bir iktisadi ve askeri kuvvetle var olması sorunları çözmez, oradan zamansız çekilmesi ise felaket doğurur.
“Kürdistan’ın geleceği hakkında fikir yürütmek bu kitabın kapsamında yer almıyor, ayrıca yazarın tartışma sahası da değil; ama eğer bir Türk yönetimi veya benzer bir güç yerine geçmeden Britanya oradan çekilirse, ülkenin ciddi bir anarşiyle yüz yüze kalacağını söylemekten kendimi alamayacağım. Finansal nedenlerin geri çekilmeyi zorunlu kıldığının veya fazla seçenek bırakmadığının kabul edilmesine rağmen, orada halka, zorbalara karşı bir rahatlama getirmekten ve adil bir yönetim sunmaktan vazgeçip sadece kendi amaçlarımıza odaklanarak bize güvenmiş olan halkı çobansız bırakmak ve aşiretlerin kontrolsüz kan davası arasında ve parçalanmışlık içinde bırakmayı düşünmek çok zor.” (s. 335)
“Sıra dışı bir ülke”
Erbil’deki siyasi subaylık görevi Eylül 1920’de sona erer Hay’ın. Vilayeti yenden düzene sokmak için hükümetinden biraz daha zaman ister, böylelikle görev süresi Ekim’e kadar uzatılır. Ekim 1920’de Kürdistan’a veda eder ve yeni bir görev için Hindistan’ın yolunu tutar. Onun kendi deneyimlerinde yola çıkarak sunduğu örneği, aslında 20. yüzyılın başında Ortadoğu’yu şekillendiren hissiyatın ve zihniyetin bir yansıması olarak okumak da mümkündür.
Tanıdık bir duyguyla bitirelim bu hikâyeyi. İlk kez ayak bastığında Mezopotamya hakkında neredeyse hiçbir bilgisi yoktur Hay’ın. Fakat çalışıp zaman geçirdikçe bölgeyi ve sakinlerini tanıma olanağı bulduğu için kendini şanslı sayar. Bu coğrafya ile arasında sarsılmaz bir bağ oluşur. Hayat yolculuğunda yolu kaçınılmaz olarak başka diyarlara düşer ama Kürdistan hasreti baki kalır:
“Kürdistan’dan öylesine büyük bir keder içinde döndüm ki inşallah bir gün kazara yolum oralara düşer de yine de bitmek tükenmek bilmeyen konukseverliğinin tadını çıkartırım ya da karanlık dağlarındaki tehlikelerine meydan okurum. Burası, hiç bozulmamış bir ırk tarafından iskân edilen sıra dışı bir ülke; şimdiye kadar dağlık bölgelerine hiçbir Avrupalı seyyah gitmemiş; ilkel insanlığın naif yabaniliği ve katıksızlığına sadık kalmış, hala Altın Çağı’nı yaşayan bir halkla karşı karşıyayız…
Bazen Maxmur’da bir gece geçirmek veya Rewandiz yolunda Boğaz’da tekrar at sürmek için ömrümün geriye kalanını feda edebileceğimi düşünüyorum.” (s. 333-334)
* William Rupert Hay, Kürdistan’da İki Yıl, Çeviri: Fahriye Adsay, Avesta Yayınları, İstanbul, 2005.