“Kürt Hâkim”* Kürt siyasi hayatında önemli bir yeri bulunan avukat, şair ve siyasetçi Faik Bucak’ın yaşamını ve mücadelesini anlatan bir kitap. Yusuf Serhat Bucak konuya dair kitaplardan, makalelerden, gazete arşivlerinden, şahsi görüşmelerden ve kendi hatıralarından istifade ederek yazmış babasının öyküsünü.
Kitap, bize, Faik Bucak’ın hayat çizgisine iki kadının doğrudan tesir ettiğini anlatır. Kadınlardan biri, annesi Kudret Hanım’dır. İsmiyle müsemma bir kişiliğe sahip olan Kudret Hanım, çocuklarına hem sağlam bir Kürtlük bilinci aşılar hem de onların okumaları için bütün imkânlarını seferber eder. Faik ilkokula köyde başlar, Siverek’te tamamlar. Ortaokul için Urfa’ya gider. Liseyi de Diyarbakır ve Malatya’da okur. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olur. Babası pek gönüllü değilken, o annesinin teşvikiyle okur ve tahsil hayatı boyunca her daim onun desteğini arkasında bulur.
Bucak’ın rotasını şekillendiren diğer güçlü kadın ise, eşi Aişe Hanım’dır. Aişe, Faik’in dayısının kızıdır, birlikte büyürler ve uzunca bir aşk yaşarlar. Evlendiklerinde Aişe, Faik’in hem eşi hem yoldaşı olur. Onun kitaplarını ve belgelerini saklar, şiirlerini hafızasına kazır. Kocası hapishaneye düştüğünde ya da sürgüne gittiğinde, çocuklarına anneliğin yanında babalık ve öğretmenlik de yapar. Aişe, kuvvetli bir şahsiyettir ve ailesine de aşırı düşkündür. Faik ile bunun için çatıştıkları olur, mutluluk bazen avuçlarından kaçıp gider. Ama bütün zorluklara göğüs gererek hep eşinin yanında durur.
Kürt kimliğine hizmet eden yurt
Hukuk okumak için İstanbul’a giden Faik, burada Kürt öğrencilerin olduğu çevreye girer. Hali vakti yerinde olmayan öğrenciler için kalacak yer temin etmek büyük bir problemdir. Kürt öğrencilerin kalabileceği bir yurdun inşa edilmesi gerektiğine dair fikir giderek güçlenir. Faik Bucak, dayısının oğlu Remzi Bucak, Musa Anter, Yusuf Azizoğlu ve Ziya Şerefhanoğlu bir araya gelirler ve 1941’de Vezneciler’de Dicle Talebe Yurdu’nu kurarlar. Hevî’den sonra Kürt öğrencilerin kendi adlarıyla kurdukları ilk örgüt olan Kürtleri Koruma Cemiyeti’nin altına da bu beşli imza atar.
Yurt, ilginç bir kuruluş öyküsüne sahiptir. Musa Anter, yurdu açmak için I. Umumi Müfettişi Abidin Özmen’i mecburen fahri başkan olarak seçtiklerini yazar. Özmen de buna karşılık Diyarbakır, Mardin, Urfa, Malatya, Bitlis, Muş ve Van belediyeleri ve özel idaresi bütçesinden yurda senede üç bin lira verilmesini sağlar. Kürt işadamları da –ki Anter’in kayınpederi ve Cüneyd Zapsu’nun dedesi olan Abdürrahim Zapsu da bunlar arasındadır- yurda katkıda bulunurlar.
Kürt kamusal yaşamını etkileyen ve politik yelpazenin sağından-solundan birçok ismin yolu bu yurttan geçer. Yurt, talebelere sadece barınak olmaz, Kürt kimliği, bilinci ve kültürü ile tanışmalarını ve hemhal olmalarını sağlayan bir mekân işlevi de görür. Uzun bir müddet bu gayesine hizmet eden yurt, 1955 yılında devlet tarafından kapatılır.
Zozan, Yayla ve Melek lisanı
1942’de ilk çocuğu dünyaya gelir. Faik, adını Zozan koymak ister ancak bu isteği nüfus müdürlüğünde reddedilince o da kızına Zozan’ın Türkçesi olan Yayla ismini koyar. Ancak Yayla resmiyette kalır, herkese onu Zozan bilir. Kız çocuklarının mutlaka iyi eğitim almasını gerektiğini düşünen Bucak, ailede çok kişinin karşı çıkmasına rağmen, 1964’te kızını Paris’e yüksek tahsil için gönderir. Yayla yıllar sonra evlenir, bir kızı olur, kızına Zozan adını verir. Böylece gerçek ismi kızının şahsında resmileşir.
Hukuk mektebini ve askerliğini bitiren Bucak, önce Antakya’da, sonra Gürün’de hâkimlik yapar. Deniz Gezmiş’in babası Cemil Gezmiş, Gürün’de Yayla’nın öğretmeni olur. 1946’da Serhat, 1951’de Sertaç’ın katılımıyla aile kalabalıklaşır bu arada. Gürün’de bir gün anne ve babasının anlamadıkları dilde konuştuklarını gören Serhat, onların hangi dilde konuştuklarını merak eder. “Melek dili” der babası. Sonra Diyarbakır ve Siverek’te herkesin bu dili konuştuğuna tanık olunca, bu kez “Buradaki herkes melek mi?” diye sorar. Babası ona kendilerinin Kürt, konuştukları dilin de Kürtçe olduğunu söyler. Serhat da gerçek kimliğini öğrenmiş olur.
Gürün’ün ardından Bucak’ın hâkim olarak Kozan’a tayini çıkar. Bir kadastro davası keşfinde ortam gerilir, taraflardan biri Bucak’a Kürtçe küfreder. Bucak da ona Kürtçe kime küfrettiğini sorunca adam kaçar. Bucak adamı kovalayıp yakalar.
“Adam yine Kürtçe devam etti. ‘Hâkim Bey, vallahi Kürtçe bildiğinizi bilmiyordum” dedi. Bu cevaba daha çok sinirlenen Faik Bucak ‘Senin Kürtçe bilmeyenlere küfretmen mi gerek?’ diyerek adamı azarladı. Keşif mahallinde bulunanlar Adana şivesi ile ‘Abo, bu hâkim Kürtmüş’ diye mırıldanıyorlardı. Hepsi büyük şaşkınlık içindeydiler. Bunca zamandır centilmenliğiyle tanıdıkları Hâkim Bey’in Kürt olma ihtimali hiçbir vakit akıllarına gelmemiş olmalıydı.” (s.60)
Türk milliyetçisi partide bir “Kürtçü”
Bucak, 1955’te hâkimlikten istifa eder. Bir süre Adana’da avukatlık yaptıktan sonra memleketine döner. Avukatlığın yanında siyasetle de meşgul olur. Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne (CKMP) girer ve bir dönem bu partinin Urfa İl Başkanlığını yapar. “Kürtçü” olarak bilenen Bucak’ın, Türk milliyetçiliğiyle maruf ve bugünkü MHP’nin öncülü olan CKMP’de siyaset yapması tuhaftır. Gerek Türk gerek Kürt milliyetçileri için bu, anlamlandırılması son derece güç bir tercihtir.
Oğlu Serhat Bucak’a göre, bu tercihin altında üç neden yatar: Birincisi, Kürtlerin haklarını savunmak için legal siyasi alanın kullanılması gerektiğine inanmasıydı. İkincisi, o vakitler Türkiye’de CHP, DP ve CKMP olmak üzere sadece üç partinin faaliyet gösteriyor olmasıydı. Annesinin vasiyetinden ötürü CHP’ye, kayınbiraderi ve dayısının oğlu Hasan Oral orada olduğu için DP’ye giremezdi. Tek seçenek CKMP idi. Üçüncüsü de, Bucak’ın olduğu dönemde Alparslan Türkeş henüz CKMP üyesi değildi. Türkeş’in üyeliği ve genel başkanlığı 1965 sonrasıdır.
Hülasa, Bucak, 1958-1960 döneminde CKMP’yi ırkçı-faşist bir parti olarak değerlendirmez ve kendi davasını ileri götürmek adına burada siyaset yapmakta bir beis görmez. Bugünden bakıldığında bu argümanlar yeterince ikna edici olmayabilir ama makul olan Bucak’ın tercihini o günkü şartlar içinde değerlendirmektir.
“Doğu, Cezayir olur”
1950’lerin sonlarında Kürt çevrelerinde kıpırdanmalar başlar. Musa Anter Diyarbakır’da çıkan İleri Yurt Gazetesi’ndeki yazılarına Kürtçe söyleşiler, hikâyeler, şiirler yerleştirdiği için 1959’da tutuklanır. Anter’in savunmasını otuz iki avukat üstlenir, onlar da içlerinden Bucak’ı sözcü seçerler. Aradan 30 yıl geçtikten sonra Anter 1989’da İstanbul DGM’de yargılanırken bu kez savunmasını yapanların arasında Bucak’ın oğlu Serhat Bucak da vardır. Anter’in müdafaası, babadan oğula miras kalmıştır.
1958’te Irak’ta bir darbe ile krallık rejimine son verilir ve onbir yıldır Sovyetler Birliği’nde sürgün olan Mela Mistefa Barzani büyük bir törenle Bağdat’a döner. Türkiye’de kaşlar kalkar. 1959’da Kerkük’te hadiseler çıkar, Türkmenler öldürülür. CHP Niğde Milletvekili Asım Eren, DP iktidarına “Hükümetiniz Kerkük’te öldürülen Türklere karşı burada bir mukabele-i misil düşünüyor mu?” diye bir gensoru önergesi verir.
Önerge, Kürt öğrencilerin tepkisiyle karşılaşır. İstanbul ve Ankara’daki Kürt öğrenciler bir taraftan CHP Genel Merkezi’ne ve Asım Eren’e protesto, diğer taraftan da o esnada Diyarbakır’da yargılanmakta olan Musa Anter’e destek telgrafları çekerler.
Kürtlerin hareketlenmesi devleti endişelendirir. MİT, alınması gereken tedbirlere dair bir rapor hazırlar. YÖN Dergisinde yayınlanan raporda; Kürtleri ABD’ye, Batı’ya ve dindar Kürtlere “komünist”, Türkiye kamuoyuna ise “bölücü” olarak sunmak gerektiği belirtilir. Önerilerden (!) en dikkat çekeni “Eğer Türkiye’de bin kadar Kürt aydını yok edilirse Kürt sorunu 30 yıl geriler” önerisidir.
Rapor, hükümette tartışılır. Celal Bayar, bin Kürt aydının yok edilmesine onay verir. Tevfik İleri “Bin kadar Kürt aydının yok edilmesi Doğu’yu Cezayir’e çevirir” der. Fatin Rüştü Zorlu küplere biner. “Böyle bir şey olmaz. Zaten dünya kamuoyunda kimsenin yüzüne bakacak halimiz kalmamış. Ermeni soykırımıdır, Rum soykırımıdır, Kürt soykırımıdır, son 6-7 Eylül olaylarının altında kalmışız. Ben şimdiden istifa ediyorum” diyerek resti çeker. Menderes, araya girer. Kürt aydınlarını ellişer kişilik gruplar halinde alınmasını ve mahkeme kararıyla idamlarını içeren önerisi kabul edilir. (s 73)
“DP düşsün, benim başımda parçalansın”
İlk etapta elli kişi tutuklanır. Bunlardan Nusaybinli Emin Batu, hücresinde kan kusarak ölünce bu dava siyasi tarihe 49’lar Davası olarak geçer. 49’lar Davası ile birlikte Kürtler tekrar suskunluğa gömülür. DP iktidarın baskısı giderek artar. Ordunun yönetime el koyacağına dair söylentiler çoğalır. Bucak “DP düşsün, benim başımda parçalansın” der.
27 Mayıs’ta darbe yapılır. Darbe sabahı Bucak sokağa çıkar, yolda gördüğü subayları kutlar. Hatta Milli Birlik Komitesi’ne kendilerini desteklediklerini bildiren bir kutlama telgrafı çekmeyi düşünür. Ancak arkadaşı Kemal Badıllı henüz erken olduğunu, etraf sakinleştikten sonra bunu ele almaları gerektiği söyler ve onu durdurur.
Zaman Badıllı’yı haklı çıkarır. DP gider ama 27 Mayıs’ın uygulamaları DP’ye rahmet okutur. 27 Mayıs’tan dört gün sonra Sivas’ta Kürtlerin önde gelen aile ve kanaat önderlerinin tutulması için bir kamp açılır. Türkiye çapında gazeteciler ve siyasi tutuklular serbest bırakılırken 49’lar zindanda tutulur. İktidarlar değişir ama devletin Kürtlere bakışı aynı kalır.
“Size Kürt diyenin yüzüne tükürün”
Darbenin başı Cemal Gürsel, 24 Ekim 1960’da Diyarbakır’a gelir ve halka hitaben bir konuşma yapar. “Kürt halkı diye bir şey yoktur. Hepiniz Türksünüz. Ziya Gökalp’i yetiştiren toprak Kürt olamaz. Yalnız burada değil, Doğu’da Türkler yaşıyor. Size Kürt diyenin yüzüne tükürün!” “Size Kürt diyenin yüzüne tükürün” yazan pankart, Ulu Camii’nin bulunduğu meydana asılır. (s.91)
Faik Bucak akrabaları 1960’ın Eylül’de gözaltına alınır, Kasım başında Sivas’a getirilirler. Aralık’ta Sivas kampı boşaltılır. Ancak en tehlikeli görülen 55 kişinin memleketlerine dönemlerine izin verilmez, onlar Türkiye’nin batısına sürgün edilirler. Faik Bucak, 55’ler adına sürgünden dönmek için MBK ile görüşür. 1961Anayasasının kabulünden sonra görüşmeler hızlanır. Ancak sonuç alınamaz. 55’ler evlerine ancak iki yıl sonra dönebilirler.
Bucak, sürgünden döndükten sonra tekrar avukatlık yapmaya başlar. Siyasetle de içli dışlıdır. 1964’te kısmi senato seçimleri vardır. Ağrı da seçim yapılacak yerlerden biridir. Bucak, 55’lerin arkasında duracağını düşünerek Ağrı’dan CKMP’den Senato adayı olur. Fakat eski sürgün arkadaşları ona destek vermezler. Seçimi kaybeder.
Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) Kürtler arasında ilgi görmeye başladığı günlerdir. 1964 yazında Bucak, Tarık Ziya Ekinci tarafından TİP’in Diyarbakır İl Kongresi’ne davet edilir. Kongrede “Türkiye’deki siyasi partilere güvenmenin bir hayalcilik olduğunu düşünüyorum” temalı TİP’i de eleştiren bir konuşma yapar. Buna karşın Ekinci’nin yanı sıra TİP’in lider kadrosu Mehmet Ali Aybar ve Behice Boran da Bucak’ı ısrarla partiye davet ederler. Bucak’ın daveti reddetmesi, oğlu Serhat Bucak’a göre yanlış bir karar olmuştur.
Kürtlerin iki yolu
1960’ların ortasında Kürt aydınları arasında Kürtlerin haklarını kazanmak için iki yol ortaya çıkar. Bir grup, Kürtlerin Türkiye işçi sınıfı ve demokratik güçlerle birlikte örgütlenip mücadele etmesini öngörür. Diğer bir grup ise Kürtlerin kendi örgütlerini kurup kitleleri bu örgüt etrafında toplamasını savunur. Böylece Kürt aydınları iki kampa ayrılmış olur.
Sait Elçi ve Şerafettin Elçi, Kürt örgütlenmesi taraftarıdırlar. Suriye Kürdistan Demokrat Partisi’nin tüzüğünü getirirler, taslak olarak onun üzerinde çalışırlar, 11 Temmuz 1965’te Diyarbakır Gazi Köşkü’nde yemin ederek Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’ni (TKDP) kurarlar. Parti başkanlığını yürütecek karizmatik bir lider için de iki adayları vardır: Kemal Badıllı ve Faik Bucak.
Badıllı artık siyasetle ilgilenmediğini ve hayatını Kürtçe gramere adadığını belirterek affını ister. Bucak ise, partinin kurulmasını doğru bulur, fakat kendisini hazır hissetmediği belirterek teklifi reddeder. Sait Elçi ve Şerafettin Elçi, bunun üzerine, Şeyh Said’in kâtibi ve herkesin hürmet ettiği Liceli Fehmi Bilal’i iki kez Bucak’ın evine gönderirler. Bilal, Bucak’ı ikna eder. Şerafettin Elçi ve Faik Bucak, üç gün Bucak’ın evinde tüzük üzerinde çalışırlar. Nihayetinde 26 Ağustos 1965’te Diyarbakır Turistik Otel’de Bucak TKDP’ye katılır ve partinin genel başkanı olur.
Parti hızla örgütlenmeye başlar. Kürt üniversite öğrencileri ve aydınları TKDP’ye pek sıcak bakmazlar, buna mukabil bilhassa sınır bölgesinde medrese kökenli meleler, öğretmenler, memurlar, küçük esnaf ve sanatkârlar partiye rağbet ederler. Genel olarak TKDP’nin Mistefa Barzani’nin talimatı ile kurulduğu düşünülür. Oysa gerçekte Barzani, TKDP’nin kuruluşundan haberdar değildir. Bucak, 1966 Nisan’ında Zinar kod adıyla yazdığı bir mektupla Barzani’yi TKDP’nin kuruluşu hakkında bilgilendirir.
Demir leblebi
Bucak’ın TKDP’nin genel başkanı olduğunun duyulması, ona yönelik tehlikeyi büyütür. Keza Bucaklar arasındaki kan davaları da onun etrafındaki çemberi daraltır. Aile içi kan davası, kirli planları devreye sokmak isteyenlere büyük bir fırsat sunar. Bucak bir yandan “Ben demir leblebiyim, insanın boğazında kalırım, kimse beni yutamaz” diyerek yakınındakilere özgüven aşılarken, diğer yandan bir suikasta uğrayacağı endişesini daha fazla duymaya başlar.
4 Temmuz 1996 sabahı Bucak, oğulları 20 yaşındaki Serhat ve 15 yaşındaki Sertaç ile koruması olan amcası oğlu Fevzi Bucak’ı yanına alarak Urfa’dan Siverek’e doğru yola çıkar. Yakıt almak için bir benzinlikte durduklarında Faik Bucak silahlı saldırıya uğrar. O ve oğlu Serhat bacaklarından yaralanırlar. Saldırganlar kaçar. Görünürde ağır bir yarası yoktur. Urfa Devlet Hastanesine kaldırılır. Fakat ertesi gün sabah Bucak hayatını kaybeder. Ölümüne ilişkin iki tez vardır:
Resmi tez, Bucak’ın aşiret içi bir kan davasına kurban gittiğidir. Nitekim bu hadisede suç faili olarak iki Bucak yakalanmış ve yapılan yargılamanın sonucunda cezalandırılmışlardır. Ailenin tezi ise, Bucak’ın devlet tarafından öldürüldüğü, kan davasının bu devlet cinayetini perdelemek için kullanıldığıdır. Aile bu iddiasını, hastanede Bucak’a gerekli tıbbi müdahalelerin yapılmamasına, öldüğü sabah konsültasyon yapacağız bahanesiyle iğne yapılıp onun şoka sokulmasına ve tanık anlatımlarına dayandırıyor.
Bucak’ın vefatının ardından TKDP, ona duyulan saygının bir ifadesi olarak “genel başkanlık” makamını kaldırır. Sait Elçi, genel sekreter olarak partinin başına geçer. Bucak’ın gayesi, gayri-hukuki olarak kurulan TKDP’ye hukuki bir kimlik kazandırmaktı. Türkiye’nin hukuki mevzuatı buna imkân vermiyordu ama Bucak, Kürt gerçeğiyle yüzleşmesi için TKDP üzerinden Türkiye’nin hukuk düzeni zorlamayı hedefliyordu. Ne yazık ki ömrü, bu projesini hayata geçirmeye yetmedi.
“Kürt Hâkim”, salt Faik Bucak’ın hayatını anlatmıyor; okurlara bir dönemin hikâyesini ve dünden bugüne sarkan sorunları anlamak için değerli bir anahtar sunuyor.
* Yusuf Serhat Bucak, Kürt Hâkim, Avesta Yayınları, İstanbul, 2021