Ana SayfaManşetLeblebili gazozdan Çölde “Çay”a…

Leblebili gazozdan Çölde “Çay”a…

Bir de dolma parmaklarıyla ince işlere asla hâkim olamayan, gazozun kapağını bile yumrukusuyla açmak için hatları keskin formika masa arayan cümle hemcinslerim gibi, iki pençesini bitiştirip parmaklarını o kalp emojisine benzetmeye kalkmasın mı!..

Yazılar ki… “Bir gün birinin adres sormasına benzer (…) Öyle bir cigara yakımına, birinin gazoz açmasına / Hasretine, yalanına benzer.”

Gazozla ilgili beşinci yazımda yolu uzatıp Edip Cansever’e uğradıysam, “Sevda Gazozcusu”na gelmişimdir nihayet. Gazoz da önünde sonunda bir aşk hikâyesidir. Zaten metinlerine serpiştirseler de bu memlekette aşka ataşlayamayacağım tek mesele, politikacıların ulus(un)a seslenişidir. Ki onlar da yoklukta bazen her şey olduğu için “aşk yazıları”nın cürmü bir cigara (Uzun Samsun) içimidir. İlk fırtta öksürürsün.

Bu hiçliğe dalmadan, ertelediğim bir konuyu aydınlatmalıyım önce. Şart oldu… Yazılarımda “gazoz-leblebi münâsebeti”ni tek cümleyle geçiştirdiğim için on yüz binlerce mail aldım. Kargoyla gelen çuvallarca protesto leblebilerini, “milli ve manevi değerleri hakkıyla övmemek”ten açılan toplu dâvâyı saymıyorum.

Bolluktan ve medyatik mecburi özür mahiyetinde artık tüm çorbalara, sulu yemeklere leblebi atıyoruz (nohut yemeği hariç). “Atıyoruz” dedim ama attım biraz, doğrusu henüz deneyemedim… Bunu da -keşke- ben mi icat ettim bilemiyorum ama aslında harika fikir. Bilhassa kırmızı toz biberli, acılı leblebinin işkembe çorbası, kelle paça, kuru fasulyeyle filan iyi gideceğine inancım tam ve ondan gazoz olmasın teorim sağlam.

Ekmek bağımlısı ulusal bünyelerde diyete de destek olabilir. Prof. Dr. Canan Karatay’a danıştıktan sonra faz çalışmalarına kısa sürede başlayacağım. Kullanımı da pratik; lokantalar, restoranlar gün gelir de açılırsa, doldurursun cebine… Bu vesileyle, o kapsamda kuracağım youtube kanalımdan sizleri haberdar edeceğim. (Valla üşenmedim baktım; hayret, akleblebi.com domain adı alınmamış! Hem de leblebiden ucuz, 39.99 TL.)

Rakı-leblebi kutsal emanet

Fikir böyle olunca cümle seyyar satıcının nidası bana “Leblebici Horhor Opereti” gibi geliyor; bir kızla bir oğlanı yolda görsem aklımdan mirasyedi Hurşit Bey’le, Horhor namlı leblebicinin kızı Fadime’nin aşkı geçiyor. (¹) Sokakta kimi görsem hayret! Leb demeden gazoz anlıyor. Haklılar… Bizim dönemde öyleydi de gerçekten. “Cola’yla her şey daha iyi gider”den çok önceydi leblebinin yancılığı. Rakı-leblebi zaten kutsal emaneti ülkemizin de… Gazoza da atardık keyifle.

Belki leblebileri yumuşattığı, tatlandırdığı için hoştu, belki fazla şekerini alırdı gazozun, belki de gazozu köpürttüğü için farklı bir aksiyon, atraksiyondu… Bilemiyorum. Nedenini, illiyetini aramayacaksın böyle hoş, öyle “stil” işlerin. Çok sıkıcı olursun… Kızlar sana değil, kolasını reklâmda bile olsa Tarkan, Kıvanç Tatlıtuğ gibi içen, cigarasını atının üstünde Marlboro Man gibi tüttürenlere bakar. Sen de evde cilt cilt “Ne, Neden, Niçin?” ansiklopedilerinin arasında çaktırmadan “Fırıncının Kızı”nı okur, o okyanusta yönünü Haydar’ın Dümen’inde ararsın.

Leblebili gazozun yanısıra bozaya atılan leblebi de şık gelenektir o günlerde. O zamanın nadir abur cuburunda leblebi tozunu da unutmayayım. Devrin büyüklerinin yumurcaklara yaptığı klişe şakalardan “Koş bakkaldan davul tozu, minare gölgesi al”a, ağız dolusu sürkontur çekmeye yarardı: “Davul tozu MişMiş Kuruyemiş’de bile kalmaMışMıştı da dede, leblebi tozu alıverdim…”

Çiğneme tembelliğine deva, muzırlığa sefa olurken dile cefadır biraz… Küçük poşetler içinde satılan, tümü ağza boşaltıldığında konuşma güçlüğü pufpuflayan leblebi tozu, bu yönüyle ilk, ortaokul aşk diyaloğunda lâl kalanın mâzereti de olur: “Leblebi tozu yediydim de, ondan diyiveremedim.” Zaten aşk külliyen mazerettir de… Bunu bir de Horhor efendinin kızı Fadime’yle evlendikten sonra muhtemelen leblebiye boğulan mirasyedi “Hurra” Hurşit Bey’e sormalı…  

Çay içilmeyen Gençlik Çayları

Ansiklopedimizin gazoz-leblebi fasikülünü de zımbaladıktan sonra… Okulu asanları, sade ve meyveli gazozun ergenlik sonrası şampanyası unvanını kazandığı mekâna, “Gençlik Çayları”na götürmeyelim. Hey gidi müzikli-danslı Gençlik Çayları! Herhalde turuncu devrimimiz oydu bizim. Ama bizimki narenciye üzerinden portakal rengiydi… Çaylarda bazen içine votka damlatılan portakallı gazozda ayaklanan, on yüz bin baloncukla. (“Gençlik Çayı” deyince neden aklıma “Çölde Çay” geliyor…)

70’lerin başındaki (benim hissettiğim gibi yakın gelmesin, yarım asır oluyor) Gençlik Çayları’nda bir tek çay içilmezdi. O dönem bakkala bile tek yollanmayan evlâtları kuşatan dikenli tel, “Arkadaşa çaya gidiyorum anne” terennümüyle (Terennüm: Güzel ve alçak sesli, usulca nağme. Kısaca, ebeveynle konuşma sanatı) gevşemişti sanki.

Bu esneklikte o çayların “5 Çayı”ndan da erken öğle saatlerinde, gün ışığında düzenlenmesinin payı bir yana (hiç kimse gündüz gündüz sevişmez, gün ışığında şeytana uymazdı)… Geceleri, gün ağarana kadar her şeyi içsen de, çay sabahın masumiyetiydi ayrıca. 

Devrimciler ve muhafazakârlar hariç sevgililer çay içmezdi diye hatırlıyorum. Çay çok ailevîydi maalesef. Gençlik Çayı’nda biri elinde çıngır mıngır çayla dolansa, o anda abiyesi (bele katlanmış, kemerin altına kıvrılarak kısaltılmış okul forması) insana pazen pijama gibi gelirdi.

Apolitik sevgililer de limonata, boza, salep içer, hattâ ilk randevusunda su muhallebisi yerdi galiba… Biz bulduğumuz her şeyi içerdik. Zira içimizde devrimciden muhafazakâra her şey boğuşurdu o zamanlar. Bir tadım menüsüydü gençlikte hayat. Gazozun yeri ayrı…

Muhittin muhitimize geldik!

Çay’larda genellikle gazoz, meyveli gazoz, kola filan tüketirdi nesil. İçine votka damlatmak ise taslak delikanlılığın arma(da)larındandı o mekânda… (Armanın (da)sı, onun gazıyla “donanma”dan geliyor.) Şarkılarda genç kıza iskelede rastlayan delikanlı, o muhitte, o donanımla sevgilisine Slowca sarılır, kız da danstan sonra evine yaklaştığında “Muhitimize geldik” diyerek oğlanın elini usulca bırakırdı. “Muhit”, destek müfrezeleriyle delikanlı tarafı için vaz geçilmezken, ilişikteki kız tarafı için en netameli bölge, önüne hangi hısım akrabanın çıkacağı belirsiz mayın tarlasıydı. (Her kız, her mahallede “Bizim mahallenin kızı” olduğu için herkes hısım akraba, “bekçi” sayılırdı zaten.) Sanıyorum sadece o ince ayarı çekebilen Muhittin’in (Tarık Akan’ın canlandırdığı Ferit gibi her muhite uygun iyi aile çocuğu) derdi yoktu bu mevzuda.

Uzatmaya -gönlüm var da- tâkatim yok şu an. Gazoz işte, aslolan gazozdu. Kamış, Mısır’dan beş bin yıl sonra plastik versiyonuyla yeniden keşfedildiğinde… Aynı şişeden iki kamışla gazoz içen sevgililerin baş başa silueti (aynı bedende can gibiyiz Sabile / cana can veren gazoz gibiyiz Sabile), derin manasıyla bugünün sözüm ona (sözde) aşkı anlatan -böbrek çağrışımlı- iç içe geçmiş çifte kalp emojisini sekte-i kalpten götürür.

Emoji bizi bozar aslanım. Var ya… Senin o kalpazan, dijiperest kalbini, içinden yüce Eros’un okunu geçirip ağaçlara yazdık, kazıdık biz. Yanına sadece aşkımızın ilk harfini koyduk ki, o mülk-i mahremiyet Facebook’daki gibi uluorta deşifre olmasın. Yok öyle, iki gülücük, bir diji (dizi) öpücükle beleşten aşk yağması! Yine de şahlanıyor aman, iç beyimin yandım da kır Rosinante’si…

(Batı’ya omuz atarak araya giren bu korsan üslûp için affola… Yukarıdaki paragrafı, klavyenin başından kalkıp mutfağa gittiğimde Allah’ına kurban Emmoğlum yazmış. Ben bozuk atınca öyle bir “Bu kadeh senin şerefine Emmoğlu” deyişi var ki… Silmeye kıyamadım.)

Çayda Çıra’da kim nanay?

Hâl ve şerâit böyleyken… Tadım hafif kaçmışken… Bir de doğrulup, dolma parmaklarıyla ince işlere asla hâkim olamayan, gazozun kapağını bile yumrukusuyla açmak için hatları keskin formika masa arayan tüm hemcinslerim gibi (hem cins, hem de benim gibi), iki pençesini bitiştirip parmaklarını o kalp emojisine benzetmeye kalkmasın mı!.. Ama el mecbur. O kalben el hareketleri de olmasa, sevdalısına lâl kalacak. Hepsini denedim, sorunun nereden çıkacağı belirsiz öyle sınavlardan, mülâkatlardan tek tek geçtim de biliyorum. Öyle iklimde gazoz da alıştıra alıştıra medeniyetti arkadaşlar.

Gazoz ve Gençlik Çayları’nın asıl heyecanlı bölümü, asıl kız, asıl oğlan, sonraki yazıma kaldı maalesef. Dans eşimin (“Hanım nanay, kız nanay” Çayda Çıra) annesinden aldığı iznin limiti bitti; evde olma, yoklama saati geldi. Siyah deri montumu giyip, yanları lastikli siyah Beatle(s) botumu çekip, onu siyah Vespa’mla evine bırakmalıyım. Bill Haley’in o döneme de miras kalan ünlü rock’n’roll şarkısındaki deyişle, see you later alligatorlar…

BİR FİLM/BİR REPLİK

Kel Mahmut: Yoklama yapıldı mı? Bana tek tek saydırmayın şimdi… Ferit!..

(Damat) Ferit: Buradayım hocam.

Kel Mahmut: İyi sen buradaysan herkes buradadır. Ne yaptın sen oğlum?

Ferit: Sevdim hocam… (Hababam Sınıfı, Yön: Ertem Eğilmez, 1975)

 (¹) Leblebici Horhor, Yönetmen: Muhsin Ertuğrul, 1923. Film, İstanbul’da 1876’da sahnelenen “Leblebici Hor-hor Ağa” operetinden uyarlanmış. Gösterimi sırasında birçok dile çevrilen operetin piyanoyla çalındığı sessiz film, Venedik 2. Uluslararası Film Festivali’nde onur belgesi almış. Bu yönüyle Türkiye Sineması tarihinde yurtdışında alınan ilk ödül olarak nitelendiriliyor. Konusunu özetlersem; mirasyedi Hurşit Bey, âşık olduğu Fadime’nin babası Leblebici Horhor Ağa izdivaca izin vermeyince kızı kaçırır. Babası da kadın kılığına girerek kızını eve götürmeye çalışır. Ama yakalanır ve Hurşit Bey’in adamlarından dayak yer. Çok kızan ağa baba İstanbul’un bütün leblebicilerini toplayıp konağı basar. Leblebiciler, Hurşit Bey’in adamları ve yeniçeriler birbirine girer. Ardından Bostancıbaşı’nın arabuluculuğuyla onlar erer muradına, biz de içine leblebi attığımız gazozumuzu yudumlayarak çıkarız kerevetine…

- Advertisment -