Türkiye’de uçan kuşu vatana ihanetle suçlayanlar hızlarını alamayıp sınırları aştılar.
Daha önce Suriye’de herkesin birbirine saldırdığı iç savaşta savaşmadıkları için Suriyelilerin vatana ihanetle suçlandığını görmüştük, şimdi vatanlarına ihanetle suçlanma sırası Lübnanlılarda.
Sebep; şehri harabeye çeviren limandaki korkunç patlama sonrası ülkeyi ziyaret eden ilk devlet başkanı olan Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un Beyrut sokaklarında yardım çığlıklarıyla bağra basılması ve Avaaz adlı imza kampanyaları için açılmış sitede 61 bin kişinin Lübnan’ın 10 yıl Fransa mandasıyla yönetilmesini savunan şu metni imzalaması:
“Lübnan’daki yetkililer güvenliği sağlayıp ülkeyi yönetmekten aciz olduklarını açıkça gösterdiler. Terörizm, milisler, yolsuzluk ve çöken sistemle ülke son nefesini verdi. Bizler, Lübnan’ın temiz ve sürdürülebilir bir yönetim için yeniden Fransız mandasına dönmesi gerektiğine inanıyoruz.”
Mektubun ya da atılan imzaların herhangi bir resmiyeti yok, herkesin her konuda imza metinleri açabildiği bir sitede açılmış, tepkisel olduğu hemen anlaşabilecek bir metin bu.
Çok muhtemelen Napolyonvari bir edayla, yüzündeki kolonyalist gülümsemeyi saklayamadan Beyrut sokaklarında çaresiz Lübnanlıların yardım çağrılarına karşılık veren Macron’un ve Fransız sağcılarının milli gururunu okşamıştır.
Kimin hoşuna gitmez ki!
Macron’dan üç gün sonra Beyrut’u ziyaret eden Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun Beyrut’taki Türkmenler ve 70’lerde, 80’lerde çalışmak için Mardin’den göç etmiş Mardinli Araplar tarafından Türk bayraklarıyla karşılandığı görüntüler, Türkiye’deki milli hisleri okşamadı mı?
Üstelik Macron’u kimse Fransız bayraklarıyla karşılamamıştı.
Demek ki mesele Lübnanlıların ülkelerine ihaneti değil, hangi ülke için ihanet ettiklerinde.
Kolonyalizmin Fransız olanını istemek fena ve vatana ihanet, Türkiye’nin himayesine sığınmak meşru, haklı ve göz yaşartıcı.
Ayrıca Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, “Ben Türküm, Türkmenim diyen soydaşlarımıza Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı vereceğiz” derken, Macron, “Kendisini Fransız hissedenlere Fransa vatandaşlığı vereceğiz” de demedi, bütün Lübnanlılara seslendi “Beyrut’u yeniden inşa edeceğiz, sizi asla yalnız bırakmayacağız, yaptığımız yardımların yolsuzluklara gitmesini engelleyeceğiz” dedi.
Yine de eski kolonyalist devlete, gel tekrar bizi yönet diye 61 bin imza vermek epey radikal bir talep.
Peki Lübnanlıların bu yaptığına vatan hainliği denebilir mi?
Vatan hainliği için önce vatandaşların güçlü aidiyet duygularıyla bağlı olduğu bir devlete ihtiyaç var.
Lübnan, siyaset, bürokrasi ve bütün hayatın dini ve mezhebi kimliklere göre bölündüğü ve paylaşıldığı bir ülke. Lübnanlılık o kimliklerden biri değil.
Herkesin birbiriyle savaştığı iç savaştan sonra 1990’da varılan uzlaşma anayasası, Cumhurbaşkanlığını Maronit Katoliklere, Meclis Başkanlığını Şiilere, Başbakanlığı Sünnilere bırakan statik bir sistem kurmuş. Ülkede evlenirken bile ortada bir devlet yok, herkes kendi dini ya da mezhebinin kurallarına göre evlenebiliyor.
Ama ülkenin esas patronu elinde hala silah olan Hizbullah.
Lübnanlılık kimliği ve sedir ağaçlı Lübnan bayrağı, kendisini ülkedeki kimliklerle ifade etmeyen sekülerler, gençler, son dönemde de Hizbullah’ın gücü karşısında azınlık psikolojisine giren Sünnilerin sahip çıktığı değerler.
Kanlı bir iç savaşın ardından varılan bir uzlaşma olduğu için asla değiştirilemeyecek bu yapı, kimlik siyasetinin, kimlik üzerinden kadrolaşmanın bütün zaaflarını beraberinde getiriyor, hesap sorulmaz, ehliyet ve liyakatı esas almayan bir devlet ve bürokrasiyi ortaya çıkarıyor. Bunun sonucu da geçen yıl yolsuzluklara batarak çöken bir ekonomi, şimdi de beceriksizlik, kötü yönetim, yolsuzluk ve hesap vermezliğin toplamı olan bir patlamayla şehrin havaya uçması, en az 300 bin Beyrutlunun evsiz kalması oldu.
Tehlikeli olduğu bilinen 2 bin 750 ton amonyum nitratın neden yedi yıldır şehrin ortasındaki limanda depolandığı ve hangi mantıkla bu deponun yanı başındaki depoya havai fişeklerin yerleştirildiği sorularını soracak muhatap bulamıyor Lübnanlılar.
Çünkü kimse hesap vermiyor. Kadın iletişim bakanı dışında hükümetten istifa eden olmadı, tam olarak ne olduğunun uluslararası bağımsız bir soruşturmayla ortaya çıkarılması taleplerine ne Hizbullah ne de Maronit Cumhurbaşkanı Avn yanaşmıyor.
Avn, 1989’da Suriye işgaline karşı savaşmış ülkenin eski Genelkurmay Başkanı, Hizbullah 2006’da Güney Lübnan’ı İsrail işgaline karşı korumuş ülkenin gayri resmi ordusu. Onlara kim ne diyebilir?
Tıpkı bundan 15 yıl önce arabası geçerken patlayan bombalarla öldürülen Sünni Başbakan Refik Hariri’den geriye Beyrut’un ortasında açılmış derin bir çukurdan başka bir şey kalmaması gibi. Onun da hesabı sorulamadı, failler bulunamadı.
15 yıl önceki cenazeye de gelen tek yabancı lider Fransa Cumhurbaşkanı Chirac olmuştu. Türkiye ve diğer ülkeler, Lübnan yönetimi ve Suriye ile ilişkilerini düşünerek cenaze törenine bakan düzeyinde bile katılım sağlamamışlardı.
Chirac, zor günde Lübnan’ın yanında olmakla kalmamış, 2005’de suikastın baş şüphelisi olan Suriye ordusunun ülkeden çekilmesini de sağlamıştı.
İşte bu yüzden ülkedeki ağır taşları yerinden oynatamayan Lübnanlılar için Fransa’nın böyle bir sonuç değiştirici gücü var hala.
Lübnanlıların devletlerinden ümidi kesince ilk akıllarına gelen ülkenin Fransa olmasının yakın tarihi böyle.
Tabii bunun bir de uzun tarihi var.
Osmanlı egemenliğine karşı bağımsızlık mücadelesi veren Suriye ve Lübnan’daki Arap milliyetçilerinin destekçisi Fransa olmuştu.
Hatta İttihatçıların kudretli Suriye valisi Cemal Paşa, 1916’da Şam’da terk edilen Fransa elçiliğinde bulunduğu söylenen belgeleri delil göstererek, yüzlerce Suriyeli ve Lübnanlı siyasetçi, yazar, gazeteci, aşiret reisini ya sürgüne göndermiş ya da tutuklatmıştı.
6 Mayıs 1916 günü mahkemeleri süren bu Arap milliyetçisi siyasetçi, gazeteci ve şairlerin en önde gelenleri Şam ve Beyrut’un meydanlarında aynı gün idam edilmişlerdi.
İki şehrin merkezindeki bu meydanlar, hala o günün anısına Şehitler Meydanı adını taşıyor.
Bu o kadar büyük bir travma yaratmıştı ki, Osmanlıcılık fikrine sıkı sıkıya bağlı olduğu için 1923’e kadar İttihatçı kalan, bu yüzden Arap milliyetçilerinin hainlikle suçladığı, Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında Beyrut’u temsil etmiş Dürzi emiri Şekip Arslan anılarında şöyle yazar:
“Çanakkale Zaferi, İttihatçı yöneticiler arasında bir sarhoşluğa yol açmıştı. Bu sarhoşluk yüzünden hiç alışılmadık bazı kararlar aldılar. Suriye’nin Türkleştirilmesi ve Arap milliyetçiliğinin kökünün kazınması bunlardan biriydi. Cemal Paşa, zor kullanarak Suriye halkını Türkleştirebileceğini zannediyordu.”
Hatta bu amaç için Cemal Paşa, okul ve yetimhaneler kurup yönetmek üzere, Halide Edip ve bir grup İttihatçı kadın öğretmeni Beyrut’a çağırmıştı.
İki bine yakın Arap, Ermeni ve Kürt yetim çocuğun barındığı bir yetimhane kurulmuş, yetimhanenin başına Cumhuriyet’in ardından Sağlık Bakanlığı, İstanbul Valiliği yapacak ve ömrünü 27 Mayıs’tan sonra tutuklandığı Yassıada’da tamamlayacak olan Dr. Lütfi Kırdar getirilmişti.
Türkiye, bu yılları adını Cemal Paşa’nın Beyrut’taki sarayının bulunduğu dağdan alan Falih Rıfkı’nın Zeytindağı gibi kitaplarla, hoş imparatorluk hatıraları olarak hatırlarken, Araplar için bu yıllar dört dörtlük zorba bir kolonyalizm tecrübesiydi. Yeni kuşaklara da böyle aktarıldı.
Türkiye, Cumhuriyetle bu kötü tarihsel hatırayı silmeye çok yaklaştı. Hatta buna en yakın olduğu zaman AK Parti iktidarı yıllarıydı. Bir dönem Lübnanlılar için İstanbul’dan ev almak moda olmuş ve çocuklar için iyi bir gelecek yatırımı haline bile gelmişti.
Ama Suriye iç savaşı ile siyaseten ve ekonomik olarak bir model olmaktan çıkması sonucunda Türkiye, Lübnanlılar için cazibesini kaybetti.
Lübnan’da Türkiye’nin en yakın müttefiki olan Hariri ailesiyle Türk Telekom’da kurulan ekonomik ilişkiler de kötü bir sonla bitti, bozuldu.
Ama Fransa, bu sert Osmanlı tecrübesinden sonra Arap milliyetçilerine yıllardır uğruna mücadele ettikleri bağımsızlığı veren bir ülke olarak ve 26 yıllık manda rejiminin çok kötü olmayan hatıraları yüzünden hala Lübnanlılar için o cazibesini koruyor.
Fransa’da 250 bin kişilik büyük bir Lübnanlı diasporası yaşıyor. Ülkenin yarısı Frankofon, Beyrut’ta hala Fransızca gazeteler çıkıyor, ülkedeki din ve mezhep üzerine kurulu siyasi yapıya kendini ait hissetmeyen seküler Lübnanlıların başlarına bir hal gelse gidebilecekleri ikinci adres olarak gördükleri ülke hala Fransa.
Yani, hem ekonomik olarak hem de yönetim olarak çökmüş bir devletin yerine 61 bin kişinin Fransa mandası için imza vermesinin arkasında böyle bir tarih var.
O tarih de yaşıyor. Önceki gün Lübnanlılar, devleti protesto için ortasında 6 Mayıs 1916’da burada idam edilenler anısına dikilmiş bir anıtın olduğu Şehitler Meydanına çıktılar, Macron bu meydandan sevgi tezahüratları arasından geçti.
Buna Lübnanlıların ülkelerine ihaneti demek haksızlık olur, olsa olsa buna kötü yönetilen bir devletin insanlarına ihaneti denebilir.
Lübnanlıları vatan hainliğiyle suçlamayı bırakıp, çaresiz kalınca akıllarına neden kapı komşuları, aynı kültürün parçası oldukları, yüzlerce yıl birlikte yaşadıkları, çoğunun dindaşı olan Türkiye değil de Fransa geliyor sorusunun üzerinde düşünmek gerek.
Bundan 100 yıl önce Diyarbakır’dan İstanbul’a gitmenin en kestirme yolu Beyrut Limanından gemiye binmekti.
Arada neler yaşandı da bu mesafeler açıldı?
Başkasının ülkesinde bile vatan haini arayan Türkiye’nin bugün içinde olduğu ruh haliyle bu soruya serinkanlı cevaplar bulması pek kolay gözükmüyor.