İnsan yaşamını ciddi olarak tehdit eden küresel salgın olan COVID-19 karşısında korunmak herkes için bir haktır. Hükümetler bu hakkı eşit bir şekilde sağlamakla yükümlüdür.
Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) araştırmasına göre, istihdamın yaklaşık yüzde 61’i (16,4 milyon) kapanmadan muaf sektörlerde; istihdamın yaklaşık yüzde 22’si (6 milyon) kapanmadan kısmen muaf sektörlerde çalışıyor. Kapanma kapsamındaki sektörlerde çalışanlar ise sadece yüzde 17 (4,4 milyon) civarında. Anlaşılan o ki emekçilerin çoğunluğu “kapanma” döneminde çalışmaya devam edecek.
Alınan kapanma kararı sonrasında getirilen istisnalarla birlikte en azından “herkes” eve kapanırken çalışmak zorunda kalan işçilerin aşılanmasına öncelik tanınması gerekmez miydi?
Salgın sınıf seçmiyor mu?
Salgının ilk günlerinde yayılan, “Covid-19 ayrımcılık yapmıyor, işçiyi de etkiliyor patronu da” söyleminin doğru olmadığı ortaya çıktı. Salgın sonrası işsizlik, yoksulluk ve sağlık hizmetlerine ulaşmada eşitsizlik hızla büyüdü.
Salgının hemen sonrasında yapılan bazı çalışmalar da bunu doğruladı. New York City Sağlık Departmanı’nın yayımladığı verilere göre Manhattan’ın en fakir mahallerinden biri olan East’te 100 bin kişi başına COVID-19 nedenli ölüm sayısının, aylık ortalama geliri 117 bin dolar olan en zengin mahallesi Murray Hill’e göre sekiz kat daha fazla olduğu ortaya çıkmıştı. Bu iki mahalle arası sadece 5 kilometre.
Ülkemizde de işçi sınıfının yoğun olarak yaşadığı İstanbul, Kocaeli gibi işçi kentlerindeki vaka oranları da bunu destekler nitelikte. Bu oranlar ilçelere göre de farklılık taşıyor. Örneğin birbirlerinden E-5 karayolu ile ayrılan Ataköy ile Şirinevler’in vaka oranlarındaki farklılık sosyal sınıf tartışmalarını da beraberinde getirmişti.
Dolayısıyla çarkların dönmesi işçilerin ve ailelerinin daha çok hastalığa yakalanmasına neden oluyor. Hükümet işçileri korumak bir yana DİSK’in de raporunda ortaya koyduğu gibi milyonlarca işçiyi çalıştırarak salgının işçiler arasında yayılmasını hızlandırıyor.
İşçiler dışında herkes eve kapanırken işçiler için her şeyin normal kılınmasının tek izahı modern kölelik düzeninin devam ettiği gerçeğidir. İşçilerin durumu Covid-19 salgını sonrası ortaya çıkan anormal koşullarla örtüşmüyor.
Sosyal güvenlik sistemlerinin amacı, işçinin işini, sağlığını ve gelirini tehdit eden risklere karşı, işçinin sağlığını, uğradığı gelir kaybını gidererek hiç kimseye muhtaç olmadan yaşamını sürdürmesini sağlamaktır. Ancak salgın koşullarında kayıtdışı çalışan işçiler sosyal güvenlik mekanizmalarının dışında tutulurken, kayıtlı işçiler ise kapsamı dar olan kısa çalışma ödeneğine ve yetersiz olan ücretsiz izin uygulamasına mahkûm ediliyor. Ücretsiz izin ve işten çıkarma yasağı 30 Haziran’a kadar uzatılırken ücretsiz izin uygulamasının yarattığı sorunlar devam ediyor. Ücretsiz izin ile birlikte işçinin haklı fesih hakkı da ortadan kalkıyor. Nakdi ücret desteği adı altında günlük sadece 47,70 TL veriliyor. Ücretsiz izine tâbi tutulan işçi, yeni bir iş arayamıyor, yeni bir iş ararsa da kıdem ve ihbar tazminatı yanıyor. Başka bir yerde çalışma olanağı da hukuken tartışmalı.
Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) salgınla mücadelede ülkelerin harcamalarına ilişkin araştırmasına göre Türkiye, gayri safi yurt içi hasılaya oranla en az harcama yapan ülkelerden biri. Bu da hükümetin salgınla mücadeledeki yetersiz tutumunu ortaya koyuyor.
“Günlerin bugün getirdiği” çalışan üzerinde daha fazla baskı
Dünya genelinde de salgın beraberinde sadece hastalık ve ölüm getirmedi, çalışan sınıflara yönelik şiddet de arttı.
DİSK’in araştırması şunu gösteriyor: Hükümetin salgın karşısındaki tutumu ile sermayenin tutumu örtüşüyor. Her ikisinin de amacı her koşulda üretim sürecinin aksamamasını ve çarkların dönmesini sağlamak.
Aslında bu bir tür şiddet değil de nedir? Bu şiddeti Covid-19 ile birlikte yeni çalışma düzeninin nasıl olması gerektiğine yönelik işverenlerin ve işveren örgütlerinin hızla harekete geçmesinde gördük. Sermayenin salgın durumlarında çarkları nasıl döndürürüz, kârımızı nasıl arttırırız, olmaz ama ola ki hükümet çarkları durdurursa üretime nasıl devam ederiz sorusuna hızlı yanıtlar ortaya koymuşlardı.
Hatırlayacak olursak MÜSİAD, salgın koşullarında ülke çapında çarkların dönmesini sağlayacak dört izole üretim üssü kuracağını açıklamıştı. MÜSİAD’ın Tekirdağ’da inşa ettiği izole organize sanayi bölgesi bunlardan biriydi. MÜSİAD’ın bu projesi “modern toplama kampları” denilerek haklı bir eleştiriye tabi tutulmuştu.
MÜSİAD projesini şöyle tanıtmıştı:
İzole/steril üretim üsleri, tedarikten satışa kadar tüm üretim-ticaret zincirini her türlü kriz koşulunda çalıştırabilecek… İşverenler ikame ve tamamlayıcı sektörler ile birlikte iş yapabilecek… İşçiler aileleri ile birlikte barınabilecek ve sağlık ihtiyaçlarını giderebilecek… Bünyesinde eğitim kurumları yer alacak, meslek lisesi bulunacak ve kalifiye eleman ihtiyacı karşılanacak… Tekrar etmesi olası bir salgın ya da olası bir doğal afette kapılarını kapatarak içerde üretimi devam ettirebileceği tüm gümrüklü antrepo, depolama ve sanitasyon süreçleri yönetilecek… Kendi içinde filtrasyon ve arıtma sistemleri olacak.
Bu çalışma düzeni daha o günlerde karşılığını bulmuştu. Dardanel Gıda’nın Çanakkale’de bulunan fabrikasında koronavirüs vakalarına rastlanmasının ardından fabrika yönetimi tüm çalışanların 14 gün boyunca fabrika sahasında ve konaklama alanlarında gözetimli karantinaya alınacaklarını duyurmuştu. Çanakkale İl Sağlık Müdürlüğü buna kapalı sistem çalışma derken, vakalara rağmen test yapılmadığını söyleyen işçiler 14 gün boyunca geceyi yurtta, gündüzü ise çalışmak üzere fabrikada geçireceklerini söylemişlerdi.
Yine tüyleri diken diken edecek bir öneriyi de Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) yaptı. MESS kendisine üye işverenlerin fabrikalarında işçilerin sosyal mesafe kurallarına uyup uymadıklarının tespiti gerekçesiyle elektronik pranga uygulamasını geliştirdi. İşçilerin işyerindeki tüm hareketlerinin izlenebilmesi için MESS ‘Safe’ adlı bir uygulama yaptırdı. ‘Giyilebilir donanım’ ve bağlı uygulama ile işçilerin boyunlarına ya da giysilerine takılacak olan cihaz, çevresindeki diğer cihazlar (işçiler) ile aradaki mesafeyi ölçerek sosyal mesafe kurallarına uyulmadığı durumlarda uyarı veriyor. İşçilerin boyunlarına takılacak olan bu cihaz ile işçilerin her ânı, her hareketi gözetlenebilecek!
Covid-19 ile birlikte işçiler üzerindeki denetim ve kontrolün daha da artırılmasına yönelik uygulamalar oldukça düşündürücü. Temel hak ve özgürlükleri kısıtlayıcı bazı uygulamaları kalıcı bir hale getirmek isteyen otoriter rejimler ve sermaye çevreleri çalışma yaşamının kurallarını da değiştirme derdinde.