Elizabeth Farrelly’nin yakın zamanda YKY’den yeni baskısı çıkan kitabını okuyorum: Mutluluğun Sakıncaları. İlk olarak Şubat 2015’te yayımlanmış ve her nasılsa gözden kaçırmışım.
Ankara’nın Kızılay meydanında, Sıhhıye tarafındaki yaya geçidinde hiç bitmeyecekmiş gibi uzayan kırmızı ışıklarda beklerken çoğu kez yaptığım gibi beklemektense yanı başındaki YKY kitap satış yerine girip yeni gelenlere göz atmalarım yeterli gelmemiş demek ki (Buradan Kızılay meydanındaki yayalar için zaten dünyanın en uzun kırmızı ışık bekleme sürelerinin uzatılması gibi bir anlam çıkmaz umarım, çok şey borçlu olsak da!)
Hele ki bu başlıkta ve kırmızı kapaklı bir kitabı nasıl atlamışım hiç bilemiyorum (Uzun süre kırmızı ışığa bakmaktan dolayı renge karşıt bir tutum oluşturmamın bir sonucudur belki de!) Oysa bu tür başlıklar her zaman ilgimi çeker çünkü bana, öylesine kabul edip düşünmeksizin yaşadığımız hayatlarımıza dair kuvvetli bir eleştiri getireceğini vadeder. Sık sık dışımıza çıkıp kendimize bakma ihtiyacı duyuyorum.
Başka hiçbir şey için değil, sadece yaşamak için yaşamanın kaçınılmaz olarak getirdiği yorgunluğu mutlu olmaya çalışarak atmak gibi bir açmazın içinde bocalayan sayısız insan tanıyorum ve bu gibi kitapları biraz da hep birlikte bu büyük boşluktan çıkış için okuyorum.
Ve çoğu kez yaptığım gibi kitabın başlığı söylemek istediklerimi yeterince anlatıyorsa ayrıca bir başlık koymuyorum ama eğer okurken kitabın başlığının önüne geçen ve üzerinde uzun uzun düşünmeme neden olan ifadelere rastlarsam onu başlığa taşımayı tercih ediyorum. Bu kitabı okumaya başladığımda başlığı değiştirmemeyi baştan kafama koymuştum ama okudukça kararımdan vazgeçmemek için epeyce çaba harcamak zorunda kaldım. Ne çok başlık var kitapta, ne çok düşünülmesi ve hayatlarımızı sigaya çekme fırsatı vermesi gereken konu…; “Hayata katılma korkusu” gibi, “zırvalamanın manası” gibi, “insan sanatını giydirme sanatı olarak mimari” gibi her biri ayrı bir yazı konusu başlıklar not ettim şimdilik.
Kitap, içine düştüğümüz konfor bataklığından, teknolojiye fazlaca abanmaktan ve hakikiliğini yitirdikçe paraya tahvil edilebilir hale gelen yaşamlardaki hakikat yokluğunun yerini anlan yapay anlamlardan söz ediyor. Böyle bakınca sayısız benzer kitaptan biri gibi gelebilir ama öyle değil çünkü ele aldığı konular aynı olsa da söyledikleri yeniden düşünülmüşlük hissini hiç kaybetmiyor. Akıcı dil fark etmeden derinleştiriyor.
Büyük amaçlardan uzaklaşmakla ağırlıklarından belli ölçüde kurtulan ve özgürleşen insanların bu kez amaçsızlıktan anlam çıkarmaya çalışmak gibi bir boşlukta özgürlükleriyle savrulmamaya çalışma çabalarından bahsediyor. Yoksunlukla değer arasındaki ilişkiyi kurmamızı sağlıyor. Varlığın yokluktan daha büyük bir yoksunluk yaratabileceğini anlamamızı sağlıyor; “Bir zamanlar, umarsızca ihtiyaç duyulan bir hasat ya da başarılı bir av, tam da az bulunur olması nedeniyle, derin bir anlam (aynı zamanda, minnet dolu bir tevazu) ifade ediyorken, bugün ifrata alışmış olmamız bizi çaresizce eksikliğini duyduğumuz anlamdan yoksun bırakıyor.” (s.13).
Kitap, hayatımızı daha basit ama daha anlamlı; daha ucuz ama daha hakiki yaşayabilecemizi düşündürüyor. Hakikiliğin içinde, zevkin ve tatmin olmanın çok az yer tuttuğuna işaret ediyor ki bu bana son derece önemli geliyor. “Çok keyifli bir hayat yaşamak” zannedildiği kadar keyifli olmayabiliri düşünüyorsunuz: “Arzu her zaman tatmin edilmeye gerek duymaz. Tatmin çoğu kez bize umduğumuzdan daha az ve daha kısa süreli bir haz verir. Haz ise, elde edildiğinde bile, mutluluk getirmez. Çoğu zaman haz, olsa olsa mutsuzluğa karşı bir avuntudur sadece; en kötü ihtimalle de sefaletimizi pekiştirmekten başka bir işe yaramaz.” (s.19).
Günümüz insanı arzularını tatmin etmenin ötesini istiyor. Diğer bir deyişle, arzudan muaf olmak gibi bir tanrısallığın peşinde gibi gözüküyor ve tam da bu yüzden bu çağın belirleyici özelliği olarak narsisizm öne çıkıyor. Farrelly’nin atıf yaptığı (s.21), Christopher Lasch’nin, The Culture of Narcissism adlı kitabında, modern çağın belirleyici özelliğinin narsisizm ve onun da aslında bir tür “istekten muaf olma isteği” olduğunu belirtmesi boşuna değil. Çünkü, “Bu durumda, arzularımızı tatmin etmekle yetinmeyip, doyum noktasının ötesinde bile bu arzuları sürdürmekteki ısrarlı tutumumuz, arzudan muaf olma yönündeki narsisistik itkiyle açıklanabilir mi?” (s.21).
Elbette açıklanabilir. Bu imkânsız istek giderek daha doyumsuz bir insan doğuruyor. Amaca yaklaştıkça uzaklaşıyoruz; “Bizi mutlu edeceğini düşündüğümüz şeyler mutluluk vermiyor; buna rağmen, genç bir aşık gibi, sırf bu yüzden bu şeyleri daha da fazla istiyoruz.” (s.35). Çok gerilerde bıraktığımız bir zamanların geleneksel yaşamının her yerine gizlenmiş halde bizi saran nihai anlamı aramaktansa onu arama ihtiyacımızı ortadan kaldırmak gibi insan-üstü bir işe soyunmuş vaziyetteyiz. Tam da bu yüzden, arzu etmemek üzerine kurulu bir hayatı yaşarken en küçük hazlarımızdan bile taviz veremiyor, her şeyden zevk almaya çalışırken hiçbir şeyden keyif almıyoruz. Bir süre sonra bu imkânsız amaca varamayacağımızı badireli de olsa anladığımızda geriye acı bir çaresizlik ve boşuna yaşanmışlık hissi kalıyor. Aralardaki bütün boşlukları ise gündelik alışkanlıklarımız ve konfor kaynaklarımız dolduruyor.
Bu andan itibaren konfor için başvurduğumuz kaynaklar kolayca bir tarafa bırakabileceğimiz araçlar olmaktan çıkarak onsuz yapamayacağımız, bağımlı bir amaca dönüşüyor. Hayat bizim için değil biz hayat için varmışız hissiyle, yaşanmaya değer olup olmadığından çok yeterince yaşayıp yaşamadığımız sorusunu sorar hale geliyoruz.
İnsanlar bize imrensin, bizim yerimizde olmak istesinler istiyoruz. Çünkü aksi halde kendimizin ve hayatımızın değerinden emin olamıyoruz. Ve ne kadar çok insan bizim yerimizde olmak istiyorsa o kadar mutlu oluyoruz. Ancak bu sayede mutlu olduğumuzu hissedebiliyoruz. Mutluluğumuz diğer insanların sahip olamadıklarından beslenen bir maraz olarak iç dünyamızı yok ediyor ve bizi garip bir çelişkiyle bizim yerimizde olmak isteyen insanlara bağımlı kılıyor; onları görmek ve bir arada olmak istemiyoruz ama onlarsız da yapamıyoruz. Hep etrafta ve bizim yerimizde olmak istesinler ama asla bizimle olmasınlar istiyoruz. Kendimizi buna mecbur hissediyoruz, gözlerden uzak kalmak için duyduğumuz yakıcı arzunun derinlerde tam tersini içerdiğini biliyoruz. Haz kaçınılmaz bir zorunluluk oluyor ve onu duymak kendiliğinden olmaktan çıkarak yorucu bir hayat uğraşına dönüşüyor.
Özel hayatımızla kamusal hayatımız keskin bir biçimde birbirinden ayrılsın istiyoruz. Her türlü kirli işi dışarıda bırakıp steril evlerimize dönebiliyoruz. Bir zamanlar iç içe yaşanan ne varsa ayırmayı ve kopuk halde yaşamayı özlüyoruz. Ölümle yaşam, sanatla hayat, özelle kamusalı ayırıyoruz. Eskiden “hakikati dile getirmek amacıyla söylenen bir yalan olan” (s.94) sanat şimdilerde yalanı hakiki hale getirmek gibi bir işlev üstleniyor bu yüzden. Dürüstlük giderek görüntü tek geçerlilik haline geliyor. Dürüst görünmek dürüst olmaktan önemli addediliyor. İçsellik ile dışsallık arasında hiç olmadığı kadar geniş bir mesafe oluşuyor ve modern insan bu bölünmenin ortasında, arada kalmışlığın sancısıyla yaşamak zorunluluğundan hazlarına tutunarak çıkmaya çalışıyor. Pek tabii ki böylesi bir hayat hazlarla dolu bir acılık taşıyor.
Özetle, mutlu olmaya çalışmak bizi mutlu etmediği gibi mutsuzluklarımızı açığa çıkardığından, eskisinden de kötü yapıyor. Nihai anlamı bulamama gündelik hayatın küçük amaçlarından devşirdiğimiz küçük anlamları da yok ederek her şeyi bize indirgiyor ve hayat bizden ibaret hale geldikçe elimizden kayıp gidiyor. Kırmızı ışıkta uzun beklemekten başlamak üzere mutlu olmanın sakıncaları saymakla bitmiyor!