Programın tamamını Serbest TV’de izlemek için:
Türkiye zor bir süreçten geçiyor. Sadece hukuk ve demokrasi açısından değil, ekonomi açısından da durum malum. Etrafında, “mevcut siyasi iktidardan mı kaynaklanıyor yoksa yapısal mı” ayrışmasının ve tartışmasının olduğu bir ekonomik kriz yaşıyoruz. Bu kriz, bıçak sırtında yürüyen siyasi dengeleri de etkiliyor. Bu kaçınılmaz, zira büyük bir enflasyon oranına doğru gidiyor Türkiye. Belirsizlik sürüyor.
Bir temel soru da şu: Bu iktisadi kriz ya da yaşanan dalganın siyasi dengeler üzerine etkisi ne olur?
Bu konuda, hem muhalefet açısından hem iktidar açısından pek çok analiz var.
Siyasi iktidarın mevcut ekonomik krizi ve bu krize karşı getirdiği önlemleri bir güvenlik söylemi çerçevesinde ele alıp, bugüne kadar anlatmış olduğu Yeni Türkiye hikâyesini bir kez daha tahkim etmeye çalıştığını görüyoruz. Bu söylem, alınan kimi önlemlerle ve muhtemel popülist politikalarla yol alabilir mi? Bu önemli ve masada duran bir soru.
Benim bugün değinmek istediğim, işin muhalefet tarafı. Siyasi denge bu tarz bir krizle biraz daha bozulmaya yüz tutuyorsa, yani zaten erozyon yaşayan bir iktidarı biraz daha kayba uğratacağı düşünülüyorsa, bu durum ilk seçimde siyasi iktidar değişiminin biraz daha mümkün olabileceğini de akla getirir. Bu mümkün mü değil mi, ayrı bir tartışma. Ancak bu ihtimal bile gözlerin muhalefetin siyasi alanına çevrilmesine yol açıyor.
Mevcut kriz muhalefet için ne anlama geliyor?
İki genel anlam var gibi, biri avantaj diğeri ise bir dezavantaj olarak tanımlanabilir. Niye avantaj? İktidarın örselenmesi ve oy kaybetmesi muhalefetin faydasınadır, oy kaymalarını tetikler, özellikle kararsızları muhalefete doğru itebilir. Bu kriz bir tür muhalefetin siyasi iktidardan kurtulmasına vesile bir unsur olarak dahi tanımlanabilir.
Diğer taraftan baktığımız zaman bunun dezavantajlı bir tarafı da var. O da, iktidarın kendi kendisine yaratmış olduğu çöküntünün muhalefetin başarısını otomatik olarak getireceğine ve bu düşünceden hareketle muhalefetin çok şey yapmasına yani yeni siyaset üretmesine çok da gerek olmadığına yönelik bir kanaat.
Bu, Türkiye için her zaman tehlikeli bir kanaat. Bugüne kadar “iktidar gitti gidiyor” diyen ve siyaset yapmayan bir muhalefet pek çok seçimi hüsranla tamamladı. Dolayısıyla bu krizin de böyle bir riski var ve bu muhalefet açısından önümüzde duran temel sorunlardan biri.
Muhalefet mevcut krizi, onun da ötesinde Türkiye’yi nasıl bir çerçevede kuşatarak seçimlere doğru gidecek?
Muhalefet içi tartışmalara baktığımız zaman iki ana eksen oluşmaya başladığını görüyoruz. Bunlardan bir tanesi daha kişi merkezli bir tartışma. Bu noktada Cumhurbaşkanının kim olacağı, daha doğrusu Tayyip Erdoğan’ı kimin yenebileceği ve siyaset denen faslın aslında seçimi kazanmadan ibaret olduğu, bundan sonrasının nasıl olsa kendiliğinden geleceği fikri ön plana çıkıyor. Mansur Yavaş, Kılıçdaroğlu, İmamoğlu ve hatta Abdullah Gül gibi isimler üzerinde zaman zaman isim merkezli bir galibiyet tartışması yapılıyor. Daha önce bunun popülizan bir eğilim olduğunu yine bu programlarda söylemiştim. Yarın ne yapacağı, neyi gerçekleştireceğine dair kanıtı olmayan, tek kabiliyeti ve gücü mevcut siyasi iktidarı alt etmek gibi gözüken bir kişi ve onun üzerine bir siyasetin elbette popülizan, belirsiz, siyaset dışı diyebileceğimiz bir tarafı var. Bu kişiler siyaset dışı olmasalar da.
Diğer tartışma ekseni ‘kolektif bir program’ hamlesi olarak kısmen de olsa karşımıza çıkıyor. Bunu Kılıçdaroğlu’nun son adımlarında görüyoruz. Kılıçdaroğlu bunu bilinçli mi yapıyor yoksa süreç kendiliğinden bu noktaya doğru mu ilerliyor bilemiyorum. Ama şunu gözlemliyorum: Kılıçdaroğlu müttefikleri ile konuşmak, onlarla uyum sağlamak, onlarla ortak karar almak konusunda diğerlerine oranla bir adım öne geçmiş görülüyor. Hatta kendi adaylığı söz konusu olduğunda dahi bunu dile getiriyor. Diğer taraftan, Kürt meselesinde yaptığı çıkış, helalleşme konusunda yaptığı çıkış daha kuşatıcı diyebileceğimiz bir merkez siyasetin içerisine yerleşiyor. Bu tabii işin söylem tarafı. Ama diğer taraftan baktığımız zaman Kılıçdaroğlu’nun pek çok toplantıda, pek çok açıklamada politik temalar üzerinden yol alınması gerektiğine dair mesajlar verdiğini görüyoruz. Bunlar henüz zayıf çıkışlar olmakla birlikte, temel olarak böyle bir tablo var karşımızda.
Bugün yapılan tartışma daha çok aday ve isim tartışması. Malum, Kılıçdaroğlu’nun adaylığına dair kimi İYİ Partililerin açıklamaları var. İmamoğlu’yla Kılıçdaroğlu arasında adaylık yarışı olduğuna dair iddialar var. Ama temel olarak kişiler etrafında yapılan bu tartışmanın ‘kişi mi yoksa siyasi program mı’ tartışmasını içerdiğini görüyoruz. Buradaki ayrışma da temel olarak İYİ Parti ile CHP arasında oluyor.
İYİ Parti, Kılıçdaroğlu tipi adaydan çok, daha kontrol altında tutabileceği, daha kolay erişebileceği, daha fazla iktidar ortağı olabileceği, kendi kırmızı çizgilerini daha az ihlal etme riski olan adayların peşinde ve aday belirlemede siyasi gündemin ana belirleyicisi olma yönünde bir politika izliyor. Bu zaman zaman Kılıçdaroğlu’nun adaylığı ile ilgili kimi dolaylı engelleyici adımlara dönüşüyor.
Karşı tarafa baktığımız zaman aynı şeyi orada da görebiliriz. Kılıçdaroğlu’nun izlediği yol, İYİ Parti’nin hamlesine ön almak, belediye başkanlarının aday olmalarını engellemek. Yavaş ve İmamoğlu’nun adaylığı ile ilgili kuvvetli çekinceler koyarak bu istikamette, yani kişi üzerinden yol alınmayacağına dair mesajlar vermek. Kılıçdaroğlu kendisini mi düşünüyor, başka bir aday mı düşünüyor tartışmaları yapılabilir ama benim gördüğüm kadarıyla bu iki büyük hat, bir süre sonra daha çok keskinleşerek çarpışacak. İmamoğlu-Yavaş ya da Kılıçdaroğlu tipi bir adaya doğru bu mekanizma ilerleyecek.
Tüm bunların seçimlere giderken önemli olduğuna dair şüphe yok. Seçimleri kimin kazanacağına dair fikirler çeşitli. Kimisi İmamoğlu’nun kazanacağı fikrinde, kimisi Kılıçdaroğlu’nun mezhebi nedenlerle kaybedeceği kanaatinde, benim gibi düşünenler ise tersine demokratik siyasi bir ittifakın Kılıçdaroğlu’yla daha mümkün olduğu görüşünde.
Son olarak, Kılıçdaroğlu gördüğüm kadarıyla siyaset arayışı kadar bir güven arayışı içerisinde. Malum iktidar değişir muhalefet kazanırsa mevcut anayasanın değişimi bir çırpıda olmayacak. Dolayısıyla bu ülkenin hangi cumhurbaşkanı tarafından yönetileceği de çok kritik olacak. Gördüğüm kadarıyla Kılıçdaroğlu bu konuda kendisi ya da liderler dışında aktörlere güvenmiyor.
Muhtemelen önümüzdeki günlerde hem İYİ Parti-CHP, hem lider-kolektif siyaset tartışmasının karşılaşmasını daha yoğun göreceğiz.