Herkesin sürekli yanında taşıdığı, ceketinin iç cebinde her türlü ötekinin dokunuşundan uzak tutmaya çalışarak her yere sürüklediği en az bir acıklı hikâyesi vardır. Önceleri üzüntü kaynağı, sonraları buna ek olarak kimliğinin bir parçası haline gelmiş, başkalarına belki de önemsiz gelen hikâyeler…
“Nomadland” filminde kendisi gibi işçi olan eşi Bo’nun ardından, başlangıçta, o hiç ölmemiş gibi yaşayan sonra ise “göçebe” olarak yaşamayı tercih eden ya da mecburiyetini tercihe dönüştüren Fern, kendisi gibi kayıplarıyla birlikte yaşamaya alışmış orta yaşın üstündeki arkadaşına acıklı hikayesini anlatıyor:
“Bo ailesini hiç tanımıyordu ve hiç çocuğumuz olmadı. Eğer kalmasaydım, gitseydim, o hiç var olmamış gibi olacaktı. Eşyalarımı toparlayıp da hayatıma devam edemezdim. Empire’ı çok seviyordu. İşini çok seviyordu. Orada olmayı çok seviyordu. Herkes de onu çok seviyordu. Ben de kaldım. Aynı şehir, aynı ev. Aynı babamın dediği gibi. Hatırlanan şey ölmez. Belki de hayatımı fazla uzun süre hatırlamakla geçirmişimdir.”
“Nomadland” çok sevdikleri eşleri ya da geleceğe açılan pencereleri çocukları gibi yakın bağlarının en önemlilerini kaybetmiş, düzenli bir işi ve adına “ev” denebilecek bir yaşama mekanı olmayan orta yaş üstü göçebe Amerikalıları anlatıyor.
Film, Amerikalı gazeteci Jessica Bruder’in uzun araştırmalar ve çok sayıda kişiyle yaptığı mülakat sonucunda yazdığı 2017 yılında yayımlanan kitabı “Nomadland: Surviving America in the Twenty First Century” (Göçebe Diyarı: 21. Yüzyılda Ayakta Kalmaya Çalışan Amerika) üzerine inşa edilmiş.
Bruder, dijital ekonomi ile geleneksel ekonominin kesiştiği bir alan olarak Amazon depolarındaki işleyişi incelemeye başlamış önce. Dünya devi Amazon şirketinin, üretim (paketleme) bantlarının saniyelere hassas hâle geldiği, son noktalardaki insan dokunuşlarının tahammülü zor bir dikkat, dayanıklılık ve hız gerektirdiği paketleme ve postalama işlemlerinin yapıldığı depolar…
Şehir merkezlerine uzak bu devasa depolarda özellikle Christmas ya da Kara Cuma (Black Friday) gibi alışverişin patladığı zamanlarda kat be kat artan işgücü ihtiyacının çoğunlukla orta yaşın üstünde karavanında ya da minibüsünde yaşayan insanlar ile karşılandığını görmüş. Mâlum, günde en az 10 saat çalışmaları gerekiyor talebe cevap verebilmek için, onlar da merkezlere uzak depoların yanına taşınıveriyorlar içinde yaşadıkları taşıtlarla. “İş ev yürüme mesafesinde” oluveriyor. Üstelik hiçbir işe “hayır” diyebilecek durumda değiller, gençler arasında bile işsizliğin bu denli yüksek olduğu ekonomilerde, yaşları dolayısıyla bir işi geri çevirme lüksleri hiç mi hiç yok.
Aslında sebepleri çok daha geriye dayansa da, zirveye ulaştığı 2008 yılıyla anılan finansal kriz için çoğu zaman “housing collapse” (gayrimenkul sektörünün çöküşü ya da ipotek krizi) gibi içinde ev kavramının geçtiği isimler de kullanılıyor. Çünkü kriz, ipoteğe dayalı menkul kıymetler üzerine yapılandırılmış finansal türev araçlar (ve hatta bu türev araçlara dayanarak bir kez daha yapılandırılan başka türev araçlar) balonunun patlaması ile ortaya çıkıyor. Bu araçlara işin karmaşık finansal mantığının ucunu kaybederek çok yüksek rating’ler veren derecelendirme kuruluşları, bu araçların geri ödemelerini garanti eden sigorta şirketleri, gözleri kör eden yüksek karlar için bu araçlardan bolca alan yatırım bankaları ve risk (hedge) fonları…
Sistem çöküp de domino etkisiyle tüm bu kuruluşları ardı ardına yere sermeye başlayınca, devlet kendisini de sürükleyip götüreceği korkusuyla bu çok “serbest” piyasayı kurtarmak için gayet “devletçi” adımlarla müdahale ediyor. Evet, tıpkı bugünlerde yaşanan “GameStop” olaylarında olduğu gibi…
Sonunda yıllardır sistem üzerinden aşırı yüksek karlar eden finansal kuruluşlar, bu müdahalelerle az çok ayağa kalkarken, ipotekle ev alan, yıllarca varını yoğunu bu kredileri ödemek için harcayan nispeten alt gelir grubundaki, dolayısıyla başka bir güvencesi olmayan Amerikalılar “dımdızlak” ortada kalıyorlar. Ne başlarını sokabilecekleri bir evleri ne de birikimleri var artık. Üstüne üstlük bir de artık iş bulamayacak yaşta olanlar var aralarında…
İnsan ömrü uzadı diye seviniyoruz ama bu uzatmalarda ne yapacağımızı, hangi maddi/manevi koşullarda nasıl yaşayacağımızı bilmiyoruz maalesef. Jethro Tull’ın “Too Old to Rock-n Roll, Too Young to Die” (Rock-n Roll Yapmak için Fazla Yaşlı, Ölmek için Fazla Genç) adlı albümü geliyor aklıma. Bruder’in görüştüğü bu insanlar da öyle işte. Normal bir iş bulup çalışmak için çok yaşlı, ölmek için çok genç… Ama ilerlemiş bir yaşta olmak, zorluklarla yaşamak mecburiyeti, hayatın bir köşeden size göz kırpıp ayartmasını engellemiyor, gerekli gereksiz umut vaatlerine kayıtsız kalamıyorsunuz.
Dünya ekonomisine bir şekilde entegre olmuş tüm ülkelerde ortaya çıkan bir toplumsal ara gruptan bahsediyoruz. Bu ara grubun Amerika’daki mensupları filmde de sade ama çok çarpıcı bir dille anlatıldığı gibi şöyle bir formül bulmuşlar:
– Evin yoksa, karavanda, minibüste, biraz büyükçe herhangi bir taşıtta yaşa.
– İşin yoksa, bulabildiğin zamanlarda, kimsenin yapmak istemediği ağır, az paralı, geçici işlerde şikayet etmeden çalış.
– En önemli bağların kopup gittiyse, senin gibi olan, seni yargılamayacak insanlarla zamanını geçirebileceğin dayanışmayı kur.
– Yollarda ol, seni ölürken bile borçlandıracak sağlık sisteminin hastanelerinde, ilaçlar yüklenerek öleceğine, ölümün kaçınılmaz olduğunu anladığında alacağın ilaçları yanında taşı.
“Nomadland”in resmi vizyon tarihi 30 Aralık 2020 olarak açıklanmıştı. Sanal ortamlarda yeni yeni izlenebilir hâle geldi. Yönetmeni bağımsız sinemanın önemli ismi Chloé Zhao. Benim ilgimi çekme sebebi ise, tabii ki, baş rolündeki Frances McDormand. İlk kez Coen kardeşlerin ünlü “Fargo” filminde izlemiştim bu sıradışı oyuncuyu. “Fargo” ile en iyi kadın oyuncu Oscar’ını almıştı. Bu filmin de çok sayıda Oscar alacağı konuşuluyor. Şimdiden aralarında Altın Aslan ödülünün de olduğu çeşitli ödülleri almış durumda.
Oyuncuların önemli bir kısmı film endüstrisine uzak, gerçekten “nomad” (göçebe) hayatı yaşayan insanlar. Buna, filmin üzerine kurulduğu ileri yaşlarda tanımsız bir ara bölgede yaşamanın dramatik hâlleri ve gerçeklerle kurgunun iç içe geçtiği yarı belgesel bir film olması da eklenince, “Nomadland” insanın derin derin içine işliyor. Ben çok beğendim.
Filmi izlemeyi bitirdiğimde,1957 doğumlu, dolayısıyla ülkemizde olsaydı, günde 3 saat sokak iznine layık görülmeye bir-iki yıl kalmış 64 yaşındaki Frances McDormand’dan hemen o an uzaklaşmaya gönlüm elvermediği için, üzerine 1996 yapımı “Fargo”yu bir kez daha seyrettim. Aslında aşağı yukarı aynı kapıya çıkıyor iki film. Amerikan rüyasının kâbusa dönüştüğü hayatları anlatıyor her ikisi de. Ama “Nomadland” özellikle biz kadınlar için çok daha güçlü bir sese işaret ediyor.