HBO’nun bütün dünyada büyük ilgi gören dizisi Çernobil’in en unutulmaz sahnelerinden biri, santraldeki patlamanın ardından Çernobil’in yanı başında kurulmuş Pripyat şehir konseyindeki acil toplantı sahnesiydi.
Şehirdeki komünist parti temsilcilerinin katıldığı konsey toplantısı, kariyerlerini korumak için Moskova’ya kazanın kontrol altına alındığı raporunu geçen santralin iki üst düzey yöneticisinin “Endişe edilecek bir şey yok.” konuşmalarıyla açılır.
Sonra sözü genç bir konsey üyesi alır, dışarıda gördüğü kusan insanları, yüzleri kanayanları anlatır, gökyüzünü kaplayan ışıktan bahseder ve şehrin hemen tahliye edilmesini ister.
Tam bu sırada Ekim Devrimine katılmış yaşlı bir konsey üyesi bastonunu yere vurarak söz alır, ayağa kalkar ve konuşmaya başlar. Yaşlı adam konuşmasına şehrin hemen tahliyesini savunan konsey üyesine destek veriyormuş gibidir:
“Acaba kaçınız buranın gerçek ismini biliyor? Elbette hepimiz ona Çernobil diyoruz. Gerçek ismi ne? Vladimir I. Lenin Nükleer Elektrik Santrali. Lenin. Bu gece hepimizle gurur duyardı. Özellikle de seninle genç adam. Bu halka olan tutkunla gurur duyardı. Devletin yegane amacı da bu değil mi?”
Ama sonra konuşmasının seyri değişir:
“Bazen unutuyoruz, bazen korkunun tutsağı oluyoruz. Ama Sovyet sosyalizmine olan inancımız her zaman ödüllendiriliyor. Şimdi devlet bize buradaki durumun tehlikeli olmadığını söylüyor. İnanın yoldaşlar. Devlet paniği önlemek istediğini söylüyor. İyi dinleyin. Doğru, insanlar askerleri gördüğünde korkacaklar. Ama insanlar kendi çıkarlarına uygun olmayan sorular sormaya başladığında onlara basitçe sadece işlerine bakmaları, devlet işlerini devlete bırakmaları söylenmeli. Şehri tecrit edeceğiz. Kimse gitmeyecek. Telefon hatlarını keseceğiz. Yanlış bilginin yayılmasını engelleyeceğiz. Bu şekilde halkın emeklerinin meyvelerinin heba olmasını engelleyeceğiz. Bu gece yaptıklarımız için hepimiz ödüllendirileceğiz. Bu hepimizin parlaması için büyük bir fırsat.”
Yaşlı komünistin konuşması konseyde hararetli alkışlarla karşılanır ve şehir tahliye edilmez, dışarıya kapatılır.
Gerçekten de o gece konseyin aldığı bu karar yüzünden Pripyat şehrinde yaşayanlar 36 saat boyunca yanı başlarında yanan nükleer tesisi solumak zorunda kalmış, binlerce insan bir kaç nesil boyunca bunun bedelini ödemişti.
Dizinin bu sahnesini aklıma düşüren Sağlık Bakanı’nın koronavirüsle ilgili açıklanan sayılarda vaka-hasta ayrımı yaptıklarıyla ilgili skandal açıklamasına gelen tepkilere karşı attığı tweet oldu:
“Bilelim ki, salgınla mücadele sürecinde, devletimiz, HALKININ SAĞLIĞI KADAR, ULUSAL ÇIKARLARINI DA korumaktadır.”
Gerçekten da büyük harflerle yazılmayı hak eden, uzun süredir görülmemiş bir itiraf bu.
Sadece koronavirüsle mücadele hakkında değil, ulusal çıkarlar için halkın sağlığının riske atılabileceğinin bu kadar aleni ilanı, mevcut iktidar hakkında da çok şey söylüyor.
Halk ve ulus aynı anlama gelmesine rağmen ulusal çıkarlarla, halkın çıkarları arasında açılan bu anlamsal makasın sebebi, ulusal çıkarın aslında bizatihi kendisi için var olan Raison d’Etat ya da hikmet-i hükümet tariflerindeki bir devletin çıkarları anlamında kullanılması.
Hikayenin bu kısmı bize çok tanıdık. Türkiye’nin yakın tarihi, cumhuriyetin kurucu yıllarındaki halk için halka rağmen anlayışından itibaren devletin ali çıkarları için toplumun hak ve özgürlüklerinden verilmiş tavizlerin de tarihi.
Ama ülkedeki koronavirüs vaka sayılarını olduğundan az göstermeyi ulusal çıkarla ya da devlet aklıyla açıklamak kolay değil.
Nitekim bunun yarattığı güvensizliğin ilk sonucu olarak İngiltere, Türkiye’yi seyahat edilebilecek ülkeler listesinden çıkardı.
Peki, Yüksek Seçim Kurulundan TÜİK’e, Merkez Bankasından, koronavirüs sayılarına kadar varan bu gerçekleri, rakamları ayarlama halini başka neyle açıklayabiliriz?
İşte burada, bir kavram Türkiye’de olan biteni açıklamakta bize daha fazla yardımcı olabilir:
Nomenklatura.
Latince kökenli kelime endeks, isim listesi, repertuvar anlamlarına gelse de bugün dünyanın herhangi bir yerinde biri nomenklatura deyince akla sadece Sovyetler geliyor.
Kavram, Tito ile birlikte çalışmış ama daha sonra komünist partiye dönük eleştirileri nedeniyle hapse atılmış Yugoslav komünist siyasetçi Milovan Djilas’ın hapisteyken yazdığı kitaptaki “yeni sınıf” teorisine dayanıyor. Djilas’a göre komünist ülkelerde teorinin tam tersine bir gelişme yaşanmış ve parti yeni bir sınıf yaratmıştı.
Partiye bağlı elit sınıfın adını ise kendisi de bir zamanlar bu sınıfın üyesiyken Almanya’ya iltica eden Sovyet diplomat Mikhail Voslensky 1970’de aynı adı taşıyan kitabıyla koydu: “Nomenklatura: Sovyet Yönetici Sınıfı”.
Nomenklatura derken kastedilen Politbüro ya da Moskova’daki parti yöneticileri değildi. Onların da içinde olduğu bürokrasiden, orduya, medyadan, iş ve sanat dünyasına kadar uzanan ve ülke nüfusunun yüzde 1.5’una, yani Sovyet nüfusuna göre 2 milyon insana tekabül bir elit yönetici kitleydi.
Bunlar elitliklerini zenginliklerinden, soyluluklarından değil, komünist partisine sadakatten alıyorlardı. Buraya da parti yöneticileri tarafından bu sadakatleri nedeniyle seçilmişlerdi. Bu sadakati gösterdikçe de ülkenin imkanlarından, zenginliklerinden yararlanıyor, imtiyazlı bir hayat sürüyorlar, nomenklatura içinde yer almaya devam ediyorlardı.
Böylece sadakatleri topluma, ülkeye hatta komünist değerlere değil, partiye, onun yöneticilerine sadakate dönüşmüştü. Sadece onlara karşı kendilerini sorumlu hissediyor ve sadece onlara hesap veriyorlardı.
Kapalı devre bir sadakat üzerine kurulu bu elit kitle, halkla devlet arasındaki uçurumu büyütmüş, kendi iç ahlakını oluşturmuş, sistemin içeriden çürümesine neden olmuştu.
Pripyat şehir konseyinin, Çernobil’in patladığı gün şehri tahliye etmeme kararı da klasik bir nomenklatura refleksiydi. O yaşlı komünistin dediği gibi o gece bu kararı almaları hepsinin parlaması için büyük bir fırsattı.
Nomenklatura zihniyeti maalesef Türkiye’de son dönemde açıklanamaz pek çok şeyi açıklayabiliyor.
Sağ salim köyünden helikopterle gözaltına alınmış 64 yaşındaki bir çiftçi yoğun bakımda vefat edince, ne olduğunu soranlara makul bir cevap vermesi gereken vali kökenli atanmış İçişleri Bakan yardımcısına “Yazıklar olsun! Israrla helikopter yalanını tekrar edip terör örgütünün dümen suyuna girenler… Hadi onlar Kırmızı kategoriden bir bir eksilen teröristlerine ağladıkları için çarpıtıyorlar. Peki bize ne oluyor?” diye tweet attıran, Van Valisi’ni yaşlı adamın taziyesinde konuşan abisini, eli cebinde susturan özgüvenin kaynağı, sorumluluğu artık halka karşı değil sadece kendilerini bu yönetici elitin içinde tutanlara karşı hissetmelerinden geliyor.
Nasıl oluyor da bir tane iktidar milletvekili Şehir Üniversitesinin kapatılmasına, internet yasağı, çoklu baro gibi yasalara ses çıkarmıyor, nasıl oluyor da savcılar o iddianameleri yazıyor, hakimler o tutuklama kararlarını veriyor, YSK adil bir seçimi iptal edebiliyor, TÜİK, Merkez Bankası rakamları ayarlayabiliyor diye isyan ettiren bütün gözü karalıkların arkasında, bunları yaparak nomenklaturanın içinde kalıp, hiçbir olumsuzluktan etkilenmeden mutlu ve güçlü azınlığın mensubu olarak yaşama ayrıcalığını kaybetmeme duygusu var.
Bu o kadar güçlü bir duygu ki herkese ahlak, din satan gazetecilere, sırf nomenklaturanın içinde kalmaya devam edebilmek için en liberal insanların bile yüzünü kızartan televizyondaki bir DNA testi açıklama show’una “gazetecilik faaliyeti” dedirtebiliyor, bunu kanalın FETÖ-PKK ile mücadelesine bağlayan bir bildiriyi imzalatabiliyor.
Talimatla, emirle değil, ayrıcalıklı pozisyonunu korumak için uğraşan bir sınıfın bir mensubu olma bilinciyle hareket ediyorlar. Bu kapalı devre grubun kendi içinde bir ahlak oluşuyor, böylece ayıplanma hissi ortadan kalkıyor, lidere sadakat halka, hakikate, ülkeye, değerlere sadakatin önüne geçiyor, hatta onların yerini alıyor. Kendini böyle ikna ediyorsun.
Yanı başında bir nükleer santral patlayınca bile içine düştüğün ahlaki fasit daireden çıkamıyorsun. İlk refleksin örtbas oluyor.
Nomenklaturanın çıkarları kolayca ulusal çıkarlara dönüşüyor.
İşte bu ruh hali insana “halkın sağlığı kadar…” diye başlayan cümleler bile kurdurtabiliyor.