Arkadaşımızın kayınvalidesi 86 yaşındaydı. Karadeniz’in bir köyünde doğmuştu, orada da yaşıyordu ama farklı şehirlere, hayatlara katılıyordu sık sık. Şehre yaban değildi. Rahattı… Evlatları, gelinleri -gözüm başım üstüne- gül gibi bakıyorlardı ona, bir dediğini iki etmiyorlardı.
Bir tek şey dışında… Rahatsızlanıp, demansın sisi belleğini yavaş yavaş bastığında, köye dönme arzusuna sessiz kaldılar. Orada eskisi gibi bir başına yaşamasına izin veremezlerdi ki…
Her sabah erkenden kalkmaya, başındaki yemenisinden bir güzel bohça yapmaya başladı. Bohçasına terliğini, üzerinden çıkardığı geceliğini, çorabını, mendilini özenle katlayıp yerleştirdi. Ardından düğümünü atıp, her sabah öyle bekledi: “Bugün köye gidecek miyiz?” Günler, haftalar öyle geçti, sonra yemenisi başında, tek vasiyeti dilinde kaldı: “Beni köyüme gömün…” Oraya, beşparmak (akça)ağacının altına gömüldü.
Bohçasındaki köyü, aslında çocukluğunun, ilk gençliğinin tatları, “Ah o zamanlar”mış. Koltuğunda ayaklarını toplar, şaşırtıcı ayrıntılarla hep o günleri anlatırmış. Köyü, o doğa, o insanlar, o eşyalar, o zamanlarını, Karadeniz’in dik yamaçlarında koşuşturduğu o günleri hatırlatan, canlı, genç tutan hafıza mekânları zira. Manzarasında da, rüyasında da aynı çeşme, aynı bakraç, aynı çaydanlık… Aynı kokular, renkler, kulağında aynı nağmeler, aynı sesler.
Hayatında hakiki dört mevsimi, onların her seferinde hayret uyandıran farklarını orada, o tabiatın(ın) tazeliğinde yaşadığı o zaman. Dört mevsimi sadece çocuklar, deli-kanlar, uzun uzadıya, tadıyla, hakkıyla yaşar ya… Hafızasının mevsimleri, ilkbaharı, sonbaharı da, o zamana ayarlı. O nedenle o zamanı korumanın, zamanı yine orada durdurmanın derdinde…
“Beni köyüme kömün…”
“O zamanlı” olmak, öylece kalmak… Herkesin hayatına farklı abanıyor. Yıllar öncesinden, kıyası mümkün olmayan gerçek, ölümcül bir dramı getiriyor aklıma. “O.I.” 12 yaşında, adı belki Osman… Yoksulluğun ağır çaresizliğiyle ailesiyle birlikte köyden kente göçüyor. Üç, dört yıl geçiyor ama ilişemiyor kentin koynuna. Şehir de onu bağrına basmıyor elbette.
Kaldığı gecekondunun odunluğunda buluyorlar. Kirişe bağladığı iple, o toplumsal darağacında soldurmuş küçük bedenini.
Sağ ayağıyla duvarın arasında eski, yıpranmış okul çantası, diğer tarafta bir gaz tenekesi… Tenekenin üstüne, ilkokul defterinden kopardığı kâğıdı bırakmış. 12 yıllık hayatı üç kelimeyle, o küçük, yırtık kâğıda sığmış; “Beni köyüme kömün…”
Belleğimize ihtiyarlara mahsus hazin bir klişe gibi yerleşen o cümleyi, 12 yaşında bir çocuğun aksanıyla kurup, öyle de yazması çok acı. Ama bu ülkede de çocuklar, aslında “büyüklere mahsus” hiçbir kötülükten, zalimlikten, felaketten azâde değil. İğrenç tecavüzlere, öldüresi dayağa, hatta açlığa doğuştan, evliliğe, hamileliğe, evde, okulda, sokakta ve elbette “iş”te her türlü istismara ilkokuldan açık.
“Ciğerleri küçük, elleri büyük…”
O.I.’nın dayanılmaz dramını yıllar önce Prof. Dr. Çetin Yetkin’in “Belgelerle 17 İntihar Olayı” kitabından aktarırken, o sayfada o küçücük hayattan yırtılan notun fotoğrafını da görmüştüm. “Olay yeri”ni, odunluğun ağırlığını taşımak üzere kurulan, ama oradaki hayatı taşıyamayan o kirişi de…
Samandan bir döşek yahut suyla açılmış un çorbası değildi yitirdiği. Burada da yaşadığı yer, şehre uzaktan, ağaçlar arasından bakan gecekonduydu bir bakıma. Köyündeki ocağın, sobanın istikrarsız ısısından farklı bir sıcaklık olmalıydı onu ölümcül hasretine savuran. Her şeye rağmen arkadaşlarıyla bir miktar “çocuk”, herkes gibi olabildikleri “o zaman”ı özlüyordu belki. Onu belki o “tok” tutuyordu.
Her çaresiz göçer gibi kente ayak bastığı an “çocuk” değildi artık. O zamanı kaybetmişti. Okuldan sonra, orada burada çalışıyordu. Çalıştıkça büyüdü elleri; “Ciğerleri küçük, elleri büyük /Nefesleri yetmez avuçlarına…” (¹) O dizelerdeki gibi, ekmeğe, aşka ve ömre küfeleriyle hükmeden, kar altındaki –hepsi ilkokul çağında- kenar çocuklarının arasına, şehirdeki “zaman”a hapsoldu. Burada zaman da, o zamandan farklıydı.
Ayrılığı tahayyül edememek
Üniversitede üç yıldır akademisyendi adam. 1982 yılıydı. Amerika’da etraflı bir doktora bursu kazandı. Evliydi dört yıldır. İkisi de istiyordu eğitimlerini orada sürdürmeyi, orada önce beş-altı yıl, sonra yıllar ne getirecekse yaşamayı…
Bursa başvururken pek düşünmemişlerdi de, kazanınca bir tuhaflık, bir burukluk çöktü hanelerine. Amerika’daki muhtemel yıllarını, oradaki yakınlarının da varlığı, onların hayatlarıyla biraz hayal ediyorlardı da… “Nasıl ayrılacağımı tahayyül edemediğim için evlenemedim” (²) misali, “memleket”i nasıl bırakacaklarını hayallerinde canlandırmamışlardı hiç. Kazandıkları an palas pandıras oraya ışınlanacaklarını düşünmüşlerdi sanki. Ayrılmak, geride bırakmak bozuyordu denklemi.
Bağlıydılar bir şeylerle, bir yerlere… Çok gençtiler. Yine pek düşünmediler, iki yıl önce inen 12 Eylül darbesine rağmen kalmaya karar verdiler. Öyle yaşandı…
O zamanın Ütopya Adası
Aileleri, en yakınları, -sevdikleri- insanları buradaydı. Sadâkatse eğer aslında ülkeye değil, içinde yaşadıkları o kuytuya, o kovuğa, arkadaşlarını, insanlarını içine alan o “mahalle”yeydi. Didiştikleri ülkeyle, medyadan, tahtından, her an, her şeye -kare akıl küp hamasetle- höyküren kişiyle, avanesiyle alçak da olsa bir “duvar” vardı aralarında. Onların hazır bulduğu, sonra da gönlünce biçimlendirdiği beşeri coğrafyanın içinde de olsalar, tek palmiyeli bir adaydı küçük hayatları.
“Mahalle” çocukluğun, ilk gençliğin, o devrin Ütopya Adası’ydı. Hepsi okumuş çocuklardı… İlk madalyalarını kırmızı okuma kurdelesiyle takıp, müsvedde defterine bile bazen kenar süsü kondururlardı. O günlerde de griydi, pusluydu hava… Masumiyet yine müzedeydi. Gökyüzündeki milyonlarca yıldız, boydan boya uzanan samanyolu, sadece hava açık olunca görülebilirdi. Belki ondan… Adalılar nüfuzunu yakalarındaki tek yıldızdan sağlıyorlardı. Ama çoğunun özlemi, her yıldız kaydığında tutulan daha hissî “dilek”lerdi galiba. Çok gençtiler, paylaşılan sıcak bir çay, bir bakış, bir iç çekiş yeterliydi tebessümü resmetmek için. Yaşandı…
Çok gençtiler, kadın çocukluk tişörtünü giyiyordu arada. Erkek hâlâ her sağanakta dışarı koşturmayı seviyordu. Bir yıl geçmedi, “Yökzede” oldu. Zira “sakıncalı”ydı, ayırılınca daha sakıncalı oldu, işsiz kaldı. Birden büyüdüler, biraz değiştiler. Farklı düşünmeye başladılar… Ama yine de “keşke”leri yoktu pek. Öyle yaşandı…
“Keşke”nin doğumu…
Yıllar yılları, zamanlar o zamanları kovaladı… Çok çok büyüdüklerinde, tarih sıfatıyla bir nevi tekerrür ettiğinde, o “Gitmeyelim, kalalım” kararlarının küllerinden nurtopu gibi bir “keşke” doğdu. (O mahallede nur, sadece ihtiyarlara iğnelenen bir maşallahtı)
“Keşke”… Laf oldu torba doldurdu; yaş aldıkça geçmişin kapanına bazen kuyruğundan yakalanan muhabbetlerinde. Ülkeleri haritalarıyla yuvarlayan basketbol topundan az büyük yer küresini evirip çevirip, parmaklarını o uzak yere koydular.
Oradan şuraya da geçmek, hatta taşınmak mümkündü. Parmaklarıyla okyanusu aşıp, “Belki de Amsterdam’da yaşıyorduk şimdi” dediler. Yaşadıkları ülkeyle de, o zamanla da bağları, de ki pamuk ipliği. En kepçe taşıran keşkeleri, laf ola beri geleleri sanıyorum bu oldu. Anlattıklarım giderek bir masal gibi seyrediyorsa, keşkekçinin keşkeklenmiş keşkek kepçesi de diyebilirim.
Ama o zamanlar nasıl gitselerdi… O zaman, o zamanlıydılar. Aslen memleketleri, “mahalle”leri, “o zaman”dı: “İnsan bir yerde doğdu mu oralı olmuyor, o zamanlı oluyor. Memleketi (bağlantısı/bağımlılığı) o zaman oluyor. Doğduğumuz büyüdüğümüz şehirdeki bütün değişimleri hüzünle kaydetmemizin nedeni bu. ‘Eskiden bu okulun kapısı paslıydı ne güzel’ diye üzüldüğüm de oldu. Konu doğduğumuz yerin mazisi olunca vazgeçemeyeceğimiz takıntılar var çünkü. Renkler var, sesler var, kokular var, binlerce ıvır zıvır var. İnsan zamanını durdurmak istediği yere aittir.” (²) O gün kopamamışlardı o zamandan… Öyle de yaşandı.
Rehavetten nekahete…
Bağlanıyor insan. Hatta öyle zamanlara, bazen “an”lara maalesef kelepçeleniyor. Anlatmaktan çok iç sızısı gibi hissettirmeye çalıştığım o bağlılık, sevgiliye bağlanmaya pek benzemese de… Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi’nde sevdalısının dokunduğu eşyaları mekâna/zamana yayarak, zamanı “o an”da durdurmaya, dondurmaya çalışan patolojiden yakasını kurtarmış değil. O zamanı yeniden üreten her şey, başta insanı bağlanmanın mutluluğu/huzuru andıran rehavetine yatırsa da, değişirken nekahetini de uzatıyor.
İçkileri meyveden çok sevmek
Finali Ahmet Altan’a bırakıyorum. İzahı her akla uymasa da, hikâyesi, şarabı tüm tariflerden güzel:
“Kuvvetli bağların -ibrişim görünümlü çelik bir yumak gibi insanı sarmalayan- iplikleri zayıflıklara dokunuyorsa, bu bağlananların da zayıflıklarını, bozukluklarını göstermez miydi?
Biz, ‘bağlanmayı’ hep zirvelere doğru bir uçuş olarak anlatmaya çalışırken, belki de bağlılık, ölümün, deliliğin, kuşkunun, bencilliğin, bozulmanın karanlık uçurumlarına doğru bir kendini bırakıştı.
(…) Bağlanmak, ayırır bizi diğer insanlardan. Diğerlerinin meyveleri toplayıp yediği bir bahçede, o meyvelerin bozulmasından elde edilmiş lezzetli ve yakıcı içkileri içmenin sarhoşluğuna, o içkiyi keşfetmiş olmanın ve kalabalıklardan ayrılmanın hazzıyla bırakırız kendimizi.
‘Niye bağlanırız’ diye sorulduğunda, ‘İçkileri meyvelerden çok sevdiğimiz için’ deriz.”
(¹) Ahmed Arif, “Karanfil Sokağı”, Hasretinden Prangalar Eskittim, Bilgi Yayınevi, 1968.
(²) Emrah Serbes, Hikâyem Paramparça, İletişim Yayınları, 2012.
KAPAK RESMİ: Edvard Munch, Melancholy, 1894.