O meşhur söz nefis, heva, hevesler, hesaplar ve asabiyetler işin içine karıştığında insanların hem doğrulardan hem de doğruyu söyleyenlerden rahatsız olacağını ifade sadedinde tekraren söylenip durur. Neredeyse dillere pelesenk olmuş haldedir bu söz: “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.” Sözün verdiği mesaj bellidir: Doğruyu söyleyen, alkış ve takdir beklemeden, bilakis bir risk aldığını bilerek onu söylemelidir. Çünkü insanlar hoşuna gitmiyor, işine gelmiyor, aleyhine görüyorsa, doğruyu kabul ve teslim etmek yerine, doğruyu söyleyeni suçlamayı ve aralarından uzaklaştırmayı tercih ederler.
Bu söze dair bir soru epeydir peşimi bırakmıyor: Kendisine doğrular söylendiğinde ortalama insan tepkisinin ne şekilde olacağına dair bir öngörüyü ifade eden bu sözde yanlış yapan taraf, sadece kendisine doğrular söylenen kişiler midir? Gün geçtikçe, bu sözde tarafların hepsinin de hatalı olduğu yönünde bir kanaat bende daha ağır basar hale geliyor.
Doğruyu söylediği için bir köyden, ikincisinden, üçüncüsünden derken tâ dokuzuncusundan dahi kovulan kişi, çokça kullanılan bir mecaz olarak ‘onuncu köy’e vâsıl olduğunda herhalde hoşâmedîler, davul-zurnalar ile karşılanacak değildir. İhtimal ki, doksandokuzuncu köyde de onu karşılayacak olan, aynı kovulma akıbetidir. Çünkü burada asıl sorun, doğruları söyleyen kişide veya doğruların kendisine söylendiği kişilerde değildir; mekândadır, ortamdadır, yerdedir. Çünkü köy, çoğulluğun, çok sesliliğin ve renkliliğin değil; tek-tipliğin, tek rengin, tek sesin ve asabiyetin temekkün ettiği yerdir. Orada geçer akçe, Nisâ 135. âyetinin istediği üzere ‘kendisi, anne babası ve akrabası aleyhine de olsa’ doğrunun izinde ‘adil şahitler olmak’ değildir. Bilakis köyde, “bize yarar mı, zarar mı getirir?” hesabı ve ekseriya “biz böyle gördük, böyle duyduk, böyle biliriz” muhafazakârlığı ile lehlerine görmedikleri sürece insanların doğruya karşı ayak diremekte ve konforlarını bozan doğrucuya aralarında yer vermemektedir.
Ancak, doğruyu söyleyenin de, dokuz köyden de kovulmasına mahal bırakmadan, daha ikinci veya üçüncü köyden kovulduğunda, ‘köy’ün doğruları söylemenin uygun mekânı olmadığını anlamış olması gerekir ve beklenir. Mesele doğruları söylemek ise, görünürde birbirine aykırı düşüyor gözükseler dahi ‘köy’lerin hiçbiri uygun mekân değildir. Ne birincisi, ne onuncusu, ne de binincisi… Doğruların ve doğruyu söyleyenlerin barınabileceği ortamlar, ancak şehirlerdir. Köyün tek-tipliğinin aksine şehirde herkese yer olduğu için, her fikir sahibi orada sözünü söyleme imkânına erişir. Maamafih, şehirde de köyden gelenler az değildir; ama ne herhangi bir köy, ne de farklı köylerden gelenlerin tamamı şehre hâkim olup onu tek ses ve tek rengin tahakkümüne sokabilir (faraza böyle yapmaya muktedir olsalar, orası şehir olmaktan çıkar zaten; büyük bir köye dönüşmüş olur). Şehir, tek-tipleşmenin, tek sesliliğin, tek renkliliğin baskın gelemediği kadar geniş ve büyük yerdir. Öyle ki, köyden geleni de, kendi sesini boğmaya asla mecbur ve mahkûm etmeden, başka seslere kulak verecek yahut onlara saygı duyacak şekilde terbiye eder. Şehirde belli bir anlayışın en fazla ‘mahalle’si olabilir; ama şehrin mahalle ve sokakları dahi herkesin girmesine her zaman açık mekânlar niteliğindedir.
Velhasıl, “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” sözü üzerinden, bir ‘köy’ ve ‘şehir’ dikotomisi geliştirmek ve gerçek anlamda nereye köy, nereye şehir denilebileceğini kestirmek mümkün.
Bir sabit fikrin, ideolojinin, tarzın, yöntemin, inancın tahakkümü altında olan; gelenek ve itiyadların yeni veya farklı olanı—doğru ve daha iyi dahi olsa—tehdit olarak görüp ya boğduğu yahut kovduğu her yer, her ortam, her mecra, her mekân entellektüel anlamda bir ‘köy’ niteliğindedir. İsterse bu diyar, mecra, topluluk, cemaat vs. içinde milyonları barındırıyor olsun, durum budur.
Buna karşılık, herkesin bir fikrinin olduğu, ama hiç kimsenin hakikati kendi tekelinde görmediği ve onu ancak kendisinin temsil ettiği iddiasına girmediği, dolayısıyla yeni ve farklı bir söz yahut yaklaşımın sahibinin ‘kovulmayıp buyur edildiği’ mekân, mecra ve ortamların hepsinde ‘şehir’ tadı, niteliği ve havası bulunmaktadır—isterse o mecranın sakinleri otuz, elli veya yüz yirmi kişiden ibaret olsun.
Velhasıl, doğruya talip olan, kendisine ‘köy’lerde muhatap aramak yerine, ‘şehrin’ sâkini olmayı tercih etmeli. Hangi ‘köy’den gelirse gelsin, ‘şehirli’ olmayı seçmeli.
Bunu, uzun seneler önce bir ‘köy’den kovulmuş, ama doğru olduğuna inandığı şeyleri söyleyeceği ikinci bir ‘köy’ arayışına girmemiş biri olarak söylüyorum. Bir fikri olan ve doğruları söylemek isteyen herkes ‘kimsenin kovamadığı yer’de şu güvenceyle yaşamayı seçmeli:
“Beni kimse kovamaz, çünkü ‘şehir’de yaşıyorum.”