Batı modernliği küreselleşmenin sonuçları karşısında yetersiz kaldıkça önünde iki ‘rahatlama’ yolu buldu. Biri ‘yabancı’ kültürlerin kamusal alanda sınırlanması, baskı altına alınmasıydı. Diğeri ise relativizmin uç noktalara doğru götürülmesi.
Buna postmodernizm de denildi… Böylece bir yandan modernliğin bitmekte olduğu kabul ediliyor, diğer yandan da modernliğe hayat veren zihniyete sahip çıkılıyordu. Relativizmin en temel ilkesi ise özgürlüktü. Dolayısıyla sanat dallarından başlayarak entelektüel alana yayılan bir mutlak ve ödünsüz özgürlükçülük savunusu ortaya çıktı.
Hz. Muhammed’in karikatürlerinin yapılması bu ortamda her iki amacı da tatmin ediyordu. Hem özgürlük hakkının sınırlanmadan kullanılmasıydı, hem de yabancı kültürlerin horlanarak yeniden tanımlanması…
Doğu veya İslam dünyası söz konusu karikatürleri büyük bir saygısızlık ve saldırı olarak algıladı. Ataerkilliğin anlam çerçevesi içinden bakıldığında, bu yapılan kutsalın ihlâli, caiz olmayan sınırların geçilmesiydi. Beklenen davranış ise Batılıların yaptıkları hatayı anlayıp özür dilemeleri, yapanları cezalandırmaları ve bir daha böyle bir eyleme girişmemeleriydi.
Ama öyle olmadı… Danimarka’dakilerden bir süre sonra olay Fransa’da tekrarlandı ve Charlie Hebdo vakasıyla trajik bir noktaya sürüklenildi. Yakın zamanda Peygamber karikatürlerinin sınıfta gösterilmesi ise bir öğretmenin boğazının kesilmesiyle sonuçlandı.
Müslüman âlemden bakıldığında Hz. Muhammed’e hakaret ima eden hiçbir söz veya eylem kabul edilebilir değil. Cinayetleri onaylamıyor olsalar da insanların büyük çoğunluğu cinayete giden infial duygusunu anladıklarını düşünüyor ve benzer duygulara sahip olduklarını keşfediyorlar.
Ne var ki bu gerilim Müslüman bakışın Batı’ya zihniyet olarak ne denli uzak olduğunu göstermiş oldu ve bu gözlem Batı’daki ‘özgürlükçülerin’ İslâm hakkındaki değer yargılarını daha da pekiştirdi. Her şeyden önce olayın öldürmeye kadar gidebilmesi Batılıların anlayabileceği bir şey değil. Ama asıl önemlisi, karikatür ve benzeri eylemlerin saygı değil özgürlük bağlamında ele alınması gerektiğine inanıyorlar.
Nitekim benzer karikatürler yıllardır Hz. İsa için de yapılıyor ve dindar Hristiyanlar bunu sineye çekiyor. Dolayısıyla karikatürleri yapanlar açısından ‘adil bir davranış’ söz konusu. Sonuçta bütün peygamberlere eşit yaklaşıyor, eşit davranıyorlar… Müslümanlar ise başka peygamberlere göstermedikleri hassasiyeti sadece Hz. Muhammed’e gösteriyor.
Batılı bakış bu tutumu eşitlikçilikten, dolayısıyla nesnellikten uzak buluyor ve Müslümanların henüz Batı dünyasında yaşayacak kadar ‘gelişmemiş’ olmalarına kanıt olarak görüyor. Bu da peygamberlerle alay edilmesini Batılı zihinde meşrulaştırıyor. Onlar için bu olay salt özgürlükçülük meselesi ve Müslüman zihnin henüz yeterince özgür olmadığını kanıtlıyor. Bir adım daha gidildiğinde Müslüman zihnin hiçbir zaman özgür olamayacağı, çünkü İslâmın bunu engellediği noktasına geliniyor.
Dolayısıyla söz konusu iki âlemde karikatür krizlerinden çıkartılan sonuç birbirinden çok farklı ve gerilimin derinleşmesine neden olmuş durumda. Çünkü her iki taraf da diğerinin ‘bizim’ ilke ve değerlerimizi veri kabul edip ona göre davranmasını bekliyor. Ne var ki her iki tarafın zihniyetleri farklı ve bu da farklı değerlerin kutsallaştırılmasına neden oluyor. Değerlerinizi ödünsüz sahiplenmeye doğru gittiğinizde ise çatışma kaçınılmaz hale geliyor.
Müslümanlar için dinsel değerler zaten kutsal. Ataerkillik bunlara mutlak bir saygı talep ediyor… Batı modernliği ise özgüvenli günlerindeki esneklikten uzak, bir sorgulama döneminde ve kimliksizleşme tehdidine verilen cevaplardan biri postmodernist özgürlükçülük… Yani sınırları zorlayan, giderek sınır tanımayarak kendisini kanıtlamaya çalışan bir özgürlükçülük…
Esas mesele iki tarafın da gerçekte diğeriyle birlikte ortak hayat kurma isteği taşımaması; ötekini bir külfet, hattâ açığa çıkmamış bir düşman olarak görmesidir. Her iki taraf da kendi bilgisinden, kültüründen, medeniyetinden fazla emin… Oysa her iki tarafın zihniyeti de haddini aşan bir gerçeklik varsayımı üzerine inşa edilmiş durumda.
Batı’nın özgürlük ilkesi ile Doğu’nun saygı üzerinden adalet arayışı karşılıklı olarak pekişiyor, katılaşıyor ve iletişimsizliği normalleştiriyor. Böyle bir ortamda bazı kişilerin şiddet kullanması, karşı taraftakilerin ise İslamofobiye meyletmesi (çoğumuza doğru gözükmese de) kendi değer sistemleri içinde son derece doğal.
Batılı ve Müslüman tutumun aynı anda ve aynı nedenle kabul edilebilir olmadığını görmedikçe, kültürler arası bir barış ve anlayış ortamının oluşması mümkün değil. Bu ise demokrat zihniyetin benimsenmesini gerektiriyor. Yani esas değerli olanın ilişkinin kendisi olduğu anlayışının…
Birlikte yaşamaya mahkum olmak insanlığın kaderi ve insanlık söz konusu birlikteliğe ne denli açık olabilirse, onu kuşatmaya, kucaklamaya, yaşatmaya ne denli istekli olursa, o kadar daha barışa, diğerkâmlığa, hayalimizde yücelttiğimiz ‘insanlığa’ yakın olacaktır.
Neyin gerçekten doğru olduğunu bilmediğimizi, başkalarıyla birlikte ortak ve öznel bir gerçeklik üretmeye mahkum olduğumuzu idrak ettiğimizde, karşımızdaki kişi ya da grubun hassasiyetleri, bakışı ve değerleri bizim için de önemli hale gelir. Onları benimsememiz gerekmez… Ama onların en az bizim kendi değer sistemimiz kadar anlamlı olduğunu kabul ettiğimizde saygı ile özgürlük arasındaki dengeyi yeniden kurma ihtiyacı hissederiz.
İlişkinin değerini kavradığımızda, her attığımız adımın o ilişkiyi nasıl etkileyeceğini gözden geçirerek davranır ve kendi değerlerimizi ilişkinin ışığında daha esnek hale getirir, onlara yeni bir işlev kazandırırız. Kimliğimizi oluşturduğunu sandığımız değerlere kıskançlıkla sarılmak yerine, onları ilişki içinde sürekli oluşum halindeki tasarımlar olarak görürüz.
Ve işin ironik yanı, insan zihni gerçekte ancak o zaman çoğul değerleri bir bütün olarak anlama yetisi geliştirebilir ve bu sayede (bir ihtimal) özgürleşebilir…