Ne kadar farkına varıldı bilinmez ama geçen hafta sonu Türkiye yargısı bir eşik daha aştı.
Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun Meclis’ten lavabo çıkışı terlikleri ve pijamaları apar topar gözaltına alınma gerekçesi savcılığın hakkında açtığı yeni bir terör propagandası soruşturmasıydı.
Soruşturmaya göre Gergerlioğlu, milletvekilliğinin düşürülmesinden sonra yanındaki bir grupla birlikte Meclis koridorunda yürürken “Biji Serok Apo” diye sloganlar atılmıştı. Bu yüzden acilen ifadesi alınmak üzere gözaltı talimatı verilmişti.
Savcılık bu iddiasını 18 Mart tarihli Meclis tutanaklarına ve haber-videolara dayandırmıştı. Ama ne ilginçtir ki Gergerlioğlu’nun bu sloganı atanlardan olduğuyla ilgili bir tespite yer verilmeyen soruşturmada, Gergerlioğlu dışında kimse de gözaltına alınmadı.
Bu gözaltı gerekçesini ilk görenlerin aklına bunun eski bir olay olduğu geldi.
Neyse ki gerçek karakolda ortaya çıktı.
Gergerlioğlu’nun avukatları o günün bütün görüntülerini delil olarak sundu ve savcının hakkında terör propagandasından gözaltı kararı çıkardığı olayın da bundan beş yıl önce 2016’da HDPlilerin milletvekilliğinin düşürülmesinin ardından yaşandığı ortaya çıktı. 2016’da Gergerlioğlu henüz milletvekili bile değildi.
Bu görüntüler bazı troll hesaplar tarafından sosyal medyada yeniymiş gibi dolaşıma sokulmuş, bazı milliyetçi sitelerde de yeniymiş gibi haber yapılmıştı.
Gerçeğin ortaya çıkması üzerine karga tulumba gözaltına alınmış Gergerlioğlu serbest bırakıldı.
Ama sorular ortada kaldı.
Yani birileri Savcılık ve Meclis’i trolledi mi? Yoksa küçük bir Google taramasıyla ortaya çıkarılabilecek eski bir video kullanılarak sahte bir gözaltı gerekçesi mi yaratıldı?
Bu sahte delili kim üretti?
Ama dün Meclis Başkanı bu sorulara cevap vermek, belki bir pardon demek yerine, “Namaz ve abdest üzerinden bu tartışmanın yürütülmesini, FETÖ’cü bir yöntem olarak görüyorum” dedi.
Gergerlioğlu eski bir Mazlumder başkanı olduğu için beş vakit namaz kılmasında şaşılacak bir durum yok.
Burada FETÖ’cü yöntem denebilecek tek şey de birini gözaltına almak için sahte delil üretilmesi gibi duruyor.
Sahte delil üretmek FETÖ’cülere özgü yöntemlerden biriydi.
Günümüz yargısı ise bu yöntemi bir adım daha ileriye taşıdı: Olmayan delili varmış gibi göstermek.
Yani artık öyle zahmetlere girip sahte delil üretmeye bile gerek kalmadı.
Çok uzun süredir siyasi soruşturmaların çoğunda suçlamalara konu olan deliller aslında yoklar.
Bunun son örneği Anayasa Mahkemesi’nden dün sessiz sedasız aldığı bir hak ihlali kararında görülüyor.
Sessiz sedasız diyorum çünkü şimdi kimsenin dönüp bakmadığı bu kararda bahsedilen iddialar, dört yıl önce günlerce gazetelerin manşetlerinden ve televizyon haberlerinden düşmemişti.
Bu köşeyi de uzun süre meşgul etmiş Büyükada soruşturmasından bahsediyorum.
Üzerinden dört yıl geçmiş, hafızaları o günlerin bir manşetiyle tazeleyelim:
“Uçurumdan döndük, al sana belge: Büyükada’daki kaos toplantısıyla ilgili korkunç belgelere ulaşıldı. Gözü dönmüş ajanların Türkiye’deki piyonlarını kullanarak yaptıkları alçak planlar deşifre oldu. Terör örgütlerinin CHP ve HDP tabanlarını kullanarak sokak darbesi yapmayı amaçladıkları ortaya çıktı.”
Dün Anayasa Mahkemesi, bu haberde “gözü dönmüş ajanların Türkiye’deki piyonu” olarak geçen isimlerden birinin, Büyükada’daki semineri organize eden Yurttaşlık Derneği’nden Özlem Dalkıran’ın bireysel başvurusu hakkında kararını verdi.
Kararda günlerce manşetlerden düşmeyen, daha sonra da karşımıza iddianame olarak çıkan, aylarca o seminere katılanların tutuklu kalmasına neden olan ve Türkiye’yi dünyaya rezil eden Büyükada soruşturmasındaki iddialar ve deliller değerlendirildi.
Mesela mahkeme günlerce kaos planları tasarlanan gizli bir toplantı olduğu yazılıp çizilmiş Büyükada’daki seminer için şu sonuca vardı:
“Soruşturma makamlarınca Büyükada’da yapılan toplantının gizli bir toplantı olduğu iddia edilmiş ancak toplantının gizli olmadığına ilişkin başvurucunun açıklamalarının aksi ortaya konulamamıştır. Öte yandan söz konusu toplantının terör örgütlerine yardım etme veya casusluk amacıyla yapıldığına, toplantıda konuşulan konuların suç teşkil ettiğine ilişkin bir iddia ileri sürülmediği gibi bu yönde herhangi bir delil de gösterilmemiştir.”
Özlem Dalkıran’la ilgili o günlerde gazetelerde çıkan haberlerden biri şöyleydi:
“Büyükada’daki kaos toplantısına katılan şüphelilerin üzerinden çıkan dijital verilerin deşifre edilmesinden sonra uluslararası karanlık toplantının hükümeti devirmek için yaptığı planların detayları ortaya çıkıyor. Büyükada toplantısına ilişkin yürütülen soruşturmada incelenen dijital veriler arasından Yurttaşlık Derneği’nden Özlem Dalkıran’a ait olduğu belirtilen ‘İstanbul Hayır Meclisi’nin 18 Haziran’daki toplantı notları tek tek deşifre edildi.”
Anayasa Mahkemesi, bu iddiaları tek tek şöyle deşifre etti:
“Başvurucudan ele geçirilen belgenin İstanbul Hayır Meclisleri adlı oluşumun 18 Haziran’da düzenlediği toplantıya ilişkin tutanak olduğu anlaşılmaktadır. Başvurucu bu belgenin kendisine mail yoluyla geldiğini, bu belgeyi kendisinin hazırlamadığını, belgede adı geçen toplantıya katılmadığını ileri sürmüştür. Soruşturma makamlarınca başvurucunun savunmasının aksi gösterilememiştir.”
Yine dört yıl önce manşetlerden verilmiş bir başka haber ve iddianameye girmiş bir başka iddia:
“Büyükada’da gözaltına alınan 10 kişiden 6’sı silahlı örgüt üyeliğinden tutuklandı. Şüphelilerin toplumsal kaos planları yaptığı ve bazılarının da ByLock’çularla irtibatlı olduğu saptandı. Korku ve tedbirleri ise konuşmalarına yansıdı”
https://www.sabah.com.tr/gundem/2017/07/19/buyukadadaki-kaos-toplantisinda-konusulanlar
Ve bu iddiayla ilgili Anayasa Mahkemesi’nin tespiti:
“Soruşturma mercilerince başvurucunun FETÖ/PDY’ye yönelik operasyon kapsamında yakalanarak tutuklanan şahısla telefon görüşmesinin -söz konusu telefon görüşmelerinin örgütsel bir ilişki çerçevesinde yapıldığı yönünde bir tespit ya da iddiada bulunmadığından- örgütsel bir ilişki bakımından kuvvetli suç belirtisi olarak kabulü mümkün görülmemiştir.”
Ve nihayet sonuç.
Türkiye ile Almanya arasında büyük bir krize sebep olup, Türkiye’de Wolkswagen fabrikası açılma kararının iptaline giden yolu açan, Uluslararası Af Örgütü’nün Türkiye temsilcilerini aylarca hapiste tutulmasına ve Türkiye’nin bütün dünyada aylarca protesto edilmesine neden olan davayla ilgili dört yıl sonra mahkeme şu sonuca vardı:
“Bu itibarla başvurucunun savunması ve dosya kapsamına göre somut olayda tutuklama için gerekli olan suç işlendiğine dair kuvvetli belirtinin yeterince ortaya konulamadığı kanaatine ulaşılmıştır. Anayasa Mahkemesi açıklanan gerekçelerle kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.”
Bu önyargılı, komplocu, hukuksuz soruşturma yüzünden Türkiye, Özlem Dalkıran’a 40 bin TL ceza ödeyecek.
Ama maalesef kör testereyle kesilmiş bu hukuksuzluklar artık Anayasa Mahkemesi’nden de dönemeyebiliyor.
Önceki gün gece yarısı yine Cumhurbaşkanı hangi kararları almış diye merakla beklenen Resmi Gazete’den çıkan 78 sayfalık karar gibi…
Osman Kavala’nın bu kez “casusluk”tan tutuklanması hakkında ikinci kez yaptığı bireysel başvuru ile ilgili Anayasa Mahkemesi’nin 29 Aralık 2020’de verdiği ikinci “hak ihlali yoktur” kararının gerekçesi Resmi Gazete’de yayınlandı.
Karar aralarında mahkeme başkanı Zühtü Arslan’ın da olduğu 7 üyeye karşı 8 oyla alınmıştı.
Gerekçede 36 sayfalık karara 42 sayfa karşı oy yazısı yazılmış.
Karar, Türkiye’de hukukta aynı anda kaç iklim yaşandığıyla ilgili ibretlik bir vesika.
Osman Kavala’nın casusluktan tutuklanmasını hukuka uygun bulan mahkeme üyelerinin gerekçelerini okurken insan irkiliyor.
Önreğin iddianamede Kavala’nın casusluk yaptığıyla ilgili herhangi bir delil, iddia, karine gösterilememesini şöyle açıklamışlar:
“Doğası gereği gizlilik içinde işlenen casusluk türü suçların ortaya çıkarılmasında, bunlara dair delil ve olguların belirlenmesinde soruşturma mercilerinin diğer suçlara göre oldukça zor bir konumda oldukları hatırda tutulmalıdır. Dahası bu tür suçların konusunu oluşturan eylemlerin çoğu kez diğer ülkelerin istihbarat örgütleriyle işbirliği içinde icra edilmesi ve suçların faillerinin eylemlerini gizleme konusunda diğer şüphelilere göre daha fazla kabiliyet sahibi olması gibi olgular, bunlarla ilgili en azından soruşturmanın başlangıcında veya tutuklama gibi koruma tedbirlerinin uygulandığı aşamada aranan delil türü ve düzeyiyle ilgili kısmen farklı ölçütler benimsenmesini zorunlu kılabilir.”
Yani mahkeme üyeleri diyor ki, bir savcı sizi casusluktan tutuklayıp, herhangi bir delil göstermeyebilir çünkü siz casus olduğunuz için delilleri saklama kabiliyetiniz var.
Ve yine aynı AYM üyelerine göre iki kişinin telefonlarının birbirine yakın baz istasyonlarından sinyal vermesi o iki kişiyi irtibatlı göstermeye yetebilir:
“Teşebbüsten hemen sonra bir lokantada görüşme, birçok farklı tarihte aynı mahalde bulunmaya işaret eden telefon bilgilerinin kesişmesi” irtibat için yeterlidir.
Bu karara göre örneğin Üsküdar Meydanı’ndan geçerken aynı baz istasyonundan telefonlarınızın sinyal verdiği, yine o meydandan geçen bir CIA ajanıyla isterse bir savcı sizi irtibatlı gösterip, sizi herhangi bir delil göstermeden CIA’ye casusluk yapmaktan hapse atabilir. Bu haksızlık karşısında AYM’ye bile başvursanız, ortada olmayan casusluk delilleri, yetenekli bir casus olmanıza yorulabilir.
Peki, sekiz AYM üyesini ikna eden bu casusluk ve irtibat delilleri için AYM Başkanı Zühtü Arslan karşı oy yazısında ne demiş.
Bir karşı oy yazısından çok, “böyle hukuk mu olur” isyanına benziyor:
“HTS ve baz istasyonu kayıtlarından hareketle başvurucunun muhtelif tarihlerde Henri Barkey ile görüşmeler yaptığı ileri sürülmüştür. Aynı şekilde bir an için tüm bu görüşmelerin gerçekleştiği varsayılsa bile bunların içeriklerine dair hiçbir bilgi, dahası iddia bulunmamaktadır. İstanbul’da doğup büyüyen ve Türkiye üzerine akademik çalışmaları bulunan Henri Barkey ile telefon görüşmesi yapıldığı yolundaki kayıtlar, devletin gizli kalması gereken bilgilerini siyasal ve askeri casusluk amacıyla temin etme suçu bakımından kuvvetli belirti kabul edildiği takdirde, yıllar içinde bu kişiyle bir şekilde telefonla görüşmüş olan herkesin casusluk suçu bakımından kuvvetli şüphe altında olduğu ve dolayısıyla tutuklanabileceği gibi hukuken hiçbir şekilde izah edilemeyecek bir durum ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla, yabancı istihbarat servislerine çalıştığı ileri sürülen bir akademisyenin görüştüğü kişilerin, görüşmenin içeriğinde dair herhangi bir tespit olmadan, salt bu görüşmeler nedeniyle casusluk suçunu işlediklerinin ileri sürülmesi ancak varsayıma dayanan ve soyut değerlendirmelerle mümkün olabilir.”
“Başvurucu devletin gizli kalması gereken hangi bilgilerimi temin etmiştir? Bu sorunun cevabı ne tutuklama kararında ne de iddianamede bulunmamaktadır. Daha da önemlisi başvurucunun hangi gizli bilgileri kimden, nasıl ve nerede temin ettiğine dair herhangi bir açıklama olmadığı gibi, kendisiyle “yoğun irtibatı” olduğu varsayılan Henri Barkey’in hangi gizli bilgilere sahip olduğu ve bunları nasıl temin ettiği de soruşturma belgelerinden anlaşılmamaktadır.”
“Başvurucunun kurduğu ve desteklediği STK’lar vasıtasıyla devletin güvenliği ve siyasi yararları bakımından niteliği gereği gizli kalması gereken bilgileri elde ettiği, bunları Türkiye aleyhine ve yabancı devletlerin lehine kullandığı ileri sürülmüştür. Belirtmek gerekir ki sivil toplum örgütlerinin en önemli görevi ülkenin sosyo-ekonomik ve politik meseleleri üzerine araştırmalarda bulunmak, analizler yapmak, raporlar hazırlamak ve öneriler üretmektir. Kuşkusuz STK’lar da casusluk amacıyla kullanılabilir. Ancak bir STK’nın casusluk olarak nitelendirilebilecek faaliyetler yürüttüğünün veya bu tür faaliyetleri örtülmesi amacıyla kullanıldığının soyut ve genel suçlamalarla değil, somut bilgi, belge ve olgulara göre dayanılarak gösterilmesi gerekir. Aksi takdirde her STK, benzer suçlamalarla etkisiz ve işlevsiz hale getirilebilir. Somut başvuruya konu soruşturma belgelerinde başvurucunun ilişkili olduğu STK’ların hangi gizli bilgileri elde ettikleri Türkiye’nin aleyhine olacak şekilde bunları nasıl kullandıkları ve hangi ülkede verdikleri açıklamış değildir.”
Diğer 7 üye de neredeyse arka fonda “Olur mu böyle saçmalık” diyen bir sesle benzer karşı oylar yazmışlar.
Hukuk izah için yetmeyince Anayasa Mahkemesi üyesi Engin Yıldırım’a edebiyata başvurmak zorunda kalmış:
“Kafka’nı Dava romanında Josef K. Kendisini aniden bir hukuk sarmalının ve labirentinin içinde bulmuştu. : “Josef bir hukuk devletinde yaşıyordu…bütün kanunla sapasağlam yürürlükteydi.” Somut olayımızda başvurucunun neredeyse aynı olguya dayalı suçlamalarla ve kuvvetli şüphe uyandıracak önemli yeni deliller ortaya konulmadan iki kez tahliye edilip üç kez tutuklanması da Kafkaesk bir hukuk sarmalına benzemektedir.”
İşte her gün Türkiye’de adını duyduğumuz duymadığımız, haber olan, olmayan, solcu, dindar, Kemalist, selefi, hilafetçi hiç fark etmeden onlarca kişi bu Kafkaesk hukuk sarmalının içine giriyor ve hakkını aramaya çalışıyor.
Yalanlar, evhamlar, önyargılar, komplo teorileri üzerine kurulu davalar, ekonomideki başarısızlığı bile Kuran ayetleriyle savunulan muhafazakar bir iktidarın yönetimi altında yaşanıyor, onun desteklediği medya üzerinden propagandası yürütülüyor, onun elinin altındaki yargı marifetiyle karara bağlanıyor.
Ama bütün bu yaşananlar dini bütün insanların çoğunu eşcinsellik tehlikesi kadar korkutmuyor ve seferber etmiyor.
Mısır’da Sisi rejiminin, Rusya’da Putin’in, İran’da molla rejiminin muhaliflerine uygun bulduğu bu hukuki standartlarla sevmedikleri muhaliflerin haksızlığa uğraması herhalde onlara hakkın zaferi gibi görünüyor.
Yoksa Ayasofya Camisi’ne kavuşmanın heyecanına İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasının sevinci eklenince yıllardır hayallerini kurdukları bu kutlu günlere hiç bir şeyin gölge düşürmesini istemiyor da olabilirler.
İktidarı eleştirmenin önüne Kuran’dan Hz. Musa’ya nankörlük eden İsrailoğullarının kıssalarını çıkarıp, ekonomik zorlukları Mekkeli müşriklerin Müslümanlara uyguladığı ambargo yüzünden yaşanan yokluk üzerine Allah’ın sabır için gönderdiği ayetlerle tevil etmeye çalışanlar bakalım Kuran’ın adalet ile ilgili ayetlerini ne zaman hatırlayacak?