Protokole uygun olarak en önde Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Devlet Bahçeli oturdu, boyunlarında camilerde görmeye alışık olmadığımız yaka kartları asılı, çoğu takım elbiseli, bürokrat ve siyasetçi ağırlıklı 500 davetli caminin içinde saf tuttu, halk Sultanahmet Meydanını tıklım tıklım doldurdu ve Ayasofya 86 yıl sonra bütün televizyon kanallarının naklen yayımladığı görkemli bir Cuma namazıyla ibadete açıldı.
Bu Ankara protokollü, davetiyeli ibadetin bir benzerine Ayasofya 88 yıl önce şahitlik etmişti.
3 Şubat 1932 akşamı Kadir Gecesi için 40 bin kişinin doldurduğu Ayasofya’da, balkonlarda davetli sefirler yerlerini almıştı. Bizzat Atatürk’ün talimatıyla hazırlanan Türkçe ezan, Türkçe kamet, Türkçe Kur’an o gece 40 hafızın sesinden ilk kez görücüye çıktı. Radyo, geceyi bütün ülkeye canlı yayımladı.
86 yıl sonra Ayasofya’daki ilk Cuma namazı bu kadar siyasi bir tören olmayabilirdi.
Mesela Diyanet, Meclis’te grubu olan beş siyasi partiden sadece HDP’nin liderini davet etmemek gibi bir ayıba imza atmasaydı.
Kendi Başbakanlığı döneminde partisindeki milletvekillerinin Ayasofya ile ilgili girişimlerine engel olmuş eski Başbakan Tansu Çiller’in davet edilip, İslami camianın içinden gelmiş eski Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun davet edilmemesini de herhalde takva ile açıklayamayız.
Ya da bir zamanların önde gelen başörtüsü yasakçısı Metin Feyizoğlu’nu, Türkiye’nin ilk başörtüsü mağduru üniversite öğrencisinin yeğeni, eski Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’dan daha davet edilebilir yapanın ne olduğunu dinen açıklamak da pek mümkün değil.
Davetli listesine bakıldığında kriterin ne olduğunu anlamak çok zor değildi. Ama başka alanlarda zaten Türkiye’yi darlaştıran o kriterler bir caminin açılışının maneviyatına hiç uygun düşmedi.
Ayasofya’da 86 yıl sonraki ilk Cuma için davet edilip, davete meydanda halkın arasında saf tutarak da olsa icabet eden tek CHP’linin partinin en Kemalist isimlerinden Muharrem İnce olması da talihin cilvelerinden biriydi.
İnce, altında Atatürk’ün imzası olan bir kararnamenin iptal edilmesiyle Ayasofya’nın cami yapılmasına takılmayarak olgunluk gösterdi ama acaba kendisini davet eden Diyanet İşleri Başkanının hutbede öfkeyle söylediği “Bizim inancımızda vakıf malı dokunulmazdır, dokunanı yakar. Vakfedenin şartı vazgeçilmezdir, çiğneyen lanete uğrar” cümlelerini duyunca ne hissetmiştir?
Halbuki Halkın Kurtuluş Partisi dışında cami olmasına kimsenin ses çıkarmadığı Ayasofya’nın açıldığı gün bu kadar öfkeli bir hutbeye gerek yoktu.
Ama müzeden çıkarılan Ayasofya’ya ait iki yeşil hilafet bayrağının dikildiği minbere fethin nişanesi olarak kılıçla çıkan Diyanet İşleri Başkanı, herkesi kucaklayan bir hutbe yerine, “Ayasofya’yı müze yapanlara” ad vermeden lanet okuyup, camiye çevirenlere yine ad vermeden şükranlarını sunduğu siyasi bir hutbe irad etmeyi tercih etti.
31 Mart yerel seçim kampanyasına destek için açık havada miting gibi teravih namazı organize etmiş bir Diyanet İşleri Başkanının bu tercihi çok şaşırtıcı değildi.
Aslında Diyanet’in de bir sonucu olduğu, Bizans’tan Osmanlı’ya sirayet etmiş din-devlet birliği anlayışının sembollerinden olan Ayasofya bu siyasi tavra da gayet uygun bir mekan.
Ama 19’uncu yüzyılın sonlarında o caminin kürsüsünden cemaate “Ey adalet isteyenler! Sümüklü böcekler gibi başınızı saklayarak gezmek isterseniz hiçbir vakitte zalimler size baş çıkarttırmayacaktır. Eğer Selman ve Bilal gibi merd-i meydan olursanız, zalimlere karşı durursunuz, insansınız, hürsünüz” diye seslenen Ayasofya’nın o günlerdeki başhatibi Ali Suavi’nin kemiklerini, caminin yeni başimamının biyografisinden bir kaç ay öncesine kadar çalıştığı Şehir Üniversitesinin adını siyaseten çıkartan korku herhalde sızlatmıştır.
Diyanet İşleri Başkanı büyük bir kararlılıkla hutbede “Vakıf malı dokunulmazdır” derken, cemaatin çoğunluğunu oluşturan AK Parti milletvekillerinin aklına, daha bir ay önce bir vakıf üniversitesini kapatıp, mallarına el konmasına sebep olan bir yasayı Meclis’ten geçirdikleri gelmiş olabilir mi?
Muhtemelen bu kadar ince düşünülmediği için kimsenin aklına hutbede ve diğer konuşmalarda, 2004’den bu yana Ayasofya’nın açılması için bizzat AK Parti iktidarıyla mücadele etmiş, Başbakanlığa, Kültür Bakanlığına sayısız başvuru yapıp aldığı ret cevaplarını idare mahkemelerine ve Danıştaya taşımış, üç kere Danıştayda davası reddedilmiş ama geçen ay ne hikmetse aynı başvuruyla dördüncüsünde amacına ulaşıp 1934 tarihli altında Atatürk’ün imzası olan kararnameyi iptal ettirmiş Sürekli Vakıflar Tarihi Eserlere ve Çevreye Hizmet Derneğinin 76 yaşındaki emekli öğretmen başkanı İsmail Kandemir’den bir cümle bahsetmek de gelmedi. Tabii ondan bahsedilseydi, o zaman neden emekli öğretmenin 16 senedir uğraştırıldığı gibi bir soru da akıllara düşerdi.
Yine hutbe ve konuşmalarda bir kaç kez haklı olarak Ayasofya’nın fetihten sonra bugüne ulaşmasında büyük katkısı olan Mimar Sinan rahmetle anıldı ama rahmetle olmasa da içinde bulunulan yapının esas iki mimarı olan Miletli yani Didimli İsidoros ve Trallesli yani Aydınlı Anthemius’un adlarını anmak da dinen sakıncalı olmazdı, aksine özgüveni gösterirdi.
Ama onların isimleri anılsaydı, Ayasofya Bizanslı mimarlarıyla, camiye çevirme başarısı da emekli öğretmen Kandemir’le paylaşılmış olurdu.
Genel olarak Ayasofya açılışına hakim olan duygu paylaşmak değil, “Burası bizim ve bizim kalacak” meydan okumasıydı.
Bu anlayış, paylaşmayı zul, eziklik ve taviz vermek olarak görüyor.
Halbuki paylaşmak Ayasofya’nın İstanbul’da ve bizim olması gerçeğini azaltmaz, Ayasofya’yı daha çok ve daha fazla insanın rızasını kazanarak bizim yapardı.
Nitekim, Doğu Hristiyanlığı ve teslis inancının en merkezi kavramı “Kutsal Hikmet” demek olan ve Hz. İsa’ya karşılık gelen dişil bir Tanrısal güce tekabül eden Ayasofya’nın, İslami akidelere fresklerden daha aykırı olan adı, başlı başına bir paylaşma haliydi.
Ama bu yeniden fetih heyecanıyla, dünyanın gözlerinin çevrildiği açılışta, İstanbul’da az camide uygulanmaya devam eden fethedilen şehirlerdeki Cuma hutbelerine kılıçla çıkma geleneğini canlandırmanın içeride ve dışarıda bu gelenekten habersiz kitlelere vereceği mesaj da pek umursanmadı.
Ayasofya, yeni kutuplaşmalara malzeme olmaması için gayret gösterilerek, dünyaya bu karar anlatılarak, kendi tarihimizdeki tecrübelerden daha sakin dersler çıkararak, bu tecrübe üzerine yeni bir toplumsal norm inşa ederek değil, tıpkı müzeye çevrildiği zamandaki gibi yine bir kişinin kararı ve yoğun bir rövanş duygusuyla açılmış oldu.
Halbuki muhalefetin olgun tavrı, açılışın bir caminin ruhaniyetine yakışacak biçimde yapılmasına imkan veriyordu.
Yine de bu rövanş duygusuyla da empati kurulabilir.
Nihayetinde Ayasofya Müzesi, Türkçe ezan, tarikat ve cemaatlerin yasaklanması, tekke ve türbelerin kapatılması, kılık kıyafet yasaklarından sonra 30’ların radikal laiklik hamlelerinin bugüne ulaşmış son örneğiydi.
Ayasofya’nın 86 yıl sonra müzeden yeniden camiye çevrilmesiyle Türkiye’deki otoriter tepeden laiklik projesi defteri psikolojik olarak kapandı.
Ama ne ilginçtir ki o defterin kapandığı, İslami çevrelerin son rüyası olan Ayasofya’nın camiye çevrildiği günkü Türkiye, 86 yıl önce Ayasofya’nın müzeye çevrildiği zamanki Türkiye’den daha seküler bir yer.
Ayasofya’nın müze olduğu yıllarda Türkiye’de dindarlık ve İslamcılık yükselişteydi, Ayasofya cami olarak açılırken ise hem siyaseten hem de sosyal olarak heyecanını kaybetmiş, inişe geçmiş bir muhafazakarlık ve İslamcılık var.
Üstelik ‘Mahzun Ayasofya’nın da aralarında olduğu, ideolojik motor gücü olan laik iktidar karşısındaki mağduriyetlerden de geriye pek bir şey kalmadı.
Türkiye’de 86 yıl önce Ayasofya’yı bir gecede müze yapan otoriter laikliğin başaramadığı sekülerleşmeyi, sivil hayatın kendisi başardı.
Ama Türkiye’nin siyaseten o kadar değiştiğini söylemek zor.
86 yıl önce duvarlardaki hatların indirilmesine bile Cumhurbaşkanı karar vermişti, 86 yıl sonra halının rengine dahi Cumhurbaşkanı karar verdi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan daha bir yıl önce Ayasofya’nın açılmasını isteyenlere Sultanahmet’in vakit namazlarında doldurulmasını şart koşuyordu.
Dün görüldü ki Sultanahmet’i dolduran da Ayasofya’nın açılması oldu.
Ama şimdi yeni bir sınav bekliyor.
Bakalım Ayasofya Camii, bu ilk zamanların heyecanı geçtikten sonra önünde her gün kuyruklar olan Ayasofya Müzesi kadar kalabalık olacak mı? 86 yıl ‘Mahzun Ayasofya’ olarak siyasi bir sembol haline gelmiş cami, bundan sonra siyasetten kurtulup huzura kavuşabilecek mi?