Sınıfta sevgili öğrencilerime José Mujica’yı sordum; tanımıyorlardı, yine de itiraz etmeden katıldıkları yarım dakikalık saygı duruşundan sonra, “dünyanın en yoksul başkanı” olduğunu hatırladılar ve ayaklarından biri eksik köpeğini.

Oysa Pepe muhtelif kereler fakir sayılamayacağını, çünkü neye ihtiyacı olup olmadığı konusunda bir fikrinin bulunduğunu belirtmiş ve bunu, “yoksulluk içimizde” retoriğine gömmeden ve eşitsizliği görelileştirerek normalleştiren bir derin bilgelik gösterisine kapılmadan yapmıştı. Tupamara gerillalığından Uruguay devlet başkanlığına uzanan hayatında, yaşlandıkça güzelleşmekle kalmamış (Başkanlığını bayağı tonton bir dede suretinde geçirmişti), teoriyle pratik arasındaki mesafeye direnmeyi tadında bırakarak, daha pragmatik bir politik programa gönül indirebilmişti. Başkanlığı sırasında şurada burada gücünün yetmediği konular vardı kuşkusuz ama bu rezil dünyaya çeki düzen vermeye çalışan kim tatmin edici bir muvaffakiyete varabilmişti ki? Dış güçler (ABD), vahşi kapitalizm, konjönktür, Latin Amerika’nın kesik damarları retoriğine müracaat etmeden böyle bir meşrulaştırma müracaat ediyorum. Dünya düzelmiyorsa eğer, buradaki kabahatin birazı da dünyaya ait değil midir?
Benzer siyasal ve toplumsal görüşleri ve iddiaları nedeniyle bir türlü kimseye yaranamıyan Corbin ve Ahmadineajad’dan daha şanslı sayılabilir. “Yoldaşları” ona ihanet etmedi (bazıları kurduğu ilk kabinede yer aldı); bir çoğuyla Uruguay’ın en zorlu cezaevlerinde başlayan dostlukları “mücadelenin sürdürülmesinde” işleri kolaylaştırdı. Emir Kusturica’nın çektiği belgeselde (El Pepe: Anlamlı Bir Hayat) kolaylıkla görülebileceği üzere, Pepe, aslında kendisini toplumun en ayrıcalıksız ve varlıksız kesimleriyle özdeşleştirmeye özel bir çaba gösteriyor ve geride kalanların taleplerini kendi gündemi ve hayatına gizli açık sokmamaya gayret ediyordu. Kısaca şirin olmak ve sevimsiz gözükmemek popülizmine boyun eğmedi. Buna rağmen, marijuana tüketimi ve cinsel kimlikler vs. konusunda radikal adımlar atmaktan da kaçınmıyacaktı. Papa ve dinle ilişkili tutumunu yeterince “devrimci” bulmayanlara ise, bu kadar çok sayıda insanla konuşmayı başaran bir figür ve öğretiye sırtını dönemeyeceğini, çünkü onun esas derdinin de daha fazla insana ulaşmak olduğunu söyliyecekti.
Pepe’nin insanları ürküten yanı, inandıkları ve yaptıklarıyla hayatı arasında neredeyse hiç mesafenin olmamasıydı. Kişiliği, politik kimliği hayatına, hayatı da personaya ve politikaya meczolmuştu. Minimalizmi, gündelikliğin sadeliği ve içtenliğini büyütüyor, esas yoldaşı Lucia Topolonskii’yle birlikteliğinin sahiciliği âhir zamanlarda kem gözlere herhangi bir fırsat tanımıyordu. Her biri kendi toplumlarının neredeyse en zengini hâline gelmiş politik liderler arenasında, herhangi birimizin bırakın yaşamayı, içine girmeye bile cesaret edemiyeceği eviyle, bombiyyasında keyfle içtiği matesiyle farklıydı işte. Vicdan sahibi bir insandı en çok. Türkiye’ye geldiğinde, Cumartesi Anneleri’ni ziyaret etmiş, “keşke gelmeseydim, bu insanların derdi yanında, benim varlığımın ne önemi olabilir ki” demişti mesela. Acının magazinde dönüştürülme ihtimalinden ürkerek elbette.
Fakat bir mesele var. Mahallede herkesin erdeminden dolayı parmakla gösterdiği delikanlıya, buna rağmen, fakirliği nedeniyle hiç kimsenin kızını vermemeye yanaşmaması gibi, Pepe de “alkışlayıcı yoksaymanın” kurbanı olacak. Alkışlanacak, alkışlandı da, fakat söyledikleri ve yaptıklarına hep kuşkuyla bakılacak. Banka soygunculuğundan, sosyalistliğinden, gerillacılığından dem vurulacak. Bu tatlı ihtiyarın, hayatının önemli bir kısmını geride bırakma cesaretinden, zorluklara direnme kabiliyetinden ve hayallerine bağlı kalmasından bahsedilmeyecek. Olsun, şansölyeliği bırakır bırakmaz Gazprom’un danışmanlığına soyunan yetenekli sosyal demokrat Schroeder’i de kimse hatırlamıyor artık.
Pepe, José Mujica, bu dünyadan ayrıldı. Umarım, gittiği yerde burada başladığı işleri tamamlama fırsatı bulur. Uzun bir geçiş dönemine ihtiyacı olacak muhtemelen. Çünkü anlatacağı çok şey var.