#uykularınızkaçsın #susmabitsin diyerek başlayan ifşa hareketini konuştuğumuz röportaj dizisine Psikolog Ayşegül Akyapraklı ile devam ediyoruz:
Cinsel tacizi tanımlayabilir miyiz; sınırı nerede başlar?
Hukuki anlamına, suç kavramından baktığımızda, bedensel temasın olmaması gerekiyor ve tacizi tecavüzden ayıran nokta da burası. Yani cinsel taciz suçu, bir insanın başka bir insanı bedensel-fiziksel bir temas olmadan, cinsel anlamda rahatsız ve tedirgin etmesi anlamına geliyor. Hukukun koyduğu bu sınırı, psikolojik açıdan tam olarak koyabilir miyiz acaba? Fiziksel temas olmadığı halde bir insan başka bir insanı fiziksel olarak da rahatsız ve tedirgin edebilir mi diye sorarsak, bunun yanıtı evet olacaktır. Çünkü “rahatsızlık” ve “tedirginlik” somatik tepkilere yol açma olasılığı çok yüksek, kaygıyı arttıran duygu durumlarıdır. Günümüzde hemen tüm hastalıkların stres kaynaklı ya da yaygın kaygı bozukluklarıyla ilişkisi biliniyor. Bu açıdan bedensel bir temas ve müdahale içermemekle birlikte belli bir zaman dilimine yayılan, tekrar eden ya da ısrarlı cinsel taciz; türüne, sıklığına ve kimden geldiğine de bağlı olarak mağdurun ruh sağlığında ciddi etkilerin yanında psikosomatik rahatsızlıklar da ortaya çıkarma potansiyeli taşıyor. Cinsel taciz, cinsel ilişki talebinden cinsel ayrımcılığa kadar çok geniş bir yelpazede cinsel içerikli sözler, imalar, mesajlar, görseller, teklifler, cinsel açıdan aşağılanma, küçük düşürülme, tehdit gibi birçok fiili kapsıyor. Sonuç olarak cinsel taciz bir istismar ve şiddet türüdür ve her tür şiddette olduğu gibi bütün toplumların ve kanunların nezdinde bir suçtur.
Taciz mağdurunun konuyla ilgili konuşabilme süreci nasıl gelişiyor?
Cinsel taciz mağduru hem cinsel şiddete hem de duygusal şiddete maruz kalmıştır; çünkü duygusal şiddet az önce de belirttiğim gibi fiziksel, cinsel, sosyal, ekonomik bütün şiddet türlerini kapsayan, her birinin içinde ve aynı anda bulunan bir şiddet türüdür. Mağdur, cinsel tacizin yol açtığı rahatsızlıkların yanı sıra kendisini değersiz, aşağılanmış, küçük düşürülmüş, çaresiz, aciz, güvensiz hisseder. Herhangi başka bir sebepten ötürü psikoterapiye başlayan kadınlarda bile geçmişteki bir taciz yaşantısını anlatmak çok kolay olmuyor, çok uzun zaman alabiliyor. Eğitim ve sosyo-ekonomik sınıf farkı olmaksızın utanıyor ve terapisti tarafından bile yargılanacağı kaygısı taşıyor kadınlar. Bu yaşantılar en yakınlarına bile anlatmaktan çekinilen sırlar olarak kalıyor. Çoğunlukla psikoterapi sürecinin bir noktasında kaçınılmaz olarak ortaya çıkıyor, bazen de hiç anlatılmayabiliyor. Cinsel tacizin türüne, şiddetine, sıklığına ve failin kimliğine bağlı olarak travmanın şiddeti de değişmekle birlikte konuyla ilgili konuşabilme süreci çok ağır işleyen bir süreç kesinlikle. Direkt olarak cinsel taciz travması ile başlanan terapilerde de süreç uzayabiliyor.
Genel tanımların dışına çıkarak konuşmamız daha iyi olacak. Konumuz aslında erkek cinsel tacizi… Soruyu da yeniden sormak istiyorum. Erkek cinsel tacizinin ve şiddetin toplumsal yaşamın doğal bir parçası olarak görüldüğü ve üstelik mağdurun cezalandırıldığı bir toplumda mağdurlar konuşabilir mi?
Buradaki en önemli ve tehlike arz eden durum, “normalleştirme” kavramı. Şiddetin geldiği kişiye ve toplumsal normlara bağlı olarak tacizi, şiddeti normalleştirme eğilimindeyiz. Toplumsal cinsiyet rolleri açısından bazı cinsel taciz davranışları ve şiddet o kadar kanıksanmış ki, kadınlar bu davranışları erkek olmanın gereği doğal, dürtüsel durumlar olarak kabul etmek zorunda bırakılmıştır ve kız çocukları da genelde bu doğrultuda yetiştirilir. Sadece kadın olmak, toplumsal konumlanmada başlı başına dezavantajlı bir durumdur; doğru davranmazsan başına gelecek şeyler vardır ve bu olduğunda suçlu sen olursun. Tüm toplumsal davranış, duruş, giyinme tarzı vb. normlar buna göre düzenlenmiştir. Bizde #uykularınızkacsın #susmabitsin etiketleri altında yayılan #metoo hareketi tam da bu en tehlikeli duruma; toplumun normalleştirme eğilimine karşı çıkan bir harekettir ve tacizden tecavüze cinsel şiddetin affedilecek, üstü örtülecek bir şey olmadığını, aslında bir suç olduğunu, suçlunun da mağdur değil fail olduğunu göstermeye yöneliktir. Konuşabilme sürecindeki en önemli faktörlerden biri de elbette grup dinamikleri, yani yalnız olmadığını, çoğunluk olduğunu bilmek ve dayanışmak.
Doğru soru mu emin değilim, bir yandan bunu da kadınlar düşünmesin artık diyorum. Taciz eden insan profili, psikolojisi nasıl oluşur?
Mağdur psikolojisi olduğu gibi tacizci psikolojisi ve patolojisi de yapılan araştırmalarla anlatılmakta ama burada sözünü edeceğimiz tacizci psikolojisi, sosyal medyadaki ifşa hareketinin failleriyle ilgili. Yani gündelik hayatta yan yana olduğumuz, birlikte çalıştığımız eşimiz, dostumuz, iş arkadaşımız, partnerimiz, patronlarımız, hocalarımız, hatta topluma mal olmuş sanatçı kimlikler, kişilikler. Durum böyle olunca karşımıza yine aynı konu çıkıyor ve “erkeklik” meselesinin sınıf farkı gözetmeksizin tarih boyunca yaşadığımız tekrarının bir tezahürünü görüyoruz.
Tarih boyunca ve toplumların bütün kurumları tarafından “erk” yani istediğini yaptırabilme gücü, erkeğe verilmiştir. Kadın ise karmaşık, anlaşılması güç ve tehlikeli görülmüş ve böyle de etiketlenmiş. Tehlikeli olarak etiketlenen de “doğal ve potansiyel bir tehdit” oluşturacağından her daim ezilmesi gerekir. Bilim erkeklik ve iktidar ilişkisi, fallusun gücü, fallusun kaybı, kastrasyon kaygısı gibi konular üzerine çalışmış; bu sayede koca bir psikoloji külliyatına sahibiz. Erk’e yani istediğini yaptırabilme gücüne sahip olduğunuzu, potansiyel tehditlerle çevrili olduğunuzu, bu tehdidin aynı zamanda arzunuzun nesnesi olduğunu düşünün; bunun üzerine bir de erk’e sahip olduğunuz halde reddedildiğinizi koyun. Burada işler biraz sarpa sarıyor, paradoksal durumlar ortaya çıkıyor. Çatışmayı çözmek için ne yapmak ya da neyi değiştirmek gerekir? Bütün ilişkilerde risk vardır, onu değiştiremezsiniz. Arzunuzun nesnesi de değişmez. O zaman erk meselesini bir gözden geçirmek gerekiyor ve erkekleri bekleyen en önemli çalışma konusu da bu sanırım.
Bir ilişkiyi oluşturan ve sürdüren en önemli unsur güven duygusu olduğuna ve güven duygusu aynı zamanda insanın en temel ihtiyaçlarından biri olduğuna göre o zaman aslında aynı ihtiyaçlara sahibiz. Bu anlamda erkeklerin iktidar ve erk kaygısıyla terörize edilmeyen ilişkilerin son derece sağlıklı ve mutlu, yolunda giden ilişkiler olduğunu, ayrılıkların da yine aynı şekilde travmatize olmadan, sağlıklı bir şekilde gerçekleştiğini ve gelecek yeni ilişkilere güvenle bakabildiğini biliyoruz.
İfşa hareketinin etkisiyle (özellikle daha geleneksel, muhafazakâr kadınlar arasında) gündelik kadın erkek ilişkilerinde güvensizlik duygusunun ağır basacağı kaygısı gündeme geldi. Şunu demek istiyorum, kadınlar ve erkekler birlikte çalışırken, arkadaşlık ederken birbirlerinden korkacaklar mı?
Burada karşı cinsi algılama, konumlandırma ve buna bağlı olarak geliştirilen cinslerarası iletişimin nitelikleri gibi konular çıkıyor karşımıza. Bu iletişimin bir boyutu da tüm canlılarda olduğu gibi “kur yapma” ve “çiftleşme” dilinin sözlü ve sözsüz işaretleri. Kadın ve erkeğin yan yana geldiği her ortamdan korkmak yerine; erkeklerin karşı cinsle iletişimde, ısrarla tarih öncesinden kalma, kadınların artık konuşmadığı ve konuşmak istemediği bir dili kullandığını anlaması ve biraz empati yapması işleri epeyce kolaylaştırmaz mı?
Araştırmalardan biliyoruz ki erkek beyni empati konusunda kadın beyni kadar donanımlı değil. Her ne kadar bu durum, kadın-erkek iletişiminde bir bariyer teşkil ediyorsa da yeterince çalıştırdığımızda beynimizde ve bedenimizde de bazı donanımların geliştiğini, evrimleştiğini de biliyoruz. Erkeklerin, tarih boyunca kodlanmış eril dil-düşünce-davranış mekanizması, günümüzde hata (error) veriyor. Egemenlik artık kayıtsız, şartsız erkeğin olamıyor maalesef. Bu kodların değişmesi belki hemen olacak bir şey değil; çünkü değişim gibi bir sürecin altında çağdaş eğitim, çağdaş aile, yaygın-örgün kamu hizmetleri, devlet politikaları gibi konular da var ama değişim kaçınılmaz. Bir iyimser olarak Metoo ve benzeri yapılmış ve yapılacak hareketlerin giderek artmasının, cinsler arasındaki iletişimin üstünlük, ayrımcılık ve kaçınılmaz olarak şiddet içeren patriyark dilden, geleceğin insan diline evriminin hızlanacağına inanmak istiyorum.
Toplumsal psikoloji #Metoo hareketinden nasıl etkileniyor?
En başta erkekler rahatsız olmak, kaygılanmak suretiyle karşı cins algısını, cinsiyet açısından kendi benlik algılarını, kadınlar için söz konusu öncelik ve hassasiyetleri, duygulanımları, toplumsal kodları, iletişim ve davranışlarını gözden geçirmek durumunda kaldı.
Erişkinlik sınırındaki ergen genç grubun nasıl etkilendiğini özellikle önemsiyorum. En etkili öğrenme biçiminin yaşayarak öğrenme olduğunu ve model alarak öğrendiğimizi düşünecek olursak, bu grup için özellikle de karşı cins ilgilerinin arttığı evrede ciddi bir model oluşturuyor. Genç erkeklerin kız arkadaşlarına nasıl davranmaları, nelere dikkat etmeleri gerektiği, genç kadınların da yaşıtı ya da büyüğü tüm erkeklerle ilişkilerinde benlik ve beden sınırlarını koyabilmeleri, hayır diyebilmeleri, özgüvenli olabilmeleri ve uğradıkları hiçbir şiddeti normalize etmemeleri gerektiği konusunda da ciddi bir uyarı aynı zamanda.
Buradaki girizgâhı şunun için yaptım: Model alarak öğrenme akla dizileri getiriyor. Son zamanların çok konuşulan dizisi ‘Bir Başkadır’da da tecavüz konusu Ruhiye karakteri üzerinden işlendi. Mağdur, evlenirken kocasına bunu itiraf etme cesaretini bulmuş bir kadın.
Muhtemelen bu cesareti bulmasında müstakbel eşinin nispeten daha iyi -olayı öğrendikten sonra en azından kendisini öldürmeyecek- bir adam olmasının etkisi var. Buna rağmen ifşanın ve kabul edilmesinin bile kadının yaşadığı travmanın iyileşmesine yeterli olmadığı; ve hatta küçük oğlunun da annesinin durumuna bağlı olarak konuşmayı reddetmesi gibi olayların yer aldığı patolojik bir aile tablosu görüyoruz. İlerleyen bölümlerdeyse nispeten iyi bir karakter olarak çizilen kocanın, faili köy meydanında sakat bırakacak kadar döverek tecavüzü ifşa ettiğini öğreniyoruz. Evet, bu da bir ifşa ama kadının kocası tarafından yapılan; erkek dünyasındaki “namus” kavramının işleyişi ile ilgili ve sanki toplumsal olarak daha kabul edilebilir bir ifşa. Sanki bu işler ancak erkek erkeğe çözülürmüş gibi bir mesaj var.
Devam edelim; sonrasında mağdur kadın bir şekilde tecavüzcüsüyle yüzleşiyor; ardından hızla iyileşiyor, hatta dönüş yolunda oğlan da konuşmaya başlıyor. Sanki tecavüzcünle yüzleşmek bu kadar kolaymış, tecavüzcüler dizideki gibi “öldür beni” diyecek kadar yaptıklarından pişman olur, özür dilermiş gibi… Haydi bunları kabul ettik. Olay örgüsünde kimi detayların incelikle işlendiğini de kabul ediyor ve yönetmeni tebrik ediyorum ancak konunun bütününden çıkan mesajlar ve yarattığı toplumsal algı açısından vahim yanlışlıklar da içeriyor. Mağdurun, o ağır travma sonrası patolojisi hiçbir tedavi sürecine ihtiyaç duymadan, kendiliğinden iyileşebilirmiş gibi mesajlar var meselâ. Ne yazık ki dizi bize; toplumsal bir yarayı iyi niyetle ele alan, işinin ehli olduğunu düşündüğüm bir yönetmenin bile ne mağdur psikolojisi ne de olayın dinamikleriyle ilgili yeterli bilgisinin olmadığını, sorunun yine erkek bakış açısıyla üstünkörü işlendiğini göstermekte. Artık erkeklerin, herhangi bir işi yaparken özellikle çok iyi bildiğini sandığı şeyler/alanlar hakkında, biraz durup biraz düşünüp daha çok çalışması gerekiyor.
Meselâ çekirdek ya da geniş ailede, iş yerinde ifşa gerçekleştiğinde mağdur kadın bedel ödüyor; işinden, ailesinden hatta -tecavüz mağduruysa namus meselesi haline geldiğinden ailenin temize çıkması için- canından oluyordu. Burada bir değişiklik ihtimali var mı; toplumsal yapıda artık mağdurun değil suçlunun bedel ödediği bir hareket tarzı gelişecek mi?
Bence hareketin motivasyonunu oluşturan da bu adalet çağrısı. Cinsel istismar, şiddet, taciz ve tecavüz mağduru olan kadınlar; faillerin adilce yargılandığı, toplumun kamu kurum ve kuruluşlarıyla, sivil inisiyatiflerle devletin etkili kadın ve çocuk politikalarıyla mağdurların acılarını dindirip ihtiyaçlarını giderdiği bir sistem istiyor. Kaldı ki ifşa, Batı’da devlet eliyle hukuken işletilen bir mekanizma. Yani bizdekinin tam tersine mağdur değil fail damgalanıyor. Yaşadığınız yerde, çocuğunuzun gittiği okulda, iş yerlerinde, her yerde taciz, tecavüz faillerinin kimlikleri toplumun erişimine sunuluyor. Toplumdan dışlanacak, damgalanacak ve bedel ödeyecek biri varsa o da faildir; mağdur değil.
Bir de tabii günlerdir sosyal medyaya erişim imkânına sahip kadınlardan bahsediyoruz. Her ne kadar internet yaygınlaşsa da bu imkâna erişemeyen kadınların sayısı ifşa edenlerden fazladır, demek yanlış olmaz.
Bu anlamda hareketin toplumsal dinamiği etkilediğine ve çok güçlü caydırıcı bir etkisi olacağına inanıyorum. Çünkü “ifşa” edilmek, çok ciddi ve güçlü bir olay. Hele bizimki gibi kolların kırılıp yen içinde kaldığı -o kollar da hep kadın kolu oluyor nedense-, içe kapalı, tutucu toplumlarda daha da etkili. İfşadan sonra artık ne mağdur açısından ne de fail açısından hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Bildiğim kadarıyla ifşalar hukuken suç duyurusu olarak kabul edilmiyor. Ama birçok riski göze alarak paylaşımlar yapan mağdur kadınlarımızın, toplumsal vicdanda çok önemli bir iç görü meydana getireceğine inanıyorum. Şimdilik, sosyal medya kullanan, çalışan, eğitimli, kentli kadın hareketi olarak başlamış olsa da çok uzun olmayan bir süreçte köylü, kentli, kasabalı farklı kesimlerden kadınların gündelik yaşamına yansımalarını göreceğiz sanırım.
Şiddet, öğrenilen bir şeydir, o zaman şiddetin yerine koyacağımız şeyler de öğrenilebilir. Umarım bu ve bundan sonraki hareketler kendiliğinden, istikrarlı sürdürülebilirlikleriyle toplumsal mekanizmaları harekete geçirmeye devam ederek değişimi hızlandırır, taciz ve şiddetin dili artık geçmişimizde kalır.
Tacize uğradığını açıklayan bir çocuğa, bir kadına nasıl destek olmalıyız? Resmi kurumlar, STK’lar, aileler ve arkadaşlar ne yapabilir?
Öncelikle mağdurların uzun süreli ve acil desteğe ihtiyaç duyduklarını unutmamalıyız.
Aslında mağdurları, özellikle taciz, istismar, ihmal belirtileri gördüğümüz çocukları yasal mercilere bildirmekle yükümlüyüz. Toplumda bu çok bilinen bir şey değil. İfşa hareketi sonrasında geçen sivil ve resmi birçok kadın kuruluşu ve onların yaptığı çalışmalar var doğal olarak. Bunların çıktıları olacaktır ancak mağdurlara acil ve işlevsel destek verilmesi gerekli.
Psikolog ve hukukçuların mağdurlar için verebileceği mesleki destekler çok önemli.
Son olarak şunu da söylemek, hatırlatmak istiyorum: Gönlümden geçen sivil ve resmi kadın çalışmalarının da bireysel katılımların da içinde yer alabileceği, hiyerarşisiz, herkesin elinden gelen desteği sunduğu bir platformun oluşturulması. Mağdurlara ulaşıp ihtiyaçlarını tespit eden, acil eylem planlarını bu doğrultuda düzenleyen ama kısa vadede de devletin kadın ve çocuk politikaları konusunda rol alabilecek bir yapı olabilir.
İlk aklıma gelen örnekler Çocuklar İçin Adalet Çağrıcıları (ÇİAÇ) ve Asker Hakları gibi platformların çalışma yöntemleri. Levinas, “kötülük” kavramını tanımlarken mealen “Asıl kötülük, kötülüğe tepki vermemektir” diyor. İngilizcedeki sorumluluk anlamına gelen “responsibility” kelimesi de bunu anlatır: Sadece tepki vermek bile sorumluluğumuz bu anlamda.
***
Psikolog Ayşegül Akyapraklı
Özel Darüşşafaka Lisesi’nde okul psikoloğu olarak başladığı çalışma yaşamına, İstanbul Şişli Belediyesi’nin açtığı ilk Kadın Sığınma Evi’nde devam etti. 1994 yılından itibaren kendi ofisinde psikoterapist olarak çalışmaya başladı. 1997 yılında Atlantis Özel Eğitim ve Turizm Hizmetleri Ltd. Şti. kurdu ve alternatif bir yaz okulu olarak Atlantis Gençlik Kampı’nı hayata geçirdi. Psikoterapist olarak sürdürdüğü çalışma yaşamında eğitim danışmanlığı, kurumsal eğitimler, sinema ve tiyatro alanında yaptığı danışmanlık ve eğitimler, kendi yarattığı Sineterapi Atölyeleri, Senaryoda Karakterin Psikolojisi Eğitimi, Kurtlarla Koşan Kadınlar Atölyesi, Teneffüse Çıkalım, atölye-oyun-gezi gibi çalışmalar bulunuyor. Halen etki ve yetki alanındaki konularda eğitim ve danışmanlık hizmeti vermeye ve psikoterapist olarak çalışmaya devam ediyor.