Türkiye son beş yıldır -ama özellikle cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin hukuken uygulanmaya başladığı son iki yıldır- normalden uzaklaştı. Milliyetçi nutuklarla idare edilmeye çalışılan her alanda gerçeklikten uzaklaşıldı, kurallar paranteze alındı, keyfilik hâkim oldu ve öngörülebilirlik imkânı kalmadı.
Ağır bir fatura çıkardı bu hal Türkiye’ye: Ekonomi dibe vurdu. Hukuki güvenlik ortadan kalktı. Demokratik ve siyasi saha daraltıldı. İnsan haklarına karşı bir tavır alındı. Başta yaşam hakkı, ifade özgürlüğü, işkence ve kötü muamele yasağı olmak üzere temel haklar ağır bir şekilde ihlal edildi. Liyakat, şeffaflık, hesap verilebilirlik gibi ilkelere sırt çevrildi. Bir istifa haberini bile iktidardan müsaade almadan veremeyecek derecede iktidara bağımlı bir medya düzeni kuruldu.
Memleketin, bu gidişatla, içte ve dışta bir darboğaza gireceği belliydi. Keza kaba bir sansüre rağmen bilhassa ekonomideki kötü tablonun üstü örtülemez hale gelince, bunun iktidar içinde bir kırılma yaratacağı da. Öyle de oldu zaten! Erdoğan’ın damadı Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak istifa etti. İktidar, istifanın ilanından sonra suskunluğa gömüldü ve ancak 27 saat sonra “Bakan’ın af talebinin” Cumhurbaşkanı tarafından kabul edildiğini açıkladı.
Beklenmedik bu gelişme, Erdoğan ve yakın çevresi açısından iki sonuca işaret ediyordu: Biri, istifanın Erdoğan ailesinde ve iktidar şemasında bir krize yol açtığıydı. İstifadan sonraki uzun süreli suskunluk ve bekleyişin nedeni, muhtemelen krize çözüm bulma ya da krizi yumuşatma arayışlarının varlığıydı. Diğeri ise, kardeşinin medya tekelinin başında olmasının da verdiği güçle, çeşitli vesileler yaratılarak parlatılan ve hatta Erdoğan’da sonra AK Parti’nin liderliği için en güçlü adaylardan biri olarak sunulan Albayrak’ın siyasi hayatının bitmesiydi. Kumarda değişmez kaidedir; büyük oynayan, büyük kaybeder.
Duvara toslamak
Albayrak’ın ayrılmasının ardından iktidar -birdenbire aydınlanmış gibi- ekonomi, yargı ve haklar alanında yeni bir reform dönemine geçileceğini açıkladı. İktidar sözcülerinin dili değişti, âleme nizam veren aşırı hamasi nutuklar bir kenara bırakıldı, makul ve rasyonel ifadelere müracaat edildi. Hep en üst perdeden büyük harflerle yapılan konuşmaların yerini biraz daha küçük harflerle yapılan konuşmalar aldı.
Elbette bu ani dönüş, bütünüyle Albayrak’ın gidişine bağlanamaz. Hükümette de mevcut politikaların sürdürülmesi halinde memleketin duvara toslayacağını ve tahribatın çok ağır olacağının farkında olanlar ve hazırlık yapanlar vardı. Şartların giderek kötüleşmesi, bir süredir demlenmekte olan bu hazırlıklara uygun bir değişimi zorunlu kıldı. Reform ilanına dair iki hususu vurgulamak gerekiyor:
Evvelen, Cumhurbaşkanı Erdoğan yeni bir reform sürecine girildiğini muştularken, yapılacağını belirttiği reformlar ile önceki tercihleri arasında bir bağlantı kurmamaya özen gösteriyor, bunu değişen koşulların doğal bir sonucu olarak lanse ediyor. Daha açık bir ifadeyle Erdoğan; yakın geçmişte izlediği siyasetlere eleştirel bakmıyor, onların yanlış olduğuna ilişkin bir imada bile bulunmuyor.
Aksine, birbirlerini tekzip eder nitelikte olsalar da hem dünkü hem de bugünkü tercihlerini olması gereken olarak sunuyor. Aradaki keskin farkı vaziyetin değişmesine bağlıyor ve her halükarda doğru tarafta durduğunu belirtiyor. Oysa gerçek böyle değil; ekonomide ve hukukta yeni bir yola girme mecburiyeti, eski yolun yanlış olduğunun kabulünü içeriyor. Ne yazık ki bu yanlışlığın acısını, her zaman olduğu gibi, halk çekti.
Ayakbağı
Saniyen, örtülü ve gecikmeli olsa da, tutulan yolun yanlış olduğunun kabul edilmesi, buradan dönüş sinyallerinin verilmesi ve doğru bir rotaya girilmesi için çalışmalara başlanması önemli. Ancak bu değişim iradesinin ne kadar güçlü olduğunu görmek için zamana ihtiyaç var. Çünkü ortada bazı doğru sözler olmakla birlikte uygulamaya geçilen ve hızla mesafe kat edilen dört başı mamur bir reform programı bulunmuyor.
Türkiye’nin açmazdan çıkarılması için böyle bir programa gereksinim duyduğu kesin. Lakin gerek bu tarz bir reform programının üretilmesinde ve gerek bunun hayata geçirilmesinde iktidarı bekleyen üç büyük zorluk var:
Birincisi, zihniyetle ilgilidir. Aklın devre dışına çıkartıldığı son dönemlerde iktidar karşılaştığı her sorunun katı bir merkeziyetçilikle aşmaya yöneldi. Yerelin yetkileri elinden alındı, etkisi aşındırıldı, yerele bir inisiyatif alanı bırakılmadı. Bütün yetkiler tek bir merkezde toplandı, büyük-küçük her mesele ile ilgili bütün kararlar bu merkez tarafından alındı. Her düzeydeki sorumlunun gözünü Külliye’ye diktiği, oradan bir işaret gelmediği sürece kılını kıpırdat(a)madığı bir düzenek oluşturuldu.
Bir reform, öncelikle bu yapının elden geçirilmesini, merkezden çevreye yetki devrini, çevrenin hareket alanın genişlemesini gerektirir. Ancak iktidarın kudretinin sınırlandırılmasını hazmedecek bir zihni değişim yaşamasının -hele büyükşehir belediyelerini kaybettikten sonra- son derece güç olduğunu akıldan çıkartmamak lazım.
İkincisi, iktidarın terkibi ile alakalıdır. Erdoğan büyük çaplı bir değişimden başka çaresi kalmadığına ikna olsa ve bunu yapmaya karar verse bile gözetmek zorunda olduğu ortaklara sahip. Ortaklık, Erdoğan’ı iki taraflı sıkıştırma potansiyeli taşıyor: Bir taraftan, eğer Erdoğan ortaklarının belirlediği çerçeve içinde kalırsa, reform “sözde” kalır ve bir değer taşımaz. Diğer taraftan, eğer Erdoğan bahusus hak ve özgürlükler alanı ile Kürt meselesinde anlamlı iyileştirmelere giderse, o zaman da MHP ve ulusalcılarla olan ortaklığını çatırdatabilir. Dolayısıyla gerçek manasıyla bir reform olacaksa, Halil Berktay’ın deyimiyle “bu ayakbağlarıyla çatışarak ve bunlardan kısmen de olsa kurtularak ilerlemek zorunda.”
Adalet ve kıyamet
Üçüncüsü ise güven eksikliğidir. İki nedenden kaynaklanır bu eksiklik: Biri, iktidarın yıpranmışlığıdır. AK Parti, 18 yıldır iktidarda; partinin yıpranması ve halkta da belli bir bıkkınlık duygusunun oluşması tabii. Lakin daha mühimi, bugün reformlarla ulaşılacağı söylenen hedeflere bu kadar uzun bir süre ulaşılmamasının ve düzeltileceği belirtilen yapıların bizatihi AK Parti tarafından yıkılmış olmasının yarattığı derin kuşkudur. Reform beyanının insanlarda bir heyecan yaratmamasının sebebi de budur.
Diğeri ise, daha reform lafının tükürüğü kurumamışken bunu nakzeden uygulamaların gündeme gelmesidir. İzmir’de belediye başkanlarına depremle ilgili konuşma yasağı getirilmesi, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’na Kanal İstanbul’a karşı çıktığı için soruşturma açılması, bir organize suç örgütü liderinin Bahçeli’yi eleştirdiği için Kılıçdaroğlu’nu alenen tehdit etmesi karşısında suspus olunması ve 2017 Newroz’unda öldürülen Kemal Kurkut davasında beraat kararı verilmesi, bu meyanda, ilk akla gelenler.
Söylem ancak uygulama ile desteklendiğinde ikna edici olur. Yoksa Van’da Kürt köylülerin işkenceden geçirilmesine ve öldürülmesine sesinizi çıkarmadığınızda, Diyarbakır’da pırıl pırıl bir gencin katlini cezasızlıkla geçiştirdiğinizde, Adalet Bakanının “Bırakın adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun” demesinin bir hükmü kalmaz.
(*) Kürdistan 24, 18.11.2020
https://www.kurdistan24.net/tr/opinion/f83387ff-e0e1-452e-bc9c-0483326c352b