Röportajın tamamını Serbest TV’de izlemek için:
Siz Türkiye siyaseti içerisinde yer alan nev-i şahsına münhasır bir kişisiniz. Gençlik yıllarınızda Türk sağının önemli kollarından Yeniden Milli Mücadele Hareketi içerisinde yer aldığınızı, daha sonra MAZLUMDER başkanlığı yaptığınızı, ana ekseni Kürt meselesi olan ve kendini solda konumlandıran HDP’nin kuruluşunda yer aldığınızı ve en son da HDP’den istifa ederek yeni bir siyasi hareket oluşturma çabası içerisinde olduğunuzu biliyoruz. Bu hikayeyi en başından itibaren sizden dinlemek istiyoruz. İlk olarak Yeniden Milli Mücadele Hareketi’nden başlayalım. Bu harekete nasıl dahil oldunuz, ne kadar süre içerisinde bulundunuz, hangi görevleri üstlendiniz?
Ben dilerseniz içine doğduğum ortamdan bahsederek giriş yapayım konuya. Kars’ta doğdum, babam ilkokul öğretmeniydi. Bildiğimiz, geleneksel CHP çizgisi içerisinde dünyaya geldim diyebilirim. Akrabalarım içerisinde bazı sosyalist hareketlere yakın kişiler vardı. Dolayısıyla böyle sol bir ortam içerisinde benim farklı düşünceleri tanıma imkanım ortaokulda ve daha sonra yatılı olarak okuduğum Savaştepe Öğretmen Lisesi’yle başladı.
“YENİDEN MİLLİ MÜCADELE HAREKETİ İLE LİSE YILLARIMDA TANIŞTIM”
Biraz önce ifade ettiğiniz Milli Mücadele Hareketi’nin yayınlarını da; dergilerini, kitaplarını, gazeteleri lise yıllarımda okumaya başladım. Üniversiteye geçince yani Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni kazandığımda daha doğrudan bir temas imkanı buldum. Tabii o zaman Islahatçı Demokrasi Partisi vardı, bu hareketin kurmuş olduğu. Bu partinin ana tezi demokrasinin evrensel değerleri ile coğrafyanın, bölgenin kendi kültürel değerlerinin sentezlenmesi gerektiği yönündeydi. Bu, Türkiye muhafazakarlığı açısından ya da Türkiye’deki İslamcı siyaset açısından görece daha özgürlükçü, daha demokrasi ile barışık bir din yorumu, bir milliyetçilik yorumu olarak tarif edilebilir bir durumdu. Bu benim için önemliydi çünkü daha otoriter bir din yorumu, baskıcı bir din yorumu yerine demokrasiyi adeta bir Rönesans konseptiyle bir biçimde hem İslami değerleri hem de demokrasinin evrensel kurallarını birleştirmeye çalışan bir yaklaşımdı.
“YENİDEN MİLLİ MÜCADELE HAREKETİ’NİN GENEL KONSEPTİ BENCE BUGÜN DE ÖNEMİNİ KORUYOR”
Yeniden Milli Mücadele Hareketi’nin genel konsepti de benim için önemliydi. Bugün de hala önemini koruyor bence. Bu yaklaşım şuydu: Kurtuluş Savaşı’nın, halkın tamamının katılımıyla kazanılmış bir zafer olmasına rağmen sonrasında Cumhuriyet dönemindeki kimi yanlış uygulamalarla toplum-devlet makasının açılmış olması, toplumsal kırılmalar, hayal kırıklıkları ve Kurtuluş Savaşı’nın temel iddialarının, başta iktisadi bağımsızlık olmak üzere, sonraki yıllarda politik zeminde yeteri kadar kurumsallaşamaması, gittikçe bürokrasi ile toplum arasındaki makasın açılmış olması ve dolayısıyla bu anlamda yeniden bir iktisadi bağımsızlığa, kültürel bağımsızlığa ihtiyaç olduğu, ancak bunun hukuki ve siyasi bağımsızlığı sağlayabileceği yaklaşımı. Yeniden Milli Mücadele Hareketi’nin ana yaklaşımı, ana tezleri bunlardır. Bu açıdan benim için bugün de anlamlı, bugün de güncelliğini koruyor bu yaklaşımlar.
Şüphesiz dünyayı okumada, günceli okumada eskiyi tekrar ediyor olunduğu için ve yeni, güncel, güçlü ve etkili bir siyaset inşa edemediğimiz için yaklaşık 25 yaşıma kadar içinde bulunduğum bu hareketten ayrılmıştım.
Kurucusu olduğum, yayınlanmasına katkıda bulunduğum dergiler oldu, kuruluşunda emek sarf ettiğimiz özel radyolar, ki o dönemde yeni oluşmaya başlamıştı, ben Bayrak Radyolarının kuruluşunda katkıda bulundum, Çınar dergisinin ilk kurucularındanım.
Dolayısıyla bu hareketin içerisinde ‘gençlik çalışmaları’ olarak tarif edilebilecek kültür, sanat ve yayıncılık çalışmalar içerisinde yer aldım. Ama özellikle 28 Şubat döneminde Türkiye’deki herkes gibi ben de farklı bir arayış içerisine girdim. Farklı bir ihtiyaç hissettim. Bir tıkanma vardı, bir gerilim vardı ve bu gerilimi aşacak yeni bir okumanın geliştirilmesi gerektiğini düşündüm. O dönemde, 95’lerden itibaren başlayan arayışımız, benim için 28 Şubat ile birlikte netleşti. Ben daha insan merkezli, daha hak temelli bir yaklaşıma ihtiyaç olduğunu, dinin de özünün insan merkezli yeniden yorumlanması gerektiğini düşündüm. Bugün daha da ileri gidip sadece insan merkezli değil, doğa merkezli de yorumlanması gerektiğini savunuyorum.
Ben insanın öğrenen bir varlık olduğunu düşünürüm. Örgütlere de; sivil ya da siyasal, böyle bakarım. Öğrenen, değişen, gelişen, kendini sorgulayan mekanizmalar canlı mekanizmalardır. Ama durağanlaşan, dogmatikleşen, tabulaşan hareketler, siyasal duruşlar kendilerini yenileyip adapte olamadıkları için ya ölürler ya da ölümlerini uzatırlar ve en fazla ölümleri gecikir. Bu anlamda hepimiz değişime açık olmalıyız çünkü hayatın en temel esprisi değişmektir, öğrenmektir, anlamaktır. Bu yeni anlamaya göre yeniden sorumluluk üstlenmektir.
“AYKUT EDİBALİ SADECE BİR SİYASİ PARTİ BAŞKANI DEĞİL AYNI ZAMANDA ÖĞRETMEN ROLÜ OYNADI”
Yeniden Milli Mücadele Hareketi’nin lideri ve Millet Partisi Genel Başkanı Aykut Edibali yakın bir tarihte, 14 Ocak’ta hayatını kaybetti. Kendisiyle tanışıklığınız var mıydı, görüşür müydünüz, bize Sayın Edibali’den ve aranızdaki ilişkiden bahseder misiniz?
Bizim için sadece bir siyasi parti başkanı değil, aynı zamanda bir öğretmen rolü oynadı. 1970’li, 80’li yıllarda yazmış olduğu yazılar ile bize o gün için rol gösterici bir katkı sunmuştu. Bugün de öyle bir rolü var. Kutsal metinler gibi bahsetmek ya da öyle görülmesini istemem ama sonuç itibariyle o yıllar için yazılmış, o zamanın sağı ve milliyetçiliği açısından görece ileri sayılabilecek söylemler, mesajlar olduğunu düşünüyorum bu metinlerin.
Bizim birlikte çalışmalarımız oldu gayet tabii. Ben Bayrak Gazetesi’nin Ankara muhabirliğini yaptım, Çınar dergisi, Çınar Spor Kulübü, Bayrak Radyosu gibi çalışmaların tamamında, Islahatçı Demokrasi Partisi’nin gençlik çalışmalarında birlikteliğimiz oldu. Sonuç itibariyle biz Ankara’da bir grup genç, dinamik bir ekiptik; Aykut Bey ise genellikle İstanbul’da kalıyordu. Hem genel merkez Ankara’da olduğu için hem de bizim yayın organlarının bir kısmının Ankara’da çıkıyor olması dolayısıyla ayda en az birkaç kez bir araya gelip birlikte çalışma fırsatımız olurdu gayet tabii.
Yeniden Milli Mücadele Hareketi’nin bir okul işlevi gördüğünü söylediniz. Gerçekten de zamanında bu hareketin içerisinde olmuş olan birçok isim var gerek akademide, gerek medyada, gerek siyasette. İlk akla gelen isimler Cemil Çiçek, Taha Akyol, Atilla Yayla, Ahmet Taşgetiren, Melih Gökçek vs. Sizin çalışmalar yürüttüğünüz ekip arkadaşlarınız arasında kamuoyunda şu an tanınan, bilinen isimler de var mıydı?
Bu hareketin yayınlarını benim takip etmeye başladığım yıllar 1983 sonrasıdır. Yani lise yıllarıma denk gelir. Organik ilişkim ise 1986 yılında, Ankara’ya üniversiteye geldiğimde başladı. O yıllarda bu harekette çok sayıda kopuş olmuştu. Hem gruplar halinde kopuşlar olmuştu hem de bireysel kopuşlar olmuştu. Yani sizin saydığınız isimlerin büyük bir kısmı, bizim katıldığımız dönemde yoktu. Ama tabii ki gıyaben biliyorduk. Yazılarını okuyorduk.
“ATİLLA YAYLA VE MUSTAFA ERDOĞAN ÜNİVERSİTEDE DANIŞMAN HOCAMIZDI”
Ben üniversiteye ilk geldiğimde, danışman hocalarımız Atilla Yayla ile Mustafa Erdoğan oldu tamamen tesadüfen. Tabii onlar o tarihte Yeniden Milli Mücadele Hareketi’nden kopmuşlardı. Aydın Yalçın o zamanlar Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde ‘Yeni Forum’ dergisini çıkartıyordu. Yeni Forum, liberal-milliyetçi bir yayın çizgisine sahipti. Mustafa Erdoğan ve Atilla Yayla; Aydın Yalçın’ın yanındaki asistanlardı. Geçmiş yıllarında Pınar’da yazıları olduğu için biz o eski yazılarını bulup okuyorduk ama onlar başka bir çizgiye gelmişlerdi.
Bu anlamda ben tekrar ifade etmek isterim ki, Yeniden Milli Mücadele Hareketi bir okul işlevi görüyordu. 1970’li yıllarda sokak hareketlerinde de, toplumsal gösterilerde de dinamik bir hareket olduğunu zaten görebiliyorsunuz. Yayıncılık konusunda da o gün için sahada belki de ana ekol diye tarif edilebilecek birkaç hareketten biriydi. O günün Orta Doğu’sunda da Türkiye’sinde de tartışılmayan kimi kavramlar, örneğin strateji ilmi, tartışılıyor, konuşuluyordu. Ben bu yazıları, dergileri 15 yaşında okuma fırsatı bulmuştum. Sağın sadece sola bir tepki olmadığını, ‘başka bir sağın mümkün olduğunu’ göstermişti Yeniden Milli Mücadele Hareketi. Belki gönderme olacak biraz ama tıpkı bilimsel sosyalizm gibi bir ‘ilmi sağ’ yaklaşımı vardı bu hareketin. Yine örgütlü mücadele konusunda hem Lenin’in çalışmalarından hem de Orta Doğu’daki kimi İslami hareketlerden etkilenmiş bir tablo vardı.
Sonuçta bu iklim içerisinde 1970’li yıllarda çok büyük katkılar sunan, çalışan, sonra önemli noktalara gelen isimlerle biz o dönemde bire bir çalışmadık. Ama ben daha sonra Yeniden Milli Mücadele Hareketi neden bu hale geldi, neden zayıfladı sorularının cevabını aramaya başladığımda birçoğu ile görüştüm. Evet değerli bir okul ama siyaseten çok başarılı değil, bir tıkanıklık var ve bunun sebep ile çözümlerini gayet tabii daha önce eleştiriler getiren insanlarla konuşarak aramalıyız diyerek birçok ismin kapısını çaldım o zamanlar, 90’lı yılların başında. Örneğin Cemil Çiçek’i buldum, benzer birtakım isimleri gittim dinledim. Bu hareket neden tıkandı, nerede problem oluştu sorusunun cevabını bulmaya çalıştım.
Bulduğunuz cevaplar ne olmuştu?
Ben tabii iki noktaya odaklandığını gördüm bu cevapların. Birincisi düşünsel tıkanma. Kapalı gruplar belli dönemlerde çok üretken olmakla birlikte genellikle kendilerini yenileyemedikleri için daralıyor, kapanıyor, bu yüzden durağanlaşıyor ve kopuşlar yaşıyor. Bu bir kısır döngü. Bence örgüt sosyolojisi açısından da sadece o yapı için değil, hemen hemen bütün yapılar için bunu söylemek mümkün. Bunun tarihte birçok örneği var. Bu kendini yenileyememe, paradigmanın donuk hale gelmesi, güncelleyememe, öteki ile iletişime giremeyip yeni sentezler ortaya koyamama diye tarif ediyorum ben. Bu olmadığı zaman siz yerinizde sayıyorsunuz, belki kendinizle yarışıyorsunuz ama siz dünyanın hızını yakalayamıyorsunuz.
İkincisi ise kopuşlar. Kopuşlarla birlikte içeride farklı düşünen, farklı tartışmalar yapan insanların zamanla azalması. Üretkenlik ve verimlilik konusunda özgür tartışma ortamlarının yok olması doğal olarak daha itaatkar, daha mevcutu tekrarlayan yaklaşımı egemen haline getirir. Oysa kendi içinde farklılıkları barındırabilen yani farklı arayışı olanların gitmemesi, yapıların da farklı arayıştaki insanları kapının önüne koymaması başarıyı artıracak olan hassasiyettir.
Ben de böyle bir sorun yaşadım, kurucusu olduğum derginin başyazısı sebebiyle partiden ihraç edildim. O dönemde gençlere okumalarını tavsiye ettiğim kimi kitaplar yüzünden uyarı aldım. ‘Bu kitapları okuduğunda gençlerin kafası karışır’ şeklinde bir yaklaşım vardı. Bu sembolik durum onlar için de daha sonra komik ya da eleştiri konusu olmuştur muhtemelen. Bazen küçük çekişmeler, rekabetler böyle zeminler oluşturabilir ama sonra dönüp baktığınızda bu size komik gelebilir.
Bana göre düşünce özgür olmalı, herkes her şeyi okuyabilmeli, bilebilmeli. Gayet tabii hepsinden faydalanıp kendi rotasını şekillendirebilmeli. Bir şeyi okuduğunuzda o sizi etkiliyor ve sizi fikirlerinizden vazgeçiriyorsa zaten sizin yaklaşımınız güçsüz demektir. Bunu bir polemik olsun diye söylemiyoruz, zaten benim bildiklerimi benden 10 yıl önce, 20 yıl önce de başkaları yaşamışlardı.
“BU HAREKETİN BENİM DÜŞÜNCE DÜNYAMIN GELİŞMESİNDEKİ ROLÜNÜ HİÇ SAKLAMADIM”
Ben her şeye rağmen Yeniden Milli Mücadele Hareketi’ni saygıyla anmayı, vefa göstermeyi önemsiyorum. Sonuçta benim için ortaokuldan itibaren düşünce dünyamın gelişmesinde önemli bir katkısı olmuştur bu hareketin. Bunu her zaman takdir ve teslim edeceğim. Hiçbir zaman saklamadım bunu, ne MAZLUMDER dönemimde ne de HDP dönemimde saklamadım. Önceki zamanlarda yaşadıklarımı sonraki dönemin tekzibi gibi görmedim ben, aslında bir basamak çıkmak gibi gördüm.
’28 Şubat sürecinde hak temelli bir yaklaşıma ihtiyaç olduğunu düşünmeye başladım’ dediniz. 2000’li yılların başından itibaren MAZLUMDER’de çeşitli görevlerde bulundunuz, ardından 2006’da başkanlığa seçildiniz. Bu süreci anlatır mısınız bize?
MAZLUMDER kuruluşu 1991 olan bir yapı. Ama Ankara şubesi yoktu. Genel merkezi Ankara’daydı, güçlü şubeleri vardı ama Ankara şubesi yoktu. Biz 28 Şubat döneminde Cemil Meriç’in ya da Ahmet Turan Alkan’ın ‘düşünce dünyasının kalesi’ olarak tarif ettiği çok uzun soluklu olmayan dergi çalışmaları yapmıştık Yeniden Milli Mücadele Hareketi’nden koptuktan sonra. Referans diye bir dış politika dergisi çıkarttık tercüme ağırlıklı, Edep diye bir dergi çıkarttık siyasi ahlak üzerine. Bunlar 3-5 sayı çıkmış dergi çalışmalarıydı. Bu dönemde biz MAZLUMDER ile tanıştık ve MAZLUMDER’in daha insan merkezli, hak merkezli bakışını kendimize yakın bulduk. Çünkü MAZLUMDER, İslamcı-muhafazakar camianın en özgürlükçü, en çoğulculuğa açık adreslerinden biriydi. Biz Ankara şubesinin kuruluşunu gerçekleştirdik. Ardından genel merkez yönetimine katıldık. Sonra da MAZLUMDER Genel Başkanlığı görevine geldik.
“MAZLUMDER’DE SİYASET-SİVİL ALAN TARTIŞMASI BAŞLATTIM”
O dönemde bizim açımızdan iki önemli tartışma vardı. Biri, MAZLUMDER’i kuranların büyük bir kısmı AK Parti’nin kuruluşunda da bulunmuşlardı. Aslında 1991’de kurulmuş ve o yıllarda daha muhalefette konumlanmış bir STK olan bir insan hakları hareketinin kurucularının bir kısmının 10 yıl sonra, 2002 itibariyle iktidarda olması sebebiyle, ‘Artık MAZLUMDER’e ihtiyaç yok. Biz zaten iktidarız. Yapılacak bir şey varsa bize söyleyin biz yaparız. Ne gerek var basın açıklamasına, sokakta gösteriye’ gibi tepkiler alıyorduk. O dönemde biz Türkiye’deki en büyük başörtüsü eylemini organize ettik. Bir ay boyunca Türkiye’nin birçok ilinde sendikalarla, derneklerle birlikte ‘Beyaz Buluşma’ ismiyle yerel mitingler yaptık. Bugün de bildiğimiz iktidara yakın birçok sendika bu işin içindeydi. Ama Ankara’da son mitingi gerçekleştirdik. O buluşma, Türkiye’de ‘herkes için özgürlük’ mesajı vermesi açısından en görsel açıdan net olduğu eylemdi. Beyaz bayraklarla yapılmıştı o miting. Özgürlüğün herkes için istenmesi gereken bir değer olduğu mesajı verilmişti.
Ben sivil toplum – siyaset ilişkisi ile ilgili bir tartışma başlattım ve yürütmeye çalıştım MAZLUMDER içerisinde. Bunları asla pişmanlık içerisinde anmıyorum. O dönemde diyorlardı ki, ‘Sen bu derneğin genel başkanısın, kendi derneğini eleştiriyorsun.’ Ben örgütlü mücadeleye tam olarak böyle bakıyorum. Önce kendi yapılarımızı eleştirmeliyiz. Siyaseten sağ yapılara yakın durursanız bu normal gözüküyor ama sol bir partiden ya da Kürtlerin yoğun olduğu bir partiden yana bir irade ortaya koyarsanız bu sanki bir dışlanma sebebi gibi ele alınıyor. Bu, sivil toplum-siyaset ilişkisinde yeterince açık, hakkaniyetli, cesur bir ilişki kurmamayı ifade ediyor.
Şimdi isimlerini anmayayım ama MAZLUMDER’in kurucularından olan, bugün de basın dünyasında yer alan kimi isimler benim o zamanlar Yeni Şafak’ta, Yeni Akit’te yazdığım yazıları eleştirme niteliğinde yazılar yazdılar. Tabii ki benim için önemliydi, öğreticiydi bu tartışma. Ben hala aynı düşüncedeyim; sivil toplum siyasetin, hiçbir partinin arka bahçesi olmamalı. Ama siyasal katılımın önünü açmalı. Sonuçta sorunların hepsi siyasaldır. Bu sorunların çözümünde sivil toplumun sorumluluktan kaçmaması gerekir. Bu, bir partiye yakın olmak ya da aktif siyaset yapmak anlamında değil. Politika yapmayı, siyaseti, siyasi süreçleri sadece siyasetçilere bırakmamalıyız. Sadece onların inisiyatif ve yetkilerinde görmemeliyiz. Ben espriyle karışık, ‘İnsan hakları mücadelesi sadece avukatlara bırakılmayacak kadar ciddi bir mücadeledir’ diyordum, siyasete girince de ‘Siyasi mücadele sadece siyasetçilere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir’ dedim.
Siyaset – sivil toplum konusunda MAZLUMDER’de bir tartışma oldu, sancılı bir süreç oldu ve sizin az önce söylediğiniz ‘Bin Umut Adayları’ döneminde ben de biraz bu itirazımı somutlaştırmak için tüm tepkilere rağmen bir tercih yaparak DTP’den aday oldum.
“2005-2007 ARASINDA BİR SİYASİ HAREKET OLUŞTURMAYA ÇALIŞTIK FAKAT SEÇİMLERİN ÖNE ÇEKİLMESİ SEBEBİYLE BAŞARISIZ OLDU”
Daha öncesinde, 2005-2007 arasında bir siyasi hareket oluşturmaya çalıştık ama çok başarılı olamadık. Kamuoyunda Müslüman-Sol olarak bilinen bir siyasi çalışmamız vardı. Ama 2007 seçimleri 367 krizi sebebiyle erkene alınıp yol ayrımı yaşanınca yeni bir parti kurmaya gücümüzün yetmeyeceği düşüncesiyle iktidar partisi içerisinde seçimlere girmeyi, aday olmayı tercih ettiler. Ben o dönemde Türkiye’de muhalefet ihtiyacı olduğu kanaatteydim. Gayet tabii iktidarda olmak, iktidarla birlikte ülke yönetimine katılmak bir tercihtir, bir haktır. Bunu yadırgamadım, yadırgamıyorum da. Ama ben o günün Türkiye’sinde muhalefet boşluğunun daha büyük olduğunu düşünüyordum, bugün de öyle düşünüyorum.
2005-2007 arasındaki çalışmamız partileşme aşamasına gelemediği için Konya’dan Bin Umut Adayı oldum. O dönemde BTP adayı tutuklanmıştı bu yüzden onlar da bizi destekleme kararı almıştı. O yüzden çalışmalarımız o dönemde iç içe geçmeye başlamıştı.
Bu 2005-2007 arasındaki partileşme sürecini biraz detaylandırır mısınız? Kimler vardı bu çalışmada? Hangi tartışmalar döndü, neler yaşandı?
O dönemde hem farklı sivil toplum örgütlerinde, hem de farklı siyasal geleneklerden gelen isimler, geçmişte solda siyaset yapmış Ertuğrul Günay gibi, Haluk Özdalga gibi, Erdal Kalkan gibi isimler vardı, İHD içerisinde görev yapmış olan Bülent Biçici vardı, Milli Görüş geleneğinden gelen Mehmet Bekaroğlu vardı. Yani isim çoktu ama bazıları isimlerinin anılmasını istemeyebilirler bugün. O zaman kamuoyuna bu çalışma Müslüman-Sol diye yansımıştı. Ahmet Hakan o ismi takmıştı. Öyle bilindi kamuoyunda.
“SİYASİ HAREKET ÇALIŞMASI YAPTIĞIMIZ BAZI ARKADAŞLAR YOLA AK PARTİ’DE SİYASET YAPARAK DEVAM ETMEYİ TERCİH ETTİ”
Biz bir buçuk iki yıla yakın her hafta bir araya gelerek program tartışması yaptık. Laiklik konusu, Kürt sorunu gibi, ekonomi gibi, AB gibi konularda tartışmalarımızı olgunlaştırdık. Ardından bir bildiri hazırladık, ben o zaman sözcülük yaparak o bildiriyi okudum ama hemen arkasından seçim takvimi öne çekilince biz partileşme sürecimiz gerçekleşmedi. Adalet ve Kalkınma Partisi, ‘Sizin yapmak istediğinizi biz de yapmaya çalışıyoruz, eleştirilerinizde haklısınız, gelin burada siyaset yapın’ diye teklifte bulundu. Arkadaşlarımız tercihlerini yaptılar. O yönde iradelerini kullandılar bu arkadaşlarımızdan bakanlık yapanlar, milletvekili olanlar oldu. Hala da AK Parti içerisinde siyasete devam eden arkadaşlarımız var, o yüzden onların isimlerini vermeyeyim.
“2007’DE AK PARTİ’DEN KAZANABİLECEĞİM BÖLGELERDEN MİLLETVEKİLLİĞİ TEKLİFİ GELDİ, KABUL ETMEDİM”
O dönemde size AK Parti’den bir teklif gelmiş miydi?
Evet gelmişti. Aynı seçimlerde beni, milletvekili olabileceğim bir şehirden, kendi memleketim Kars’tan hem de Erzurum’dan milletvekili adayı olmam önerisi gelmişti. Ama ben demin söylediğim gerekçeyle, bir muhalefet boşluğu olduğu ve benim ülke siyasetine muhalefette daha çok katkı yapabileceğimi söyleyerek bu teklifi kabul etmemiştim.
Bin Umut Adayları kampanyası ile Konya’dan aday olduğumda seçim kazanma ihtimalim zaten yoktu. DTP’nin Konya’daki oyu zaten yüzde 1’in altındaydı. O seçime girişimiz seçim kazanmaktan çok siyasette muhalefet olarak ne yapmalı, nasıl çalışmalı bunu göstermek içindi. Muhalefet tarzımız belli olsun diye atılmış bir sembolik adımdı. Benim için de öğretici bir süreç oldu o. Her ne kadar Islahatçı Demokrasi Partisi’nde miting ve şehir seyahatleri yapmış olsak da bizatihi aday olarak kampanya yürütmek başka bir şey tabii.
O dönemde DTP’nin MYK’sına girdim, sonra DTP kapandı ve BBP kuruldu. O dönemde ben siyasete ara verdim birkaç yıl. 2010 yılında BBP tarafından Kars milletvekili adaylığı teklif edildi ama ben kabul etmedim daha sivil alanda kalmayı tercih ettiğim için. Barış Meclisi, Demokratik İslam Kongresi gibi çalışmalar içerisinde yer aldım. Alternatif Toplum, Alternatif Siyaset gibi basılı yayın ve internet siteleri çıkartmaya çalıştım o dönemde. Sonra HDP kurulunca, 2014’te Adana’nın Seyhan ilçesinde belediye başkan adayı oldum. Yine kazanmaktan çok bir yerel seçim çalışmasında destek olmak içindi. 2015’in 7 Haziran’ında Kars’tan milletvekili seçilerek ilk kez Meclis’e girdim.
HDP’nin kuruluşundan itibaren önemli görevler üstlendiniz. 3 dönem milletvekilliği yaptınız, eş genel başkan yardımcılığı yaptınız, eş sözcülük yaptınız, belediye başkanlığı yaptınız. Hapse girdiniz, çıktınız. En sonunda da HDP’den ayrıldınız. 13 Aralık 2021’de sizinle yaptığımız söyleşide bu ayrılığın sebeplerini ayrıntılı şekilde anlatmıştınız fakat bugünkü röportajımızda sizin fikri ve siyasi hikayenize odaklandığımız için ve HDP’nin de bu süreçte çok önemli ve büyük bir yer kapladığı için bize kısaca HDP’ye ilk dahil oluşunuzdan ayrılışınıza kadar geçen süreyi anlatabilir misiniz?
Siyasal konumlar, siyasal pozisyonlar bence insan hayatında asla düşüncelerinizdeki dönüşüm açısından bağlayıcı olmamalı bence. Yani koltuklarımız, rozetlerimiz, tabelalarımız bizim zihin dünyamızı yönetmemeli. Zihnimizi genişlettiği kadar, özgür kıldığı kadar değerlidir tüm bunlar. Dolayısıyla aidiyet sizin aynı zamanda düşünce dünyanızın donması, kilitlenmesi ise o aidiyet size bir süre sonra zarar vermeye başlar.
Ben 2007 yılında önce Özgür Gündem gazetesinde yazılar yazmaya başlamıştım, Evrensel’de yazıyordum. Türkiye’deki sol-sosyalist ve Kürt hareketi ile belki düşünsel zeminlerde buluştuğumuz ortamlar oluşuyordu ama hem anayasa yazım sürecinin hem de çözüm sürecinin yanlış yönetildiğini düşünüyordum. Bunu da partinin ilgili komisyonlarında çok net bir şekilde ifade ettim. Burada bir biçimde Türkiye demokrasisini esas almak gerektiğini, bunu hedefleyen bir siyasete dönüşmek gerektiğini söyledim.
2007 yılında bir ‘Çatı Partisi’ girişimi vardı. HDP’nin kuruluşunun arka planıdır aslında o girişim. Ben o çalışmada bulundum. Ben o zaman Çatı Partisi için çalışma yaparken ne yazık ki bugün Kürt siyasetinde önde bulunan birçok isim, isimleri asla vermem ama, onlar bunun bir hayal olduğunu söylüyorlardı. ‘Solla da bir araya gelinmez, İslami çevre ile de bir araya gelinmez, liberaller ile de bir araya gelinmez. Bu bir fantezidir’ diyorlardı.
“HDP, TÜRKİYE DEMOKRATİKLEŞMEDEN KÜRT SORUNU ÇÖZÜLEMEZ DÜŞÜNCESİYLE KURULDU; BEN HALA AYNI GÖRÜŞTEYİM”
HDP’nin kuruluşu bence bunun mümkün ve hatta zorunlu olduğunu gösterdi. Bence önemli ve iyi bir projeydi. Bazılarının o projenin ana fikrini benimseyememiş olması ya da geç kavraması projenin kötü olduğunu göstermez. BBP kurulurken de ben davet edilmiştim ama o sürece katılmadım. Fakat HDP’nin kuruluşunu önemsediğim için o sürece katıldım. Benim de başından beri savunduğum görüşü içeriyordu: “Türkiye demokratikleşmeden Kürt sorunu çözülemez. Türkiye’nin demokratikleşmesinden bağımsız, sadece bir bölge için, sadece bir kimlik için çözüm arayışı tepkileri doğurur, absürt sonuçlar doğurur ve istediğimiz yere bizi götürmez.” Ben bugün hala bu görüşteyim.
Dolayısıyla HDP’nin kuruluşundaki fikri ve düşünceyi doğru buluyorum. Ama onun gereğini yapıp yapmadığımız konusunda da parti içinde kendimizi sorgulamamız gerektiğini her fırsatta dile getirdim.
“PARTİ İÇİNDE ÇEŞİTLİ ÇÖZÜM ÖNERİLERİ SUNDUM, KİMSE İTİRAZ ETMEDİ AMA GERÇEKLEŞTİRECEK BİR İRADE DE GELİŞMEDİ”
Kars’ta belediye başkanı olmadan önce de sonra da arkadaşlara çeşitli formüller önerdim bu bağlamda. Nasıl bir iş bölümüne, nasıl ittifaklara ihtiyaç olduğuna dair çözümler sundum. Bunlara kimse itiraz etmedi ama bunları hayata geçirecek bir irade de gelişmedi parti içerisinde. Ben de bu sebeple içeride eleştiri yapmak yerine bir alternatif irade ortaya koymayı, bir modeli inşa etmeyi doğru buldum.
“BEN KENDİMİ ASLA HDP KARŞITI BİR YERE KONUMLANDIRMIYORUM”
Ben kendimi asla HDP karşıtı bir yerde konumlandırmıyorum. Tüm siyasi partilerin değişmesine, dönüşmesine ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Hepsinin eski kamplaşma siyasetini aşan yeni bir siyaset dili oluşturmasına ihtiyaç var.
Dolayısıyla bu yeni çalışmamız sadece HDP içerisinden çevrelerle bir arayış değil. Farklı partilerde siyaset yapmış arkadaşlarımız var. Her yerdeki tıkanıklığı görüp hepimiz için çözüm olabilecek bir formül arayışındayız.
Peki şu anda kurmakta olduğunuz siyasi hareketin son durumu nedir? Hangi aşamadasınız? Aralık ayındaki röportajımızda birkaç ay içerisinde kamuoyuna duyuracağınızı söylemiştiniz, bunu ne zaman gerçekleştireceksiniz? Bir de ek olarak şunu sormak istiyorum: 2007 yılında seçimlerin erkene çekilmesinin sizin partileşme çalışmanıza engel olduğunu söylediniz. Şimdi de erken seçim ihtimalleri konuşuluyor benzer şekilde. Kurmakta olduğunuz siyasi hareket yine bir erken seçim durumundan olumsuz etkilenir mi, bu konuda bir ön çalışma yapıyor musunuz?
Siyaset sosyolojisi ya da siyaset psikolojisi çalışan kimi psikiyatrlar liderlerle ilgili, ‘Liderlik biraz paranoya gerektirir, biraz şizofreni gerektirir’ gibi değerlendirmeler yaparlar. Ben bu anlamda karizmatik liderliğe hep mesafeli durdum, hep eleştirdim. Akılcı ve gerçekçi hareket etmenin tam da kriz anlarında zorunlu olduğunu düşündüm. Yoksa bir kişinin öncülüğü, liderliği, feragati yeni başlangıçlara vesile olabilir.
Bu girişi şunun için şunun için yaptım; her siyasi hareket kurma girişimimizde bir erken seçimle karşılaşmayı bize karşı bir tuzak olarak görmüyorum, böyle anlaşılmak istemem (Gülüyor). Ama bir gerçeklik de var bunda. O zaman erken seçim sebebiyle çalışmalarımız yarım kaldı, bugün de benzer bir ihtimal var. O yüzden ihtiyatlı davranmayı tercih ettik.
Birkaç ay önce önümüze Mart ayını hedef koymuştuk. Bunun sebebi seçim yasasının şubat ayında geleceğini öngörmemizdi. Ben, seçim yasasındaki değişikliklerin kanunen bir yıl sonra uygulanması ile ilgili var olan prosedürün önemli olduğunu düşünüyorum. Eğer çok önemli bir kriz, çok önemli bir olay yaşanmazsa, 2023 Mart’ına kadar seçim olma ihtimalini çok görmüyorum. Tabii olağanüstü gelişme ihtimallerini dışarıda tutuyorum. Sonuçta bu yasayı yapanlar bir anlaşma içerisindeler. Cumhur İttifakı bu düzenlemeyi yapıyor ve bu düzenleme bir yıl boyunca bugünkü denklemin bozulmaması ihtimali üzerine kurulu.
“MART’TA HAREKETİMİZİ AÇIKLAMAYI VE 1 YILDA ÖRGÜTLENMEMİZİ TAMAMLAMAYI HEDEFLİYORUZ”
Biz onun için bir yıllık süreyi Mart’ta başlayarak 1 yılda örgütlenmemizi tamamlar ve seçime girmeye hak kazanırız olarak değerlendiriyoruz. Tabii bu süreçte farklı bir gelişme yaşanırsa siyasi yol haritamızı yeniden değerlendireceğiz.
Burada maksadımız bireysel olarak kendimize bir pozisyon oluşturmak değil. Yani ben milletvekili olma hesabıyla siyaset yapıyor olsam bu kadar zahmetli bir işe ihtiyacım olmazdı. Daha kolay, mevcutlar içerisinde bir pozisyon oluşturma imkanı bulabilirdim. HDP’li arkadaşlarımız da teklif ettiler, başka partilerden de teklifler geldi. Ama ben bireysel çözülebilecek noktayı çoktan geçtiğimizi düşünüyorum. Türkiye’de yeniden bir örgütlenme modeline ve yeni bir siyasete ihtiyaç var. Benim bireysel olarak vekil olmam ya da arkadaşlarımızın vekil olmasından daha önemli, daha anlamlı olacak olan kazanım bu.
Umarım 2007’deki gibi bir durumu tekrar yaşamayız. Öngördüğümüz takvim içerisinde çalışmalarımızı tamamlayıp sahada, toplum içinde sözümüzü söyleme imkanı buluruz umarım. Bugüne kadarki çalışmalarımız daha çok bir platform ihtiyacını karşılamaya dönüktü. Bir siyaset atölyesi, bir düşünce okulu işlevi görecek bir hazırlık yaptık. Bunun hemen hemen sonuna geldik. Birkaç deneme de yaptık. Yine bir dijital demokrasi platformu kurmaya çalışıyoruz, İspanya’daki Podemo hareketi gibi, İtalya’daki Beş Yıldız gibi daha yatay, katılımcı bir dijital demokrasi platformu ve buradan bir siyasal örgütlenme çalışması yapıyoruz. Bu da önümüzdeki haftalar içerisinde hazır olacak. Bunları tamamladıktan sonra doğrudan siyasi parti kuruluş sürecini tartışacağız. Yani biz siyasi parti ile platformu çok iç içe geçmiş bir yapı olarak düşünmüyoruz. Platformda farklı siyasi partilerden, görüşlerden arkadaşlar katkı sunabilirler. Ama siyasi parti, Siyasi Partiler Kanunu’ndaki kısıtların da etkisiyle tabii, daha sınırlı olacak.
Biz bu bir ay içerisinde platform çalışmalarımızı daha net bir hale getirip siyasi parti sürecine sıcak bakan arkadaşlarımız ile birlikte de partileşme sürecine girmiş olacağız.
Mart ayını işaret ettiniz. Mart ayında kamuoyuna açıklama, duyuru mu yapacaksınız, yoksa kendi platform içi mi işleyecek bu süreç?
Mart ayında tartışmalarımız nereye geldiyse, hangi aşamaya geldiyse bir tavır ortaya koymayı önemsiyoruz. Eğer yetiştirebilirsek de bizim açımızdan sembolik öneme sahip Nevruz ile 18 Mart Çanakkale Zaferi haftasını birleştirerek yapmak istiyoruz. Yani o tarih aralığında bu duyuruyu, bu açıklamayı yapacağız.
18 Mart Çanakkale Zaferi, bence hepimizin ortak değeridir. Bu coğrafyada varlığımızı korumanın bedeli çok ağır ve hepimizin sahiplenmesi gereken bir değer. Bence Nevruz da öyledir. Bu coğrafyada baharı, bereketi, barışı müjdeleyen; Orta Asya’dan Orta Doğu’ya birçok halkın, Kürtlerin, Türklerin, Arapların sahiplendiği çok sembolik bir anlam ifade eder. Dolayısıyla bu ikisinin kesiştiği tarihlerde bir tutum açıklamayı hedefliyoruz.
Son bir soru daha sormak istiyorum size. Sizin hayat hikayeniz en başta söylediğim gibi nev-i şahsına münhasır bir hikaye. Türk sağının önemli oluşumlarından Yeniden Milli Mücadele Hareketi’nde de görev almış, Türkiye’de Kürt siyasi hareketini temsil eden HDP’de de önemli görevlerde bulunmuş birisiniz. HDP’nin kapatılacağı ve yerine HDP kadar ‘radikal’ olmayan bir partinin kurulacağı yönünde çeşitli söylentiler dolaşıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da geçtiğimiz haftalarda Öcalan ile Demirtaş arasında bir çatışma olduğunu ima eden açıklamaları oldu. Siz şu anda HDP’den ayrılmış ve yeni parti kurma çalışmaları yapan bir isim olduğunuz için bu yeni kurulacak partinin sizin partiniz olacağı söylentileri var. Özellikle HDP’nin kapatılmasını açıkça savunan Vatana Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek ile yaptığınız görüşme bu yöndeki söylentilerin artmasına sebep oldu. Sizin bu iddialara, bu söylentilere cevabınız nedir? Sizin kurmakta olduğunuz parti, HDP’nin yerine kurulacak olan bir parti mi?
Bu soruya üç başlık altında cevap vermek istiyorum. İlki, ben şu anda yaklaşık 10 farklı davadan yargılanıyorum. Bu yargı süreçleri devam ediyor. Bunlardan birisi Kobane sürecine ilişkin dava. O olayla ilgili 2 farklı dosyadan yargılanıyorum. İki kez tutuklandım, 8’er ay yattım. Hakkında 37 kez müebbet hapis cezası istenen sanıklardan biriyim. Kapatma davasında da hakkında siyasi yasak istenen isimlerden biriyim.
“Ben, siyasi partilerin kapanışlarına giden süreçlerin önüne geçmemiz gerektiğini savunuyorum”
Ben, siyasi partilerin kapanışlarına giden süreçlerin önüne geçmemiz gerektiğini savunuyorum. Bunun bir teknik-hukuki tartışma değil, bütün tarafların uyması gereken bir toplumsal sözleşme gibi, silah ve şiddet ile ilgili net bir iradenin demokratik siyasete egemen olması gerektiği tezini savunuyorum.
“HDP KAPANIRSA BEN DE SİYASET YASAĞI GETİRİLECEK İSİMLERDEN BİRİ OLACAĞIM”
Dolayısıyla aynı zamanda mağduru olduğum sürecin kapanışla sonlanmasını asla istemem. Sonuçta ben de siyaset yasağı getirilecek isimlerden biri olacağım. Şüphesiz çalışmalarımızı devam ettirecek arkadaşlarımız var ama bunu olumlayan bir yerde konumlanmamı kimse beklememeli.
Tam da Mart ayında bu işi netleştirmek istememizin bir sebebi de bu. Yani kapatma davasının seyrinden önce biz pozisyonumuzu kamuoyu ile net paylaşmalıyız diye düşünüyoruz. Böylece sizin söylediğiniz spekülasyonlara da fırsat vermemek için bunu önemsiyoruz.
İkinci nokta altını çizmek istediğim; ben İslam’ı aileden değil, Sufi gelenekten okuyarak öğrenmiş birisiyim. Ayna teorisini çok önemserim ben tasavvuftaki, yani karşınızdakine bakarak yaşadıklarınızın sorumlusu olarak kendinizi görmeniz. “Onun tepkisinde, size eleştirisinde, size yönelik kötü muamelesinde acaba benim payım var mı?” bakışını anlatır ayna teorisi. İnsanın gelişiminde, olgunlaşmasında çok önemlidir bu. Bir de Sufi geleneğin en başlangıç, referans noktalarından biri de Melamilik vardır. Melamilerin iki ilkesi vardır. Birisi emeği kutsal görmek ve kendi emeğinizle var olmak. Diğeri ise kınayıcıların kınamasını önemsememek. Bu aslında bir Kuran ayetine referanstır. Çevreniz ne derse desin, siz doğru bildiğinizi yapıyorsanız, kendinizle barışıksanız, vicdanınız rahatsa bütün dünya sizin karşınızda da olsa siz doğru bildiğinizi yapmalısınız. Alkışlanmak üzerine, omuzlarda taşınmak üzerine kurgulanmış süreçlerden hiçbir şey çıkmaz. Tam tersine bir çileyi göze aldığınızda sancı çekersiniz ama doğum sancısıdır o. Meşhur tarifle; yumurta dışından kırıldığında ölüm, içinden kırıldığında doğum ve yeni bir başlangıç olur. Dolayısıyla önce iç dünyamızda kendimizi aşmak gerekir.
Bugün dünya pandemi dolayısıyla nasıl bir değişimin arifesindeyse, siyasetinde bu değişimi okuyup buna göre kendini yeniden yapılandırması gerekiyor.
“Kaliteniz düştükçe, söyleyecek sözünüz kalmadıkça gerilim ve ajitasyona yönelirsiniz. Kimlik üzerinden siyaset yapmak kolayınıza gelir”
İfade etmem gereken üçüncü ifade de şu; biz, eleştirdiklerimizi kendimiz tekrarlamamalıyız. Nedir o? Kamplaşma, kutuplaşma ve kişi merkezli siyaset. Türk siyasetindeki çürümenin de, yozlaşmanın da, gerilimin de asıl sebebi bu kısır döngüdür. Kaliteniz düştükçe, söyleyecek sözünüz kalmadıkça gerilim ve ajitasyona yönelirsiniz. Kimlik üzerinden siyaset yapmak kolayınıza gelir. Bunu yaptıkça aslında siz çürümeyi, yozlaşmayı örtersiniz. Din üzerinden, inanç üzerinden, kimlik üzerinden, milliyetçilik üzerinden söylenen sözler bu tip yüzleşmeleri engeller, öteler, dolayısıyla bu bir kısır döngüye dönüşür. Bir süre sonra da kişisel kurtarıcılar kalır ortada. Pasifize edilmiş, nesneleşmiş bir toplum kalır. Biz ise tam tersini savunuyoruz. Kişi merkezli olmayan, aktif yurttaşlığı hedef alan, ortak paydayı, insani değerleri siyasetin merkezine koyan yatay, katılımcı bir siyaseti hedefliyoruz. Dolayısıyla bunun için de olabildiğince ideolojik, etnik, inançsal siyaset dilinden uzak durup bir ortak akıl, bir ortak vicdan ile bu kurucu siyasetin inşasını hedefliyoruz. Dolayısıyla bunun gereğini yapacak imkanları umarım buluruz.