Bassam Yousef, 1961 Şam doğumlu, Lazkiyeli gazeteci, yazar ve siyasetçi. Alevi bir Esed muhalifi. 1985’te Şam Üniversitesi Biyokimya Bölümü’nden mezun. 1987’de rejime muhalif Komünist Emek Partisi’ne üye olduğu için tutuklanıp on küsur sene hapis yattı. 1998’de hapisten çıktıktan sonra, kendi deyimiyle sivil ve askerî bütün haklarından mahrum kalarak, çalışma ve seyahat özgürlüğü olmadan yaşadı. Hâlihazırda 2011’de Lazkiye’de kurdukları Özgür ve Demokratik Suriye İçin Birlikte Hareketi’nin genel sekreteri ve 2014’ten bu yana İsveç’te yaşıyor. Yousef ile Suriye’nin normalleştiği iddialarını ve rejimin geleceğini konuştuk.
Gençliğinizden itibaren niçin Hafız Esed rejimine muhalif oldunuz?
Suriye vatandaşı olarak ülkemin ve halkımın menfaatlerini düşündüğüm, gelişmesini istediğim için rejime muhalif oldum. Esed rejiminin ülkeyi uçuruma götüreceğini görmüştüm. Bu rejim hiçbir zaman halkının menfaatlerini ve gelişip kalkınmasını zerrece düşünmedi. Tek derdi iktidarda kalmaktı; bedeli Suriye halkının kıyımı olsa bile… Buna karşı durmak her Suriye vatandaşı gibi benim de görevimdi. Bu yüzden muhalif bir parti olan Komünist Emek Partisi’ne katıldım. Ancak rejimin intikamı gerçekten çok acımasızcaydı; parti ardı ardına tam on iki defa tutuklanma dalgasına maruz kaldı.
Muhaliflerin safına katılmamın diğer nedeni, rejimin Suriye toplumunu bölmesiydi. Ganimetlerin dağıtımı mezhepçi, bölgesel ve aşiretçi temelde gerçekleşiyordu. Rejim için önemli olan, boyun eğmiş ve teslim olmuş vatandaşlar üretmekti, Suriye’de gerçek bir vatandaşlığın oluşması değil.
Devrim sırasında yeni bir siyasi hareket kurdunuz. Bu süreçten de bahsedebilir misiniz?
1998’de hapisten çıktığımda Komünist Emek Partisi fiilen bitmişti; çünkü parti üyelerinin tamamı 1980’li yıllarda hapse atılmıştı. Zaten ülkede siyasi hayat da kalmamıştı. 2011’de Suriye’de devrim başladığında ilk kez gerçek bir siyasi çalışma için elverişli ortam oluştu. Bazı arkadaşlarımla, entelektüellerle ve siyasi aktivistlerle bir araya gelerek 22 Haziran 2011’de Lazkiye’de Özgür ve Demokratik Suriye İçin Birlikte Hareketi’ni kurduk. Kuruluş belgemizde Suriye halkının devrimine tam destek verdiğimizi, rejime karşı halkla birlikte olduğumuzu bildirdik. Ancak istihbarat birimlerinden korkarak 2012’de Suriye’den ayrılmak zorunda kaldım. Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (SMDK)’nun kurucuları arasındaydım. Ancak oluşumundan kısa bir süre sonra bu koalisyonun Suriye halkını savunmak için uygun olmadığını fark ettim ve 2014’te ayrıldım.
Kurucularından olduğunuz SMDK’dan neden ayrıldınız?
İki özelliği nedeniyle Suriye halkının menfaatlerini savunamayacağını gördüm: Birincisi, koalisyonda siyasal İslamcı hareketlerin, özellikle de Müslüman Kardeşler’in hâkim olmasıydı ve bu, –Suriye halkının yapısını ve bileşimini dikkate aldığınızda– siyasi çalışma için son derece olumsuz bir durumdu. İkincisi, bu koalisyonun veya siyasi yapının dışarıya bağımlılığıydı; başlangıçta Katar’a, sonra Suudi Arabistan’a, ardında da Türkiye’ye bağımlı hale geldi. Dışarıya bağımlı olan her siyasi yapının hareket serbestisi ciddi oranda sınırlanır. Şu an ulaştığımız nokta tam da bu maalesef.
Devrim sırasında neler yaşadınız, nelere şahit oldunuz?
Ben Lazkiye’de yaşıyordum. Nüfusun yarıdan fazlası Alevi olduğundan yanlış bir tasnifle rejime bağlı bir vilayet olarak görülüyor. Oysa Suriye toplumunu oluşturan bütün dinî ve mezhebî grupları burada görmek mümkün. Bu arada rejime bağlılık da sadece mezhep temelinde açıklanamaz, bunun iktisadi ve siyasi pek çok sebebi vardır.
Lazkiye vilayeti devrime ilk katılanlardandı. 17 Mart’ta Deraa’da olaylar patlak verdikten sadece bir hafta sonra 25 Mart’ta Lazkiyeliler sokağa döküldü. Tabii bu, rejimin hiç beklemediği bir gelişmeydi. Suriye halkı da Lazkiye’yi rejime bağlı saydığından sokağa çıkacağını beklemiyordu. Kanaatimce Lazkiyelilerin gösterilere katılmasının devrimin diğer vilayetlere yayılmasına büyük katkısı oldu. Suriyeliler rejime bağlı bir vilayet bile sokağa döküldüyse biz niye çıkmayalım diye düşündü.
İşkenceler, gerçek mermilerle hedef alarak öldürmeler ve kitlesel tutuklamaların yanı sıra Lazkiye’yle ilgili değinmem gereken en önemli nokta, rejimin bu vilayette yaşayanların içine bir anda mezhepsel korku saçarak onları ürkütmesiydi. Türlü türlü şayialar yayarak ve destekçilerini, özellikle de şebbihaları sokağa salarak en baştan itibaren Suriye halkını mezhepçi temelde bölmeye çalıştı. Çünkü Suriye halkı birlik beraberlik içinde tek yürek tek bilek kalırsa onları alt edemeyeceğini, devrimi kazanamayacağını biliyordu. Dış müdahaleler de Suriye halkını bölerek ve devrimi rayından çıkartarak rejime yardımcı oldu. Rejim Suriye toplumunu bölmeye çalışırken şiddete de başvurdu. Toplumun bir kesimine karşı kendisi suç işleyip sonra suçu diğer kesime attı. Ardından tam tersini yaptı. Gerginlik ve şiddet işte bu şekilde başladı. Maalesef Suriye halkının bir kısmı da rejimin kurduğu oyuna düştü ve bu tıkanıklık hali rejimin bugüne kadar ayakta kalmasını sağladı.
Şebbihalar tam olarak anlaşılabilmiş değil. Bu konuda daha fazla bilgi verir misiniz?
Şebbiha kelimesi Suriye’ye mahsus bir terim; dışındakilerin bunu tam olarak anlayabilmesi pek mümkün değil. Bu terim 1970’lerde türetildi. Hafız Esed’in takipçisi bir grup için kullanıldı. Bu grup kanunların, hatta devletin de üstündeydi. Terör, adam kaçırma, adam öldürme, kız kaçırma, hırsızlık, kaçakçılık, kuvvet kullanarak arazi gaspı gibi türlü türlü suçların içindeydi. Mesela güzel bir evi gözlerine kestirdiklerinde sahibini tehdit ederek el koyarlardı. Kaçakçılık için kendi kurdukları özel limanları bile vardı. Kanunların üstünde oldukları için kimse onları yaptıkları usulsüz işler ve işledikleri suçlar nedeniyle sorgulayamaz, yargılayamazdı. Tam da bu yüzden onlara şebbiha (hortlak, heyula) dendi. Şebbihalar fiilen terör aracı olup onları Suriye toplumunun başına musallat eden bizzat Esed rejimiydi.
Hafız Esed’in şebbihalarla güttüğü iki temel hedef vardı: Birincisi, Suriye toplumuna korku salmaktı. İkincisi, öldükten sonra yerine geçmesi için hazırladığı oğlu Bâsil’i halkı şebbihadan koruyan kişi olarak sunmaktı. Şöyle ki, şebbihalar yaptıklarıyla halkı iyice bezdirdiğinde oğlu Bâsil’i bu grubu zapturapt altına alması için üzerlerine yollardı. Bâsil de onları birkaç günlüğüne kuşatır, sonra yine serbest bırakırdı. Tabii ki bu bir göz boyamadan ibaretti. Samimi idiyseler neden grubun elemanlarını tek bir günlüğüne bile hapse atmadılar? Neden bunları mahkemede yargılamadılar? Neden bunlar bunca yıl rahatça suç işleyebildi?
Lazkiye şebbiha unsurlarının türediği ve yoğunlaştığı bir bölgeydi. Şebbihalar kendilerini otorite veya devlet olarak görür; dolayısıyla otoriteye karşı olan herkesi düşman sayar. Suriye’de devrim patlak verdiğinde tam da bu mantıkla hareket ettiler. Devrim sırasında şebbihalara bir görev daha verildi: göstericileri bastırmak. Ordunun yapısı ve bileşenleri rastgele göstericileri öldürmek için elverişli olmadığından rejim daha baştan Suriye halkını katletmekte bu gruba bel bağladı. Özellikle ordu firarlarla parçalanıp çökerken şebbihalardan milis teşkilatları kuruldu. Bu arada yeni görev verilirken yetkileri de iyice artırıldı. Organize hırsızlığa başladılar. Suriye halkı bu yaptıklarına ta’fîş diyor. Rejim bir mahallenin sakinlerini zorla tehcir ettirdiğinde şebbihalar bütün evlere tek tek girip içeride her ne varsa çalıyor, sonra da satıyordu. Bu şekilde işi iyice büyüttüler. Şu an şebbihalar o kadar güçlü ki rejimin onları bastırma imkânı kalmadı. Captagon üretiminde, petrol ve kamu alanlarında pay sahibi oldular, silahlı milis olarak İran gibi başka ülkelerin boyunduruğuna girdiler.
Bu arada Suriye’ye müdahil olan İran’dan Rusya’ya ve Türkiye’ye kadar her devletin içeride desteklediği silahlı milisler olduğunu hatırlatayım.
Ülkenizden niçin ve ne zaman ayrıldınız? Göç hikâyenizi de öğrenebilir miyiz?
Haziran 2011’den beri Özgür ve Demokratik Suriye İçin Birlikte Hareketi’ndeydim. 2012 Eylül’ünden itibaren harekete katılanlardan bazıları tutuklanmaya başladı. O sırada geçici olarak, kısa süreliğine tek oğlumla birlikte Lübnan’a gitme gereği duydum. Ama Lübnan’dayken ülkeme geri dönmeme kararı aldım. Oradan Mısır’a geçip dokuz ay kaldım. Ardından Türkiye’ye gelip Gaziantep’te bir seneye yakın yaşadım. Ardından İsveç’ten sığınma hakkı alıp 2014 sonunda bu ülkeye yerleştim.
Rejim aleyhine siyasi faaliyetleriniz ve yurtdışına sığınmanız nedeniyle Suriye’de kalan akrabalarınızın başına bir şey geldi mi?
Bütün ailem ve akrabalarım hâlâ Lazkiye’de yaşıyor. Aldığım siyasi tutum nedeniyle başta onlara şiddetli baskı yapıldı. Daha sonra baskılar azaldı ve artık normal şekilde yaşıyorlar. Suriye halkının geri kalanı gibi iktisadi sıkıntı çekiyorlar. Devrimde aldığım konum nedeniyle bazen bireysel olarak aileme sayıp sövenler oluyor, o kadar.
Rejimin taviz verme ve savaştan kaçınma imkân ve ihtimali sizce var mıydı?
Rejimin Suriye’yi ve Suriyelileri bu savaşa sürüklememe imkânı vardı, eğer ülkeyi sadece iktidar koltuğundan ibaret görmeseydi. Suriyeliler, hiçbir zaman şiddete meyyal bir halk olmadı; patlamadan evvel rejime tam kırk yıl sabretti ve Esed ailesine siyasetini gözden geçirmesi için çok fazla mühlet tanıdı. Rejimin davranışlarını hiçbir şekilde değiştirmeyeceği ve halkı köle olarak görmekten vazgeçmeyeceği iyice anlaşıldıktan sonra devrim patlak verdi. Bu arada halk devrimin en başında rejimin düşmesini istemedi. Talepleri hürriyetin ve hukukun tesisi, siyasi partiler ve basın kanununun çıkartılması, iktisadi durumun iyileştirilmesiydi. Ama rejim bunları reddederek çatışmanın fitilini ateşledi.
Bu savaşın diğer bir müsebbibi de Suriye içindeki İran varlığıydı. Suriye Devrimi patlak verdiğinde karar, Suriye halkının veya rejiminin değil, çok büyük ölçüde İran’ın ve Hizbullah’ın elindeydi. İran kendi menfaatleri gereği Suriye içinde savaşı alevlendirdi. Ortada güvenlikle bağlantılı hiçbir gerekçe yokken, devrimin daha ilk ayından itibaren Beşşar Esed’e ordusunu sokağa indirmesini emreden Tahran’dı. Ordunun kendi halkıyla çarpıştığında parçalanacağı besbelliydi. Suriye ordusunu halkla karşı karşıya getirtmek suretiyle İran, birincisi savaşın fitilini ateşledi; ikincisi ordu kurumunu zayıflattı, bu sayede kendisine bağlı milisler oluşturdu ve bunları Milli Savunma Kuvvetleri adı altında bir araya getirip, güçlendirip Suriye içinde askerî gücüyle hâkim aktöre dönüştü.
Rejim tarafında Savunma Bakanı Davud Racha ve Savunma Bakan Yardımcısı Asıf Şevket gibi isimler, halk ile askerî komutanların arasını bulup ateşi söndürme çabasındaydı. Bu anlaşmadan rahatsız olan, halk ile ordunun uzlaşmasını istemeyen İran’dı. Suriye üzerinde kendi planları vardı. Halkı tehcir ettirme, devleti ve orduyu yeniden yapılandırma, Irak ve Suriye üzerinden Lübnan’daki Hizbullah’a ulaşma planı çok açıktı. Çatışmayı daha ilk günden itibaren yöneten kişi Kâsım Süleymani’ydi, Beşşar veya Mahir Esed değil.
Temmuz 2012’de Esed’in eniştesi Asıf Şevket, Davud Racha gibi güvenlik bürokrasisinden önemli isimlerin öldürüldüğü Milli Güvenlik Kurulu toplantısına yönelik saldırının, taviz verip halkla anlaşmak isteyenleri ortadan kaldırmak için düzenlendiği, ölenlerin yerine geçenlerin İran’a yakın kişiler olduğu iddiası var. Bu iddia sizin söylediğinizle de örtüşüyor.
Devrim patlak verdiğinde Suriye’de iki yönetim vardı: İranlıların yönlendirdiği bir yönetim ile Suriyeli generallerden veya yetkililerden müteşekkil bir yönetim. Suriyeli yetkililer, İran’ın Suriye dosyasını tamamen elinde tutması konusunda ittifak etmiş değildi. Bunu isteyenler 4. Tümen’i kontrolünde tutan Mahir Esed, Hava Kuvvetleri İstihbaratının başındaki Cemil Hasan, çok önemli bir komutan olan Beşşar Esed’in Güvenlik İşlerinden Sorumlu Müdürü Bessâm el-Hasan’dı. Bu sonuncu ismi hiçbir zaman unutmayın, altına birkaç kırmızı çizgi çekin; günün birinde bu kişinin yaptıklarının önemi ortaya çıkacak. Bu insanlar, Kâsım Süleymani ve Hizbullah’ın Suriye’deki temsilcisi olan Mustafa Bedreddin ile birlikteydi ve Suriye’deki çatışmayı yöneten asıl ekipti. Resmî bir şekilde kurulan ve Asıf Şevket, Davud Racha, Muhammed Şaar ve bir grup subaydan oluşan kriz kurulu, mevcut krizi İran’dan uzaklaşarak çözmek için halkla diyalog yürütüyordu. Ve bu ekip çözüm bulma kapasitesine sahipti. Deraa’ya gidip halkla anlaşmaya varmışlardı. Ama İran’ın desteklediği ekip, böyle bir çözüm istemiyordu, kendi bildikleri yoldan ilerleme taraftarıydı. Kriz kurulu toplantısına bomba koyarak bu ekibi öldüren onlardı. Toplantı salonuna patlayıcıları sokanlar Hava Kuvvetleri İstihbaratının başındaki Cemil Hasan’a bağlıydı.
Bu saldırıdan el-Kaide örgütünün sorumlu olduğu ilan edilmişti…
El-Kaide’nin bu patlamayla alakası yok. El-Kaide ve IŞİD gibi örgütler bağımsız değildir, istihbarat teşkilatlarının yönlendirmesiyle hareket eder, onların menfaatlerine hizmet eder. Bunların arkasında Suriye’nin ve bölge ülkelerinin istihbaratları var.
Peki, yakın gelecekte Suriye’de barış imkânı görüyor musunuz? Neden?
Suriye’de barışın önünde iki engel var: Birincisi, Esed ailesinin iktidarda kalması. Suriye halkı Esed ailesinin başta kalmasını asla ve kat’a kabul etmez. Uluslararası toplum bunun için bastırırsa Suriye her an patlamaya hazır bir bomba olarak kalır. İkincisi, Suriye’ye dış müdahalenin büyüklüğü. Şu an Suriye birçok dış gücün oyun alanı. Önce bu meselenin ortadan kalkması lazım. İç savaştan korkuluyor. Suriye’nin binlerce yıllık tarihi var ve tarih boyunca bu topraklarda din, mezhep veya ırka dayalı hiçbir iç savaş yaşanmadı. Suriye halkı aşırıcı, radikal değil. Ama dış etkenler ve Suriye toprakları üzerinde yürütülen uluslararası çatışmalar buna yol açtı. Esed ailesi giderse ve Suriye meselesine dış müdahaleler sınırlanırsa ben Suriye toplumundan korkmuyorum; biz ülkemizi yeniden inşa etme ve bir arada yaşama kapasitesine sahibiz.
Ama şu an birçok devlet Esed rejiminin başta kalmasına rıza göstermiş durumda. Rejime bir alternatif görmüyorlar…
Bütün dünya Esed’in başta kalması noktasında uzlaşmış değil. Öte yandan bütün dünya uzlaşsa bile Esed’le devam etmeye fiilen imkân yok. Şu an Esed rejiminin en önemli yakınlaşma adımı Türkiye’yle. Ancak Erdoğan, Esed’den ne alabilecek? Erdoğan’ın amacı seçimler yaklaşırken muhalefetin elinden mülteci kozunu alarak onları zayıflatmak. Peki, Esed milyonlarca Suriyeli mülteciyi kabul edecek mi bakalım? Kesinlikle hayır. Rejim iktisaden ve güvenlik bakımından o kadar kırılgan ve zayıf ki bunu asla yapamaz. ABD ve AB de Esed’le çözümü kabul etmeyecektir; Suriye halkına sevgilerinden değil, kendi menfaatlerinden dolayı. Esed rejimi ülkesinin ve halkının güvenliğini ve istikrarını asgari düzeyde bile sağlayamıyor. Mesele sadece siyasi de değil; araya kan girdi, yüz binlerce Suriyeli şehit düştü. Ne kadar uluslararası baskı yapılırsa yapılsın Suriye halkı hiçbir şekilde Esed’i kabul etmeyecektir. Kanaatimce Esed’i başta tutmaya yönelik her girişim Suriye meselesinin çözümünü geciktirmekten başka bir şey değildir.
Sosyal medyada öyle bir propaganda var ki sanki savaş bitmiş de Suriye devrim öncesi güzel günlerine geri dönmüş. Videolarda Suriyeliler Lazkiye sahillerinde keyifle güneşleniyor, yüzüyor; başkent Şam’da ve Humus’ta kutlamalar yapıyor, eğleniyor. Her şey yolunda izlenimi yayılıyor. Şu an rejimin kontrolü altındaki bölge ne durumda?
Suriye devrim öncesine değil, 20. yüzyıl öncesine, yani 1800’lere dönmüş durumda. Elektrik, su, yakıt, gaz, ekmek, yiyecek yok. Suriye halkının yüzde 90’ının günlük kazancı yarım doların altında; yiyecek yemek bulamıyor. Evet, savaş zenginleri var: savaş ağaları, insanların evlerinden hırsızlık ve yağma yapanlar, işlerini alanlar… Onlar sahilde yüzüp eğlenecek, restoranlarda karnını doyuracak tabii. Bunların oranı Suriye toplumunun topu topu yüzde 4’ü eder. Ailem Suriye’nin sahil bölgesinde ikamet ediyor. Mülteciler ülkede kalan ailelerine para yollamasa içeridekiler karınlarını doyuramaz. Sadece benim ailem değil, bütün Suriyeliler böyle. Şu an ekonomi ve insanların hayat şartları o kadar kötü ki. Suriye’ye elektrik 1920’de gelmişti; ne acı ki 100 yıl sonra halk elektriksiz yaşamaya mahkûm edildi.
Peki, Lazkiye’de hayat nasıl?
Çok kötü gerçekten. Lazkiyelilerin kahir ekseriyeti devlet memuru olarak çalışır; dolayısıyla aylık maaşları 25 doları geçmiyor. Bu parayla bir ailenin geçinebilmesi imkânsız. Üstelik bir de güvenlik kaosu var. Açlık ve fakirliğin neticesi olarak çeteler çıktı; hırsızlık ve yağma yapıyor, adam kaçırıyorlar. Devlet memurlarının, polisin ve istihbarat görevlilerinin de maaşı çok düşük olduğundan bunlar da yağmanın içinde; ama yargılanmıyorlar. Çünkü bu işlerin içinde olanlar belli bir tarafça destek görüyor. Kısacası şu an insanlar hem fakirlik hem de güvenlik tehlikesi altında yaşıyor.
Bu zor hayat şartlarında Lazkiye’de rejime karşı herhangi bir eylem oluyor mu?
Rejim, kendi kontrolündeki topraklarda, hele de Suriye’nin sahil bölgesinde asla toplu bir eyleme müsaade etmez. Rejime karşı ancak bireysel tepki gösterilebilir. İnsanlar şu an o kadar ürkütücü bir ortamda yaşıyor ki toplu bir hareketin bedeli çok ağır olur. Rejim adam öldürmekte hiç tereddüt göstermez. Üstelik sadece rejim değil, şebbiha da devrede. Sahil bölgesinde en önemli korku kaynağı şebbihalar. Ne kanun tanırlar ne bir şey. Sorgulanmaz, yargılanmazlar. Sokakta istedikleri kişiyi vurur geçerler. Bu yüzden kimse toplu bir eylem yapamaz. Rejimi bireysel eleştirenler oluyor. Mesela dün [29 Aralık 2022] bir Lazkiyeli Facebook’ta yazdıklarından dolayı tutuklandı.
Siz sadece siyasetçi değil, aynı zamanda gazetecisiniz. Rejimin muhaliflerine karşı yurtdışında yürüttüğü propaganda taktikleri neler?
Rejimin medya planı daha devrimin en başında belliydi. Suriye medyasının iki görevi vardı: biri ülke içine, diğer ülke dışına yönelik propaganda.
Rejim Suriye içinde şiddeti abartmaya bel bağladı. Mesela biri öldürüldüğünde televizyonda aynı görüntüyü günlerce döndüre döndüre halkı dolduruşa getirmeye çalıştı. İnsanlar adam öldürmeyi ve kanı sürekli gördükçe gerginleşti. Tabii bu dolduruş mezhepçi bir istikametteydi; halkın farklı unsurlarını birbirine karşı korkutmaya dönük bir propagandaydı. Çünkü halkı bölüp parçalamadan rejimin kazanma şansı yoktu; bunun için de en kolay yol mezhepçiliği kışkırtmaktı. Suriye toplumunda mezhepçi savaşın fitilini ateşlemek için de radikal ve şiddete meyyal İslamcı liderlerin çoğu hapisten salındı. Bu arada Suriye Devrimi’nde mezhepçilikten ilk bahseden kişi, Cumhurbaşkanı Müsteşarı Buseyna Şaban’dı. Devrimin başında yaptığı ilk konuşmada on üç defa mezhepçilik kelimesini kullandı.
İçeride yürüttükleri diğer bir propaganda da rejime karşı gösterilere katılan herkesi Selefi, terörist, İslamcı, radikal diye yaftalamaktı. Önemli bir nokta da şu: Gösteriler sırasında mezhepçi slogan atanları, protestocuların arasına istihbarat yerleştirmişti. Rejimin medyası, mezhepçiliği kışkırtmak için bizzat istihbarata çalışan bu unsurların attığı mezhepçi sloganları öne çıkardı. Özetle rejim, içeride iki planı devreye soktu: toplumu mezhepçi bir temelde bölmek ve bütün göstericileri terörist, Selefi diye damgalamak.
Dış boyuta gelince, birincisi, Suriye’de yaşananları teröristlerin ve radikal İslamcı örgütlerin bir kalkışması olarak lanse etti. İkincisi, kendisini meşruiyetin ve devletin yegâne temsilcisi olarak sundu. Esed, bütün konuşmalarında devlet olarak meşruiyetin koruyucusu olduklarını söylemeyi hiç ihmal etmedi. Buna mukabil Suriye muhalefeti maalesef net bir medya söylemi üretemedi. Onları da fazla ayıplamamak lazım; her şey imkânlar nispetince. Rejim bu uğurda milyarlarca dolar saçıp farklı toplumlarda çeşitli lobileri, gazetecileri, düşünürleri satın aldı. Muhaliflerin böyle bir imkânı yoktu. Ama onların en büyük kusuru medya savaşının önemini idrak edememeleriydi. Bu da rejimin Suriye’de yaşananın birincisi teröre karşı savaş, ikincisi iç savaş olduğu fikrini pazarlamasını kolaylaştırdı. Oysa Suriye’de yaşanan, –makalelerde ve siyasi terminolojide sıkça kullanılsa da– hiçbir zaman iç savaş olmadı. Bugün milyonlarca Sünni ve Alevi kavgasız, nizasız yan yana hayatını sürdürürken yaşanan nasıl iç savaş olabilir? İç savaşlarda net taraflar olur. Suriye’deki savaşta Sünni güçler, Alevi güçler, Hristiyan güçler nerede? Sahada yaşanan kesinlikle iç savaş değil. Bu söylemler siyasi hedeflerle üretildi.
Savaş ve göç Suriye’yi ve Suriyelilerin hayatını nasıl değiştirdi?
Suriyeliler, içine düşülen felaketin büyüklüğünü hâlâ idrak edebilmiş değil; savaşın bitmesiyle nasıl bir felakete uğradıklarına uyanacaklar. Sadece savaşın kurbanı olan, ölen, sakat kalan milyonlar nedeniyle değil. Sadece 3 milyonu aşkın çocuğun okula gidemeyip eğitimsiz kalması yüzünden de değil. Sadece altyapının, hastanelerin vs. mahvolması nedeniyle de değil. Bunların her biri tabii ki felaket. Ama kanaatimce felaketlerin en büyüğü, Suriye toplumunun hem içeridekiler ve dışarıdakiler şeklinde hem de her bir ailenin kendi içinde paramparça olması. Şu an Suriye halkı dünyanın her yerine dağılmış vaziyette. Geri dönüş öyle bazılarının zannettiği gibi kolay olmayacak. Üç-beş sene ülke dışında kalınsa geri dönüş daha kolay olurdu; ama üzerinden on sene geçtikten sonra bu artık çok zor. Gittikleri ülkelerde çocuklar büyüdü, genç oldu. Farklı diller, kültürler, âdetler öğrendiler. İş kurdular, dükkân açtılar.
Ama bunun olumlu bir tarafı da var. Suriye toplumu yurtdışında büyük bir tecrübe biriktirdi. Geçmişte dışa kapalı bir toplumduk, dünyada neler olup bittiğinden habersizdik. Hukukun üstünlüğü ve egemenliği nedir bilmiyorduk. Trafik polisinin vatandaşı hapse atacak yetkiye sahip olduğunu zannediyorduk. Ama artık devlet ve devlet kurumları nasıl olur, anayasa ve kanun ne anlama gelir, bunların hepsini yurtdışında öğrendik. Kanaatimce geri dönenler, oranları ne olursa olsun ülkeyi çok değiştirecek; geçmişten farklı, yeni bir Suriye’yi inşa edecekler.
Öte yandan barındırdığı bazı olumlu taraflara rağmen, durum gerçekten çok vahim; nesillerimizi kaybediyoruz. Bir nesil ya savaşta öldürüldü ya da yurtdışına göçtü ve bir daha geri dönmeyecek.
Peki, savaş ve göç Alevi toplumun hayatını nasıl değiştirdi? Bu son savaşta en az bir ferdini kaybetmemiş herhangi bir Alevi aile kalmamıştır herhalde.
Bu savaşın en büyük kaybedeninin Aleviler olduğu kanaatindeyim. Çok büyük bir bedel ödediler. Problem şu ki iş burada bitmedi, gelecekte de büyük bedeller ödeyecekler. Öncelikle, Aleviler Hafız Esed döneminde bile iktisaden Suriye toplumunun en fakir kesimiydi. Yüzeyde görünür olan subaylar ve yetkililer, mezhebin sadece yüzde 5’ini oluşturuyor. Fakirlik hâlâ yüksek. İkincisi, bu savaş sırasında Aleviler gençlerini yüksek bir oranda kaybetti. Ölen çok oldu. Sokakta 25-40 yaş arası genç görmeniz çok zor. Bu yaş aralığı ya göç etti ya da öldürüldü. Bunun toplumsal yapıya yansımaları da çok tehlikeli. Üçüncüsü, Esed ailesinin tüm suçları –ki gerçekten Aleviler de dahil Suriye toplumunun tamamına karşı çok büyük suçlar işledi– Alevi cemaatinin hanesine yazılacak, bireysel açıdan bu suçlarla alakaları olmasa bile. Esed ailesine bağlı çetelerin işlediği suçların ceremesini Aleviler çekecek. Bu durum Suriye toplumunun içinde yeni bir savaşa yol açabilir. Bu sorunun farkında olmak lazım. İşlenen suçlardan hukuk çerçevesinde kişileri/failleri sorumlu tutmak gerekir, mezheplerini değil. Çünkü bu savaşta suç işleyen Aleviler kadar Sünniler ve Hristiyanlar da var.
Aleviler devrimi savaşa dönüştürenin, hapishane kapılarını açarak radikalliği besleyenin, muhaliflerin silahlanmasına yol açanın ve mezhep savaşını tetikleyerek çocuklarının ölümüne vesile olanın aslında kurtarıcı saydıkları rejimin ta kendisi olduğunun farkında mı? Yaşananlarda rejimin sorumluluğunu görüp eleştirebiliyor mu?
Maalesef konu rejimin uygulamalarından çok daha karmaşık. Aleviler meseleyi tarihteki köklerine, geçmiş yüzyıllarda yaşadıkları mazlumiyete dayandırmayı tercih ediyor. Alevilerin düşünce dünyasında bu mazlumiyet psikolojisi şu an rejimin yaptıklarını görmelerini engelliyor. Burada iki nokta var: Sahil bölgesinde Aleviler yoğun olmakla birlikte Sünniler de çok fazla. Bu Sünniler, yıkıma uğrayan diğer vilayetlerden iç göçle buraya sığınanlar ve Alevilerle herhangi bir sıkıntı olmadan yaşıyorlar. Bu yüzden ben sıradan Suriye halkından korkmuyorum; beni korkutan şey, bu mezhepsel çatışmayı uluslararası tarafların istismarı ve bunun da içeride mezhepçi kopuşu tetiklemesi. Mesela İran mezhep savaşını derinleştirecek şekilde müdahale ediyor; Türkiye de siyasi ve silahlı İslamcı hareketleri destekleyerek maalesef Suriye toplumunun mezhepçileşmesinde rol oynadı. Adaleti tesis edecek adımlar atılır, suç işleyenler cezalandırılırsa acılarının hafiflemesiyle Suriyeliler yavaş yavaş birbirini affetme noktasına gelebilir, bir arada yaşayabilir. Ama küresel ve bölgesel güçlerin kendi menfaatleri gereği bunu engellemesinden korkuyorum. Dış menfaatler Suriye’nin iç toplumsal dokusunu yıkabilir.
Alevilerin 2011 öncesi siyasal ve toplumsal durumu hakkında bilgi verir misiniz?
Toplumsal açıdan Aleviler dört dönemden geçti.
En çilelisi Osmanlı dönemindeydi. Sert ve amansız bir dönemdi. Devletin muamelesi mezhepçi temeldeydi; çünkü devlet kendisini Sünni bir devlet olarak tanımlıyordu. Aleviler fakir bir azınlık olarak kaldılar, tekfir edildiler. Bu da Alevilerin kendilerini koruyabilmek ve güvenliklerini temin edebilmek için coğrafi açıdan çok zorlu ve dışa kapalı bölgelere taşınmalarına yol açtı. Öteki korkusu Alevileri dağlarda tecrit altında yaşamaya zorladı. Köylerinde kapalı kaldılar; şehirlere ulaşma maceraları dahi çoğunlukla tehlikelerle doluydu. Bu tecrit hali, sadece dış dünyadan kopukluk değil, kapalı bir düşünme tarzı da üretti. Bunun siyasal sonuçları kadar psikolojik sonuçları da oldu.
Fransız Mandası’yla ikinci bir toplumsal aşamaya geçildi. Bu da Alevilerin Fransızların gelişine neden sevindiğini açıklıyor. Osmanlı döneminde tanınmayan bazı haklara kavuştular.
Bağımsızlık sonrası Suriye milli bir yönetim dönemine girdi; yani Suriye’yi Suriyeliler yönetmeye başladı. Bu aşamada siyasi partiler gelişti. Bu siyasi partilere nüfuslarına kıyasla en yüksek oranda katılım gösterenler Alevilerdi. Alevi nüfus yüzde 10-12 kadardı ama siyasi hayata katılma oranları yüzde 30’lardaydı. Hatta bazı partilerde bu oran yüzde 60’a kadar çıkıyordu. Neden Aleviler siyasi partilere bu kadar teveccüh gösterdi? Çünkü siyasi hayata katılımı kendileri için en büyük garanti ve güvence saydılar.
Dördüncü dönem Hafız Esed’in başa gelişiyle başladı. Esed, Alevileri asabiyetlerine[1] döndürmeye çalıştı, mezhepçiliği başarıyla kışkırttı. Çünkü toplumu bölmeden iktidarda kalamayacağını biliyordu. Hafız Esed, tarih boyunca mazlum bir azınlık olan Alevileri zalime dönüştürdü. Esed’in otoritesini kendileri için tek güvence olarak gören, Esed ailesi iktidardan düşerse uzun yıllardır aradıkları emniyet halini yitireceklerine inanan asabiyetçi, mezhepçi insanlar ortaya çıktı. Bu da Alevilerin Esed’i savunmak için devrimde neden seferber olduklarını açıklıyor.
Peki, Baas rejimi altında Suriye’de siyasi hayat nasıldı?
Suriye’de siyasi hayatı bitiren, 1963’te Baas’ın iktidara gelmesi değil, 1958-1961 yılları arasında Mısır ile birleşme tecrübesidir. Yeni Devlet Başkanı Cemal Abdünnâsır Suriye’deki bütün siyasi partileri kapattırdı. 1961’de birlikten ayrıldığımızda ülkede siyasi parti kalmamıştı. Baas Partisi orduda cuntalaştığı için en güçlü parti halini aldı. İktidara da siyasi gücüyle değil, askerî darbeyle, subaylar eliyle geldi. Ordu iktidar iplerini eline aldığında siyasi hayat öldü. Zaten ordu ile siyasi hayat hiçbir zaman ve hiçbir yerde birbiriyle bağdaşmaz. Kısaca Suriye’de siyasi hayat 1958’den itibaren gerilemeye başladı; ama tamamen bitmesi 1970’te Hafız Esed’in yoldaşlarını saf dışı bırakıp iktidarı kendi tekeline almasından sonra yaşandı.
Esed yeni bir siyasi denklem kurdu. Rejimle bağlantılı küçük siyasi partileri bir araya toplayan Ulusal İlerici Cephe adında siyaseten hiçbir önemi olmayan, formaliteden ibaret bir vitrin vardı. Bu cepheye katılmayan partilerin yeri ise ya hapishane ya da sürgündü. Suriye’de siyasi hayat işte bu şekilde tamamen bitirildi. 1970’lerin başında ülkeyi yöneten tek bir parti vardı; 1970’lerin ortasından itibaren ülkeyi istihbarat yönetir oldu, iktidar partisi Baas’ı etkisizleştirdi. 1980’lerde Müslüman Kardeşler’le çatışmasından sonra Esed, –meclisi, hükümeti ve siyasi partileri bir kenara iterek– bütün gücü kendi ailesinde topladı. Yine Esedlerin kontrolündeki büyük ve her yere nüfuz eden istihbarat aygıtı Suriye toplumunu bütünüyle yönetir oldu. Siyasi hayattan geriye eser kalmadı.
Yarım yüzyıldır ülkede siyasi hayat olmadığından şu an muhaliflerin içine düştükleri açmaz ve siyasi tecrübesizlik tesadüf değil…
Bırakın diğer partileri, Baas Partisi içinde bile siyasi tecrübe yok. Ulusal İlerici Cephe dedikleri yapıda yer alan siyasi partiler de benzer durumda. Ülkede siyaset, geçmişten beri sadece şeklen var gibi görünegeldi, o kadar. Halk demokrasinin, meclisin, hatta devletin bile ne manaya geldiğini bilmiyor. Suriyelilerin devlet tecrübesi de yok. Tarafsız devlet ne demektir bilmiyorlar. Devlet kurumları vatandaşa hizmet etmek içindir, şu an olduğu gibi onları kendine kul-köle etmek için değil. Otorite ile devlet, otorite ile hükümet, düzen arasındaki farkın farkında değiller. Bu konuda asıl problem, gerçek bir siyasi hayata doğru atılacak her adımın Suriye toplumunda garip karşılanacak olması; ama mülteci konumuna düşüp yurtdışında bu tecrübeyi yaşayanlar zorlanmayacak.
Suriye’de aleni siyasi faaliyet yasak olduğu için 1970’ler ve 1980’lerde bu işi gizli gizli yürütmeye mecbur kalmıştık. Aslına bakarsanız, bu gizli partiler bile gerçek bir siyasi hayata alışkın değildi. Siyasi hayata sadece ucundan dokundular, o kadar. Çünkü siyasi hayatın olmazsa olmazı demokratik araçlardır. Yani siyasi görüşlerini ifade edebilme ve insanlara erişebilme imkânı ile medya propagandasıdır. Bunların hiçbiri Suriye’de yoktu. Hatta siyasi partiler kanunu bile yoktu.
Bu arada Suriye muhalefetinin ve entelektüellerinin gerçek bir devlet oluşmadan hiçbir Suriye vatandaşının emniyetinin sağlanamayacağını halkın zihinlerine iyice yerleştirmesi gerekiyor. Vatandaşı koruyan, –her an her yerde bireyin hayatına müdahale edebilen– otorite değil, devlettir. Daha evvel de belirttiğim gibi, kimin Suriye’yi yöneteceği beni ilgilendirmiyor; asıl önemli olan devletin kanunları ve müesseseleridir. Emniyet hissinin asıl kaynağı, belli bir şahıs ve onun otoritesi değil, istihbarat, polis veya askerin bütün Suriye vatandaşlarına karşı tarafsız duruş sergilemesi, kanun ve anayasanın koruması olacaktır.
Eski bir siyasi mahkûmsunuz. On küsur yıl hapis yatmışsınız. Suriye hapishanelerini sizden dinlemek isterim?
Baas’ın iktidara gelişinden bu yana Suriye hapishaneleri korkunçtur. Uluslararası hukuk, insan hakları derneklerinin standartları, hatta Suriye kanunları bile uygulanmaz. İstisnai hükümler işler. Burada yargılama yapanlar da normal hukuk mahkemeleri değil, istisnai mahkemelerdir; yani Suriye kanunlarındaki ismiyle Askerî Sahra Mahkemesi veya Devlet Güvenlik Yüksek Mahkemesidir. Bunlar normal kanunlara göre yargılama yapmaz. Tutukluları –bazen tek bir ifadesinden veya görüş beyanından hareketle– Baas Devrimi karşıtı hedefler gütme suçlamasıyla yargılar ki bu suçun cezası idama kadar varabilir.
Bizim tutuklanışımız, Hafız Esed ile Müslüman Kardeşler arasındaki çatışma sonrasına denk düşüyor. Esed’in bu hareketi askerî olarak bastırıp galip çıkmasının ardından Suriye hapishaneleri iyice korkunç bir hal aldı. Kimler tutuklu, hapishanelerde toplam kaç kişi var, her gün kaç kişi ölüyor veya öldürülüyor, hiç bilinmezdi. Çok uzun yıllar hapiste kalabiliyordunuz ve hiç kimse sizin nerede olduğunuzu bilmiyordu. Hapishanelerde mahkûmlara her şey yapmaya izin vardı. Gardiyanlar hiçbir ceza almadan sizi öldürebilirdi. Hiçbir mahkûmun hakkı hukuku ve onuru yoktu. Uluslararası hiçbir kuruluş mahkûmlar hakkında bilgi alamazdı. Bu yüzden hapishane tecrübemle ilgili bir kitap yazdım: Hafıza Taşı: Suriye Hapishaneleri Cehenneminden Bir Kesit (حجر الذاكرة؛ بعض من جحيم السجون السورية).
Öte yandan, 1980’ler ve 1990’larda ne kadar büyük zulümler yaşamış olursak olalım, 2011 Suriye Devrimi sonrası hapse girenlerin yaşadığı rezaletler ve korkunç şeyler yanında bizimki artık anlatılmaya bile değmez. Şu an yaşananlar akıl alır gibi değil. Onların çektikleri bizim yaşadıklarımızla kıyas bile edilemez. Biz çektiklerimizi anlatmaya artık utanıyoruz.
Hapishanelerde işkence yapanlar kimler? Nasıl bir halet-i ruhiye ile o korkunç işkenceleri yapabiliyorlar?
Dün bir video izledim. Yirmi-otuz yıl evvel Türkiye’deki üniversitelerden birinde bir mezuniyet töreninde başörtülü öğrenciler de var ve başı açık biri, diplomasını almak için kürsüye çıkan kapalı kızlara tükürerek başlarından başörtüsünü çekiyor. Bu kadın başörtüsünü utanç olarak görüyor… Toplumlar içinde asabiyet nasıl alevlendirilir? Mutlak hakikatin sahibi benim, tek doğru benim fikriyle. Kişi bu mutlak hakikat uğruna başkalarına şiddet uygulamayı kendi hakkı olarak görür. Başkalarının yanında kendisini patlatan kişi de mutlak bir fikre hizmet ettiğini düşünür. Otorite adına başkalarına işkence yapan da vatanına hizmet ettiğine inanır. Kanaatimce bu insanlar psikolojik olarak hasta. İster mukaddes bir dinden, ister seküler bir ideolojiden, isterse başka bir asabiyetten kaynaklansın, bu hastalıklı insanların tedavisi yoktur. Muhtemel tek tedavi, vatandaşlık ve başkalarından farklı olma hakkını tanımaktır. Ancak hiçbir ideoloji ve din ötekine farklı olma hakkını tanımaz; her biri kendisini diğer hepsinden üstün görür.
Siyasal hayatta da işkence yapanlar, ötekine karşı kin ve nefret besleyenlerdir. Bu kinin asıl kaynağı, kendilerini tek doğrunun müdafii sayıp muhalifleri batıl görmeleridir. Bu da hapishanelerdeki işkencenin yoğunluğunu ve işkenceyle vahşileşmeyi açıklıyor. Aynı zamanda Suriye Devrimi’nde başvurulan şiddeti de izah ediyor; çocukların vahşice öldürülmesini ve kadınlara alçakça tecavüzü de. Normal bir insanın bunları yapabilmesi mümkün değil, bunlar mezhepçi kinle veya mezhepçi fikirle dolu insanlar.
İşkencecilerin hepsi ruh hastasıdır. Maalesef Suriye’de olduğu gibi mezhepçiliğin yıllar, hatta on yıllar sürdüğü yerlerde artık tek tek şahıslar değil, nesiller psikolojik olarak bozulur. Suriye’de yaşanan tam da bu. Bunların bir kısmının psikolojik tedavi görmesi lazım; ama tabii bir kısmının da mahkemelerde yargılanması şart. Suriye toplumu suçluları yargılanmazlarsa asla affetmeyecektir. Tabii herkesin yargılanması da mümkün değil; ama lider kadrosunun ve elebaşlarının mahkemeye çıkartılması şart.
2011’den bu yana genelde Ortadoğu’da, özelde Suriye’de yaşananlar ibretlik derslerle dolu. Gelecek nesillerin aynı hatalara ve tuzaklara düşmemesi için Suriyeliler olarak çıkardığınız en önemli dersleri bizimle paylaşır mısınız?
Son derece önemli o kadar çok ders var ki. Dar vakitte hepsini bir anda saymam zor ama en önemlilerini paylaşayım: Birincisi, devletlerin bekasının kaynağı demokrasi ve vatandaşlıktır. Gerçek anlamda vatandaşlık temeline dayanmayan bütün devletler önünde sonunda yıkılıp gitmeye mahkûmdur. Diktatörlükle hiçbir devlet ayakta kalamaz. Bu arada Türkiye’nin de diktatörlük tüneline doğru ilerlediğini görüyor, bundan gerçekten korkuyor, üzülüyorum. Vatandaşlık ve bireysel haklar çok önemlidir. İkincisi, dinin siyasete her türlü müdahalesi bir felakettir. Dini devletten ayırmak gerekir. Siyasal İslam’ın, her ne derse desin, gerçek anlamda bir devlet kurması mümkün değildir. Üçüncüsü, mezhepçiliği, kavmiyetçiliği, aşiretçiliği ve etnik farklılıkları ortadan kaldırıp toplumu bir araya getiren şey vatandaşlıktır. Vatandaşlık yoksa alt kimliklerle parçalanmışlığa mahkûm kalırız. Dördüncüsü, siyasette ahlak diye bir şey yoktur; özellikle de devletlerin menfaatleri ahlaka dayanmaz. Biz halk olarak devletlerin ahlakına güvenmiştik; acı şekilde gördük ki sadece ama sadece menfaatleri varmış.
[1] Asabiyet, aynı soydan gelenlerin veya başka bir sebeple aralarında yakınlık bulunanların muhaliflere karşı birlikte hareket etmelerini sağlayan dayanışma duygusudur. Ayrıntılı bilgi için bkz. TDV İslam Ansiklopedisi, “Asabiyet” maddesi, c. 3, sf. 453-455, https://islamansiklopedisi.org.tr/asabiyet