Serbestiyet: Boğaziçi Üniversitesindeki olaylar ne anlama geliyor?
Oral Çalışlar: Boğaziçi Üniversitesi’nin direnişi, ağır bir siyasi baskı altındaki akademiden şaşırtıcı, beklenmedik, güçlü bir karşı çıkış oldu. Direniş, bu aşamadan sonra nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, bir başlangıçtır ve geleceğe dair bir işarettir.
Boğaziçi’ne yoğun bir toplumsal destek olduğunu da söyleyebiliriz. Gençlerin polis tarafından dövülmesi, hırpalanması, gözaltına alınması, terörist diye suçlanması, değişik görüşlerdeki yurttaşların ortaklaşa tepkisine neden oldu. Bu da yeni bir durum olarak kayda geçirilebilir.
Üniversite öğrencileri, hocalarıyla birlikte tamamen haklı bir zeminde, meşru bir zeminde, üniversite rektörünün ‘kayyım’ gibi dışarıdan siyasi amaçlarla atanmasını kabul etmiyor. Bu direnişin parçası olan öğrenciler içinde değişik görüşlerde olanlar, farklı siyasi tercihleri olanlar da birlikte aynı amaç etrafında birleştiklerini ifade ediyorlar. Öğrenciler, bu direnişlerinin siyasi bir hesabı olmadığını, bu nedenle siyasi partilerin direnişe dahil olmamalarını istiyorlar.
Ancak, sorun rektörün atanması sorunu olmaktan çıktı, ülke çapında bir siyasi, toplumsal mesele haline geldi. Konu siyasileşti.
Birinci olarak uzun zamandır baskılar karşısında suskunlaşmış üniversitede sinek vızıldamazken, bir büyük tepki kendiliğinden ortaya çıktı. Bu toplumu heyecanlandırdı ve şu soruyu yeniden gündeme getirdi: Böylesine ağır siyasi baskı ve yönlendirmeye üniversiteler daha ne kadar sessiz kalabilirler? İlk güçlü itirazdan sonra, bu soru artık gündemdedir. Bu öykü burada bitmez.
Boğaziçi direnişi ve ‘Yeni Anayasa’ çağrısı karşısında muhalefet nasıl bir tutum alıyor?
Muhalefet de, toplumsal gruplar da ilk kez üniversitenin yanında, onlara destek veriyor. İYİ Partili, DEVA Partili, Gelecek Partili, HDP’li, CHP’li, Saadet Partili hukukçular, milletvekilleri, gençlerin haksızlığa, baskılara uğramaması için onların yanında durdular. Karakollarda, savcılık kapılarında nöbet tuttular. Üniversite özerkliği dahil, bilimsel özgürlük konusunda muhalefet demokratik bir zeminde aynı tutumu alabiliyor.
Yeri gelmişken muhalefet partilerine son dönemde yöneltilen bazı eleştirileri de değerlendirmek istiyorum. Dün Serbestiyet’te Etyen Mahçupyan’ın, iktidar partilerinin ‘Anayasa değişikliği’ çağrısı üzerine yaptığı bir analiz bu açıdan dikkat çekici. Şöyle diyor Mahçupyan:
“Muhalefetin bu gidişatı ciddiye alması ve Türkiye’nin nasıl geri dönüşü zor bir dönemeçte durduğunu idrak ederek strateji üretmesi lazım. Bu noktada HDP ile bağ kuramayan parçalı bir muhalefetin başarılı olma ihtimali sadece ve sadece ekonominin çok daha kötüye gitmesi ile mümkün ve öyle olsa bile bir garantisi yok. Ayrıca ülkenin kötüye gitmesinden medet uman bir muhalefetin de muhtemelen toplumun geniş bir kesimi için cazibesi yok.”
“Ülkenin kötüye gitmesinden medet uman bir muhalefet” tanımlaması, bana aşırı kötüleyici bir değerlendirme geldi. Etyen, bir süredir muhalefete yönelik ‘umutsuzluk’ ifade eden yorumlar yapıyor. Kendisi Gelecek Partisi kurucusu olduğu için ‘muhalefet’ diyerek yalnızca kendi partisinin durumunu mu anlatmak istiyor? Zannetmiyorum. Muhalefetin bütününe ilişkin bir saptamada bulunduğu kesin.
Etyen, bu ‘karamsar’ tablodan yola çıkarak, yeni siyasi felaketlere doğru sürüklenmemizi kaçınılmazmış gibi görüyor: “İktidar, konjonktürün kalıcı bir ‘çağdaş faşizm’ için uygun olduğunu ve bunun ‘reformlardan’ ve ‘millilikten’ söz eden bir anayasa görünümünde kotarılabileceğini düşünüyor. Muhalefet süregiden ‘siyasetini’ aşamazsa, iktidarın emeline ulaşma şansı hiç de az olmayabilir…”
Siz muhalefet partilerinin performansını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Haksızlık etmeyelim. Muhalefet partileri, geçmişle kıyaslandığında, yakın tarihimizin en olumlu dönemlerinden birisini yaşıyorlar.
Hatırlayalım, AK Parti tek başına iktidarda iken CHP ve MHP muhalefetteydiler. İktidar, AB ile üyelik müzakereleri yürütürken CHP ve MHP karşı koyuyorlardı. Anayasa değişikliği için TBMM’de kurulan komisyonda MHP ve CHP temsilcileri, özgürlükçü maddeleri birlikte engelliyorlardı. Abdullah Gül’ü seçtirmemek için 367 formülünün peşine takılan ve seçtirmeyenlerin başında CHP bulunuyordu. 28 Şubat’ın başmimarı CHP’ydi. Daha geriye gidersek, sırtını askere dayayarak, demokratikleşmeye direnmenin merkezinde muhalefet bulunuyordu.
Şimdi durum tamamen değişti. CHP, Kürt meselesi, AB ile ilişkiler, üniversite özerkliği gibi konularda demokratik bir tutum içinde. Aynı şekilde DEVA Partisi, Gelecek Partisi, İYİ Parti, HDP ve Saadet Partisi çok farklı siyasi geleneklerden gelmekle birlikte, düşünce ve ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, AB üyeliği gibi temel konularda demokratik, özgürlükçü bir tutum sergiliyorlar.
Yani yalnızca ekonomik sorunları dile getiren bir yerden siyaset yapmıyorlar. 2000’lerin başındaki CHP muhalefetini düşünün, 28 Şubat günlerini düşünün… Başörtüsü yasağını savunan CHP’yi düşünün…
Türkiye zor bir dönemden geçiyor. Rejim otoriterleşiyor. Muhalefet iktidar tarafından bir suç örgütü gibi gösteriliyor. Eli sopalı çeteler, eleştirel konuşmalar yapan siyasetçilere ve gazetecilere saldırıyor. Ölümle tehdit ediyor.
Böyle bir ortamda muhalefet yapmak siyasi dengeleri, güç ilişkilerini doğru değerlendirmeyi gerektiriyor. Zamansız bir çıkış, muhalefeti iyice zor durumda bırakabilir, yenilgiye neden olabilir? Kitleler hazır değilken, toplumun onaylamayacağı, ya da katılmayacağı eylemler düzenlemek yanlıştır. İYİ Parti gibi milliyetçi kökenli bir partiyi şartlar olgunlaşmadan ‘Kürt meselesi’nde radikal kabullere zorlamak, muhalefeti zora sokar.
Karamsar olacak bir durum yok. Tersine, Boğaziçi direnişi toplumda yeni şeyler olduğuna işaret ediyor. Bir kıpırdanma hissediliyor. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçiminde sağlanan ittifak toplumun desteğini aldı.
CHP’deki değişimi de, İYİ Parti’deki olgun siyasi çıkışları da, Gelecek ve DEVA Partisinin özgürlükler konusundaki duyarlığını da, HDP’nin ittifakı önemseyen özgüvenini de yabana atmamak gerekir.
Toplumun sağduyusuna güvenmeliyiz.