CHP’nin yeni politikalarına bakıp Kılıçdaroğlu’nun partiyi sağcılaştırmakta olduğunu söyleyenler çıkıyor. Hiç hoşnut değiller durumdan.
Solculuğun içinden geçmiş bir insanım; sekterliği iyi tanıdığımı söyleyebilirim. CHP içinden gelen şikayetlere döneceğim ama önce sekterliğin aşırı dozda yaşandığı sosyalist sol tecrübeyi anlamakta fayda var. Çünkü kanımca tutumun kaynakları çok benzer.
Bu tür yapılar siyaseti, içinde durdukları toplumun mevcut dengelerini, sosyolojik- kültürel- ekonomik verilerini temel alarak yönetme faaliyeti olarak tanımlamıyorlar. Tersine, toplumu dönüştürecek; ideal düzene sıçramayı sağlayacak devrimci bir dava olarak tasavvur ediyorlar. Toplumda bulunan çelişik dinamikleri, çatışmalı beklentileri barışçı yollarla yönetebilme perspektifiyle değil; ideolojik olarak reddettiklerini etkisizleştirme, onlara boyun eğdirme misyonuyla var oluyorlar. O nedenle farklılıkları kucaklayan çoğulcu, esnek yapılar değiller. Karakteristik özellikleri, ideolojik kıvamı koyu, sert kabuklu topluluklar olmaları. Kendi mevcudiyetleri dışında kalan tüm kümeleşmelerle ayrım noktalarının altını kalın kalın çizen bir kimlik duygusuna sahipler. Bir davayla ilişkilendirilmiş, irade birliğine inanmış, yüceltilmiş bir kimlik bu. İçeridekiler açısından bu ayrım noktalarının silikleşmesi; kendileri gibi olmayanlarla (önceden ince ince çizilmiş) sınırların belirsizleşmesi, benlik kaybına benzer bir tepkiyi davet ediyor. “Saflığın bozulmasından” korkuluyor. Aslında bu yapıların, varlıklarını, siyasal iktidarı talep etmenin aracı olmaktan daha ziyade, katılımcılarına varoluşsal bir anlam sunmaya borçlu olduklarını söyleyebiliriz. Büyük bir davanın parçası olma duygusu, iktidar için siyaset üretme çabasından daha baskın oluyor bunlarda. Bu nedenledir ki hiçbir siyasi başarı elde edememiş olsalar da, çoğunlukla, içinde yer alanların gözünde değerlerinden bir şey kaybetmiyorlar. Cemaatsal bir dokuya sahipler.
Bu nokta gerçekten çok ilginç ve öğreticidir; üzerine kısa bir parantez açmaya değer. Siyasi mücadele aracı olduğu söylenen bir organizasyonun toplumda bir etki, yankı yaratması umulur. Çünkü siyaset, toplumla etkileşim içinde ve toplum için yapılan bir faaliyettir. İddiaları yönünde hiçbir mesafe kat edememiş, aşırı etkisiz kalmış bir siyasal yapının, katılımcılarında hayal kırıklığı yaratmış olması beklenir. Bu durumla karşılaşmışsanız ya görüşlerinizi gözden geçirirsiniz, ya da o yapıyı dönüştürmeye veya farklı alternatiflere bakmaya çalışırsınız. Belki de siyasal olana ilginiz, hevesiniz söner. Fakat herhalde o başarısız yapı üzerine tutkulu bir efsane inşa etmezsiniz. Eğer bütün etkisizliğine rağmen onu yüceltip kutsallaştırıyorsanız o halde sorun, iktidara yürümekten ziyade hayata varoluşsal anlam katmaktır. Ve elbette ontolojik işlev yüklenen bir yapı, kendi dışındaki yapılara karşı sınırsızca sekterlik üretme potansiyeline sahiptir. Nitekim bu spekülatif bir iddia da değildir. Bilindiği gibi Türkiye’de sosyalist solun tarihi, neredeyse sonsuzca ayrışma, bölünme, parçalanma ve “arınmış, saf topluluklar” oluşturma tarihidir. Üstelik çok da kıyıcı, sert, hatta kan dökmeye kadar uzanan trajik bir süreçtir bu.
CHP içinden yer yer duyulan “sağcılaşma” yakınmalarına dönersek benzer bir kültürel-duygusal mekanizmanın işlediğini fark ederiz. Kendisini Kemalist laikçilik üzerinden tanımlayan ideolojik dokusu oldukça katı bir kimlik göze çarpıyor burada da. Çağdaşlık/ İslamcılık ikiliğini uzlaşmaz özlere sahip karşıt kimlikler olarak tasavvur eden (aslında solculuk iddiasını da buradan devşiren) bir anlam dünyasına sahip. İktidarın Kemalist modernleşme çizgisiyle bağdaşmayan tasarruflarını, toplumda İslami sembollerin önemsenmesini “karşı devrim süreci” olarak kodlayan; bundan hareketle, muhafazakâr sosyolojinin kimlik duygusuna duyarlılık gösteren politik açılımları “sağcılaşma” (karşı devrimle uzlaşma) olarak niteleyen bir yaklaşım söz konusu.
CHP, belirgin özelliği İslamofobik katı laikçilik olan; bütün demodeliğine karşı eşsiz bir ironiyle kendisini “çağdaş” olarak tanımlayan bu ideolojik versiyonun prangalarından kurtuldukça, demokratik bir muhalefet aktörü olma yoluna girdi. Bu durum doğal olarak, kendi katı ideolojik önyargılarını mutlak siyasi doğrular olarak gören çevrede benlik kaybı duygusunu tetikledi. Kemalist saflığın deforme edildiği, İslamcılığın arkasına takılındığı söylemi tedavüle sokulmaya çalışıldı.
Bu ideolojinin dogmatik kalıpları olduğunu biliyoruz. Buna göre dindar kimliği ağır basan muhafazakâr kesimleri temsil eden siyasal hareket ve söylemlerin hepsi “siyasal İslam” olarak tek bir kategoriye indirgenir ve aralarındaki hiçbir fark önemsenmeksizin tamamı “gerici” ilan edilir. Bu sosyolojik ve siyasi öznelerle siyasal iş birliği yapılamaz. Onlar kendileriyle mücadele edilmesi ve etkisizleştirilmeleri gereken aktörlerdir.
Bu bakışın Türkiye’nin sorunlarına getirdiği bir çözüm yok. Yani, sadece iktidar olmaya elverişsizlikle malul değil; ülkedeki kutuplaşma geriliminin azaltılmasına ve demokratikleşme sorununa da bir katkı sunmuyor. Erdoğan öncesi statüyü özler bir ruhu var. Askeri vesayetin tortusu olarak yaşıyor…
Türkiye’nin siyasi geleceğini tartışır, politik aktörlerini ve ittifak seçeneklerini değerlendirirken “sol-sağ” ya da “İslamcı-laik” dogmatik kategorilerini bir tarafa bırakmak gerekir. Bu tür ikili şemalar, siyaseti ve Türkiye’nin ihtiyaçlarını doğru anlamaya elverişli değil.
Türkiye’nin tartışmasız temel sorunu otoriter rejimin aşılması ve demokratikleşmenin sağlanmasıdır.
Bu nedenle; ana aktör olarak CHP’nin, HDP’nin yanısıra, İslami köklerden gelen oluşumlardan “sağcı” olarak kodlanacak hareketlere kadar her yapıyla iş birliğine açık olması; bunu zorlaması, muhafazakâr kesimlerin duyarlılıklarına saygı duyması, onlara güven vermesi hayati önemdedir. CHP’ye eleştirel uyarılar yöneltilecekse, politikası ve söylemlerine katkı yapılacaksa bu yönde olmalıdır.
Gerisi ya kibirdir ya da boş laf…