Türkiye bir fetret döneminde… Cumhuriyet ile açılan ve ilelebet sürmesi beklenen bir geleceğin, tarihsel açıdan çok kısa vadeli olabileceğini hissediyoruz. İdrak ediyoruz demek zor… Çünkü idrak için kendimize mesafe almak, serinkanlı bakmak, nesnel olabilmek ve düşünmeye cesaret etmek gerek.
Laiklik, dindarlık, Türklük, Kürtlük, Sünnilik, Alevilik… Bu çözümlenmemiş ayrışmalara takılıp kalmış olmamızın bir ‘bütüncül ahmaklık’ ima ettiğini sindirmemiz zor. Türkiye hiçbir dönemde toplumsal ortak aklın hakim olmadığı, düzeysiz ideolojik tutumların dar çekişmeleri içinde debelenen bir ülke…
Bu durumun mucizevi bir sağduyu ile değişeceğini ummak istedik. İhtimal de yok değildi… Ancak daha olası olan şık gerçekleşti, çünkü devletin en yoksun olduğu özellik akıl ve sağduyu.
Devletin biz vatandaşlardan daha geniş ve uzağa bakarak doğru rehberlik yaptığına güvenme ihtiyacı içindeyiz. Ama gerçek hayatta bizim devletimiz düşünme yeteneğinden ziyade kurnazlığı kurumsallaştırmış, cehaletin ürettiği korkuları araçsallaştıran, kaba ve müdanaasız bir gardiyanı andırıyor.
Böyle bir kurumun mafyalaşmaya direnme ihtimali fazla olamaz… Mafyanın da bu devlet anlayışı sayesinde palazlanmaya çalışmaması bir o kadar beklenmedik bir durum olur. Nitekim hayat her zaman insanları kolay yollara sevk eder. Özellikle düşünme yeteneğiniz zayıfsa…
Bugün aynen Marmara Denizi’ni kaplayan salya gibi, devlet ve siyaset de aniden yüzeye sıçrayan bir pisliğe bulanıyor. ‘Bu da nereden çıktı’ diyecek halimiz yok. Salyanın tanımında ‘denizdeki kirliliğin artmasıyla oluşan koyu kıvamlı bir madde’ deniyor. Kirliliğin kıvam kazanıp görünür olması denebilir. Devlet-Mafya ilişkisi de öyle… Zaten var olan, Cumhuriyet’in öncesinden miras alınarak taşınan kirliliğin kıvam kazanıp görünür olması…
Öyle ki nasıl bir devlet kurmuş olduğumuzu gerçekten anlama derdinde olanların ciddi bir mafya analizi yapmaları şart.
Filmlerde gördüğümüz mafya ‘güçlü erkeğin gizemli dünyası’ üzerine kurulur. Az konuşan, bildiğini karısıyla bile paylaşmayan, ihanetlere rağmen gerekeni yapan, yalnız durmayı onuru bilen, omurgalı erkek… Gerçek hayat ise kendisini böyle görmek ve göstermek isteyen, ürettiği sahte benliğe aşık olan, kavruk erkeklerin kaypaklık ve kalleşlik alemine gönderme yapıyor.
Mafya bir erkek dünyası. Kenarından bulaşmış olan kadınlar da esas olarak bir mafya erkeğinin yakın akrabası oldukları için oradalar. Sahip olduğu kadınları ve dolayısıyla aileyi kutsallaştıran, ama aslında statü, para ve güç sayesinde daha fazla kadına sahip olmayı, insanlar tarafından sevilip sayılma duygusunu tatmayı amaçlayan, psikolojik açıdan dertli bir erkek çeşidi. Kaybedecek bir geleceği olmadığı için cesur olabilen, ama bu cesareti sergilerken elinde başka hiçbir meziyeti olmadığını fark eden bir erkeklik hali…
Bu erkekler ailenin kutsallığı, kadınlarının iffetinin kendi namusları olduğu konusunda samimiler. Çünkü etik kaygılardan uzaklaştıkları ölçüde, ataerkil bir erkek ahlakına mahkumlar. Bu nedenle hepsi ‘sözün tutulmasının’ önemini vurgular, ‘bizde yalan olmaz’ demeyi sever. Ataerkillik kişinin kendisini vasat insan yığınının çok üzerinde, biricik ve benzersiz görmesine yol açar. Dolayısıyla mafya erkekleri (aynen bazı siyasetçiler gibi) kendilerinden üçüncü şahıs olarak söz ederler. Nitekim Sedat Peker de bir videosunda “kendime ayıp ettim” demişti. Sanki bize konuşan kişinin dışında bir de o kişinin ‘ideal’ hali ayrıca yaşamakta imiş gibi…
Etik kaygılarınızı bastırdığınız ama kendinize ‘onurlu’ olmayı yakıştırdığınızda, sizi onurlu kılacak kodlara ihtiyaç duyarsınız. Başkaları sizi aşağılasa bile, size onurunuzu teslim eden bir cemaatsal ağa… Ne var ki o alemde sevgi ve saygı riyakardır… Gerçek sevgi, saygı ‘normal’ insanların dünyasındadır ve onu bütün benliğinizle arzularsınız.
Bu nedenle mafya erkekleri sıradan insanlar tarafından sevilme, saygı görme ‘açlığı’ içinde davranır, ama bunu bir ‘iyi insan’ değil, ‘esas oğlan’ modeli etrafında arar. Dolayısıyla kılık kıyafet, dış görünüm önemlidir. Eller bakımlıdır, ‘jilet’ gibi giyinilir, geniş yaka, açık düğme ve madalyon bir bütündür. Kişinin ‘hanım evladı’ değil, sapına kadar erkek olduğunu söyler. Bu görünüm kuralların dışında yaşayan, zapt edilemez, dizginlenemez, başına buyruk bir kişiliğin dışa vurumu olarak taşınır.
Erkek çocuk ve damatlar mafyanın kültürleşmesinin ve nesiller içinde kalıcı olmasının ‘biyolojik’ zeminini oluşturur. Babalar her şeyi bu genç erkekler için yapar, genç erkekler de bir an önce babaları gibi olmak, onun yerine geçmek ister. Ancak aynen ataerkil şirketlerde olduğu üzere, bir ‘arınma’ yaşanmadıkça her nesil aileyi yozlaştırır. (İnsan merak ediyor, acaba Sedat Peker iki küçük kıza değil de gençlik döneminde iki erkek çocuğa sahip olsaydı, yine de çıkıp böyle konuşur muydu?)
Bu özellikleriyle mafya az çok her yerde birbirine benzer. Öte yandan onları kuşatan toplumsal zihniyet mafyanın farklı ülkelerde farklı işlev ve önem kazanmasına yol açacaktır. Toplumun ve devletin de ataerkil/otoriter zihniyet etrafında kurgulandığı bizim gibi ülkelerde mafya ‘doğal olarak’ gücün merkezinde yer alır.
Türkiye’de siyaset bir erkek uğraşı ve ‘erkeksi’ bir kültüre sahip. Ne var ki devlet çok daha ‘erkeksi’…
Siyaset ne de olsa toplumdan, yani ‘dışarıdan’ devlete yanaşıyor, geçici bir sahiplenme duygusu ile davranıyor, eleştirel bakabiliyor ve hatta devleti dönüştürmeyi bile düşünebiliyor. Oysa mafya devlete olduğu gibi, katıksız şekilde sahip çıkma avantajına sahip. Devletçiliğin kendisine ‘meşru’ bir yaşam alanı sağladığının farkında. Hele milliyetçiliğin güçlü olduğu bir devlet anlayışının bu meşruiyeti sağlamlaştırdığı açık…
Bu açıdan devlet ile mafyanın çoğunlukla aynı ideolojik hayalleri paylaştığını görmekte yarar var. Mafya araçları mübah kılan bir fikriyata muhtaç ve milliyetçilik bunu sağlıyor. Böylece ataerkilliğe yaslanan kişisel özelliklerle, otoriterlikten beslenen ideolojik konum bütünleşiyor. Adil, cesur, sözünün eri, zayıfın yanında, büyük ideallerin adamı olan kişi şimdi bu niteliklerini devlet için sunuyor. Kendisini ‘devleti milleti’ için feda etmeye hazır, bir ‘fedai’ olarak tanımlıyor. Buradan elde edilen meşruiyet kendisini kıymetli, işlediği suçları ise önemsiz kılıyor. Devletin fedailerinin devlet tarafından korunup kollanmasından daha doğal ne olabilir? Mafya da kolluk kuvvetleriyle yan yana, giderek iç içe çalışıyor… İdeoloji paylaşımı ‘doğal olarak’ rant paylaşımını getiriyor.
Mafya devletleşirken, siyaset ve devlet de mafyalaşıyor. ‘Rejim’ dediğimiz yönetilme çerçevesinin özünde bu bütünleşme var. Bu süreçte sadece kurumlar değil, ilişkiler, teamüller ve normlar da mafyalaşıyor. Özellikle tehdit algısı varken… Ama bu yapı bizzat kurumsallaşınca tehdit algısı üretmenin yararlarını hızla öğreniyor ve bunu kendi egemenliğinin gerekçesi olarak kullanıyor. Böylece bitmeyen, bitirilmeyen bir mesele olarak ‘beka’ konusu ile uğraşıyoruz. PKK’dan FETÖ’ye her oluşumu ‘kullanışlı’ kılan bir atmosfer siyasetin sabitesi haline geliyor. Mafya bu amaçla bilgi biriktiriyor, kullanıyor ve satıyor. Kolluk kuvvetleri de aynı bilgiye eriştiği ölçüde ranttan payını alıyor.
Devletin bazen rutinin dışına çıktığı söylenir, ama bu modern batılı devletler için geçerli. Bizde devlet kolaylıkla ve sorunsuzca rutin dışına çıkabilir ve rutin dışı olmayı ‘egemen devlet’ olmanın uzantısı olarak görür. Ne var ki toplum da büyük ölçüde aynı görüşü paylaşır, çünkü görünmez tehditlerden ürker, onları görünür olarak sunan hikayelere inanır, kendi güçsüzlüğünü devletin gücü ile telafi etmek ister ve hatta devletin rutin dışına çıkmasından gizlenemeyen bir gurur duyar.
O nedenle şeffaflık istenmez, hatta tedirginlik yaratır; devletin nasıl düşünmemiz gerektiğini söylemesi yadırganmaz; bizleri rutin içinde tutan ama kendisi rutin dışında serbestçe dolanan bir devlete kendimizi teslim etmekte sakınca görmeyiz…
Çünkü yüz elli yılda gerçekte vatandaşlık alanında pek de ilerleme kaydetmiş sayılmayız. Buraların ‘başkalarının’ toprağı olduğu duygusu hala alt edilemedi. Türk kimliği hiç bitmeyen (devletin bitmesini istemediği) bir fetih, talan, ganimet psikolojisinden kurtulup rüştünü kanıtlayamadı. Bu nedenle hala ‘arazileri arsa’ yapma hevesi dinmiyor, kaynakların en kısa zamanda sömürülüp paylaşılması olağan bir durum gibi yaşanıyor.
Toplum bu ülkenin sahibi değil… Sahibi olarak gösterilen ‘millet’ ise ergen bir ruh haline rehin düşmüş. Dolayısıyla esas sahip bütün ‘iç çeşitliliğiyle’ devletin kendisi. O kadar ki devletle mafyanın ideolojik uyumu bu özneleri ayrı ayrı analiz etmeyi neredeyse zorlaştırıyor.
Bir siyasetçinin beyanından ‘öğrendiğimize’ göre İçişleri Bakanlığı’nda Bakan Soylu’nun erişemeyeceği, onu aşan bölümler varmış. Milli Eğitim Bakanlığı’nda da olduğunu biliyoruz. Muhtemelen ideolojik açıdan ‘stratejik’ görülen her bakanlıkta vardır. Bu özel bölümler arasında iletişim ve formel/enformel ilişkilerin olmaması düşünülemez. Bu özel bölümlerin birlikte ortak bakış ve karar geliştirme imkanları da herhalde bir şekilde mevcuttur…
Bunun anlamı Cumhuriyet rejiminin miras olarak devraldığı İttihatçılığı koruyup kollayarak bugünlere getirdiği, siyasetin ulaşamayacağı ayrı bir devlet geleneğinin vatandaşın gözü ve bilgisinden uzakta devletin esas kimliği ve ‘ruhu’ olarak işlevini sürdürdüğüdür. Sedat Peker boşuna Teşkilat-ı Mahsusa yüzüğü taşımıyor… Suçlular ve suç örgütlenmeleri kendilerini bu devletin kuruluşuna ‘harç’ taşımış fedakarlar, fedailer olarak görüyor. Mesele şu ki devletin kendisi de bunu yadırgamak bir yana, söz konusu bütünleşmeyi olumlu bir değer gibi taşıma eğiliminde.
Bir videoda Peker bazı tanımlamalar yapmıştı… Mealen, tarihte bugüne dek yaşanan her şeyin damıtılmış birikiminin ‘devletin ruhu’, bu ruhu koruyup kollamanın ‘devletin namusu’, bunun için gerekenleri yapmanın ‘devletin aklı’ olduğunu söyledi. Devlet ise bir kimliğin tüm fıtratıyla cisimleşmiş, kurumsallaşmış haliydi…
Buradan devam edersek, devletin ruhu aynı ruhun parçası olan insanların elinde yükselecek, bu kişilerin devletin namusu adına yapacakları her şey meşru olacak ve devletin ne yapacağında da ‘doğal olarak’ bu kişiler söz sahibi olacaklardır… Mafya kendisini devlet ruhunun izdüşümü olarak görürken, devletin de kendisini mafyanın kucaklayıcısı olarak işlevselleştirmesi şaşırtıcı değil…
Ne var ki sonuç ahlaksızlığın gelenekselleşmesine razı gelen bir yönetim anlayışıdır. Sonuç dipte birikip yoğunlaşan kirliliğin yüzeye çıkıp salya halinde devleti kaplamasıdır.
Salyanın tanımında denizdeki canlıların yaşam alanını daralttığına ve canlı türlerini doğrudan etkilediğine dikkat çekiliyor… Bizdeki ideolojik ve kurumsal salyalanma da bu toplumu, Türk ve Müslüman kimliğini yozlaştırıyor.
Laf olarak yozlaşmadan şikayetçi olurken, bu devleti bu haliyle savunmak, toplum olarak kendimizi ‘zavallı’ hale düşürmek demek. Kendimizi kandırmaya yarayan geçici demokratikleşme adımlarının ambalajın üzerindeki yaldızlar olduğunu idrak etme zamanı geldi… Yaldızlar döküldüğünde ortaya çıkan Kemalizm’in sadece bir ambalaj olduğunu da… O ambalajın altındaki çekirdek İttihatçılığın bu devletin hamuru olduğunu da…
Bu topraklarda halen ‘vatandaş’ diye anılan kişiler olarak kendimize sormamız lazım… Bir Salya Cumhuriyeti’nden daha iyisini beceremeyecek halde miyiz? Toplum olarak çok şey başarmamış, özgürleşme ve kişiliğimizi geliştirme yönünde henüz büyük adımlar atmamış olabiliriz… Ama böylesine çürümüş bir anlayışa da hala ‘eyvallah’ demek mi durumundayız?