Film izlemeyi sevsem de düşkün bir izleyici olduğum söylenemez. Bize en fazla geçen, üzerine en çok düşündüğümüz filmlerde dahi gerçekte düşünce belirli kalıpların içinden çıkamadığı için özgürlük kaybedilir gibi gelir. Bununla birlikte, garip bir çelişki olarak filmler üzerine yapılan konuşmaları çok severim. Hele ki bunu yapan bizatihi filmin yaratıcısı ve yönetmeni ise ayrı bir hazza dönüşür. Sanırım, filmlerde beni ne yapıldığından çok ne yapılmak istendiği daha çok ilgilendiriyor ve bu da sinemanın görüntülü konuşmasından çok sanatçının kafasında kurup söze ve dolayısıyla görüntüye yansıtamadığı, hayal edip anlatamadığı ya da hissedip yaşatamadıklarında gizli bir gizem taşıdığından, yönetmenlerin dünyası her zaman daha çekicidir.
Tarkovski’nin Şiirsel Sinema’sını (Agorakitaplığı) okurken bir kez daha düşündüm ve hissettim bütün bunları. Çeşitli zamanlarda, filmleri ve sinema anlayışı üzerine yapılan söyleşilerden oluşan kitabın bir yerinde Tonino Guerro’nun, Stalker (İz Sürücü) üzerine konuşurken, “Sanki körmüşüm gibi, filmin sonunu bana kare kare anlatabilir misiniz?” diye sorması üzerine Tarkovski şöyle cevap verir: “Bakın film yapmamak, onun yerine filmleri kör insanlara anlatmak muhteşem olurdu. Harika bir fikir! Yalnızca bir kayıt cihazınız olsa yeter. Şairin dediği gibi: ‘İfade edilen düşünce yalandır.” (s.64).
Tarkovski hiç kuşkusuz bütün iyi yönetmenler gibi sahnenin arkasında yaşayan bir anlatıcıdır. Çoğu kez, seyirciden çok kendine anlatır gibidir ve de. Kafasındakiler gerçekten öyle mi bunu görmek istemektedir sanki. Bütün geçmişi, çocukluk görüntüleri, hayatın renkli görüntüsünün arkasındaki siyah beyaz yaşantılar, toprağın hiçbir sese, söze ve görüntüye taşınamayacak kokusu, geniş steplerde koşturan atların yüzlerindeki ifadeyi, insanın kimseye hissettirmeden, kimsenin bilemeyeceği derinliklerde içten içe yaşadığı büyük acıları hissetmek istemekte, ruhunun sancılarını dindirmeye çalışmaktadır. Filmlerindeki kasvetli baskı tuhaf şekilde işin sonunda bir yürek ferahlamasına yol açmaktadır.
Tarkovski bu sayede, hayatın anlaşılmayan yanlarını anlaşılır kılmayı, doğanın, dışsal görüntüsünün ardında içsel bir varoluşa sahip olduğunu kanıtlamayı istemektedir. Çünkü, ancak bu yapılırsa hayat yaşanmaya değerdir. Kısacası Tarkovski’yi izlemiş olmak için filmlerini izlemek asla yetmez, onu dinlemek ve sözlerini, düşüncelerini okumak da gerekmektedir ve bu kitap -tıpkı Mühürlenmiş Zaman gibi– harika bir fırsat sunmaktadır. Sinema onun için yaşam felsefesini aktardığı bir araç değil, tam tersine bütün ayrıntılarıyla yaşamı sinemasının aracıdır; “Simena -edebiyatın tersine- yönetmenin deneyimini film üzerinde yakalamasıyla şekillenir.” (s.41). Filmlerini izlediğinizde yaşamını görürsünüz bu yüzden ve yaşamını gördükçe sinemasının içindeki sanatı deneyimlediğinizi hissedersiniz.
Tarkovski, kimi değerlendirmelere göre dindar mizaçlıydı. Bana göre bunun nedeni, 50’li yılların SSCB’sinde büyümüş bir insan olarak insanın maddi bir varlığa indirgenmesinin yarattığı boşluğu fazlasıyla duyması ve sanat anlayışını bütünüyle böylesi bir karşıtlık üzerine kurmasıdır: “Sanata muazzam bir görev düştüğüne inanıyorum. Bu görev, maneviyatın diriltilmesi görevidir. Bence insan özü itibariyle manevi bir varlıktır ve hayatın anlamı da bu maneviyatı geliştirmekte yatar. Bunu yapmazsa, toplum çöker.” (s.xv). İnsan için iyi olan ne varsa manevi yanlarında gizlidir ve sanat tam da bunun içindir: “Bana öyle geliyor ki sanatın amacı, insan ruhunu iyinin algılanmasına hazırlamak…Bir insanı kötü bir şey yapmaya yöneltecek bir sanat eseri düşünemiyorum.” (s.84).
Neredeyse bütün büyük filmlerini herhangi bir para -ya da bugünkü tabiriyle gişe- endişesi duymadan -duyamadan ya da!- devletin bütüncül bir kontrolü ve denetimi altında çekmiş olmasına rağmen söyleyeceğini söylemenin her zaman bir yolunu bulması çok etkileyicidir. Belki de sanatın, söylenemeyen ve dile dökülemeyenin evi oluşu, onu bu denli anlaşılmaz ve bir o kadar tanıdık kılan yakınlaşmanın arkasındaki sırdır. Bütün sineması, bütün görüşleri ve her yapıp ettiği politik olan bu “garip” adam, siyaset-karşıtıdır. Ona göre, “Siyaset, insanın maddi bir faaliyetidir.” (s.107). Başka bir deyişle, şiirsel olmayan, manevi olmayan, derinlikli olmayan, ahlaki olmayan, samimi olmayan ve bir kelimeyle gerçek olmayandır.
Ateşli bir milliyetçi olduğu söylenir her ne kadar bir dönem düşünceleri ve filmlerinden ötürü çok sevdiği ülkesinden, toprağıyla hücrelerine kadar yoğrulduğu Rusya’sından gidip İtalya’ya sığınmak zorunda kalsa da. Onun milliyetçiliği apaçık biçimde bir toprak sevgisine dayanır. Toprak yalnızca doğanın ve hayatın değil aynı zamanda insanın da yaratıcısıdır. Her yerde başka başka filizler verir ve üzerinde bambaşka kültürler yetişir. Onun milliyetçiliği aynı zamanda hayli taşralıdır. Söyleşilerden birinde denildiği gibi, o bir “taşra militanı”dır (s.114). Bir keresinde şöyle der: “Bir Japon’un kitabında anlatılan bir ormanın, Sicilya’daki ya da Sibirya’daki bir ormanla hiçbir ilgisi yoktur. O ormanı, yazarın ya da oralıların gözüyle göremem ki.” (s.114). Başarı şurada ki bu taşra fanatiği toprak milliyetçisinin eserleri fazlasıyla evrensellik kazanacak, yalnızca insanın iç dünyasını anlatmasıyla, Japonya’nın ormanları Sibirya’nın soğuğundan etkilenecektir. İçimizdeki insan aynı zamanda nereye gitsek yanımızda taşıdığımız içimizdeki yuvamızdır ona göre. Bizden alınamayacak ve geri dönülemeyecek olan çocukluğumuz, soylu geçmişimizdir.
Tarkovski’nin bir başka ilginç görüşü, kültürün ithal ya da ihraç edilebilir bir şey olmadığına ilişkindir. Buradan hareketle diyebiliriz ki kültür endüstrisi diye bir şey olamaz. Ya da şöyle de denebilir ki kültür endüstrisinin değiştirdiği kültürlerin asıl sorunu kültür ithal etmesi değil kendi üretemeyişinin yarattığı boşlukların rasgele dolmasıdır. Bu ikisi hiçbir şekilde aynı şey değildir! Bu boşlukları ancak insanın kendi kültüründeki öteki insanlar doldurabilir, eğer gerçek manada birlikte yaşayan insanlar birbirlerini tanımayı başarabilirlerse. Bu nedenle, başka kültürlerde yaşamak zorunda kalan insanlar için hayat, imkânsızın şarkısıdır. Noltalji filminde bunu anlatmaya çalışır ve şöyle der: “Nostalghia, insanların birbirlerini gerçekten tanımaksızın bir arada yaşamalarının imkânsızlığı hakkında, insanların birbirlerini tanıma zorunluluğundan doğan sorunlarla ilgili bir film…Sonra bir de filmin yüzeyde o kadar belirgin olmayan, kültür ithalatının ya da ihracatının, başka bir halkın kültürünü benimsemenin imkânsızlığıyla ilgili bir yönü var…Bir insana bir başka insanın kültürünü öğretmek imkânsızdır.” (s.92,93). Aynı şekilde ona göre, deneyim de aktarılamaz, herkesin yaşaması gerekir ve sanat aynı deneyimi pek çok kez yaşatabilir.
Film izlerken bir anlam aranmamalıdır; “Film sırasında bir anlam aramaya başlarsanız, olup biten her şeyi kaçırırsınız. İdeal seyirci bir filmi, içinden geçtiği kırları seyreden bir yolcu gibi seyreder; çünkü sanatsal bir imge zihin dışı bir iletişimle etki uyandırır.” (s.84). Tarkovski’ye göre bir filmi ya da sanat eserini tıpkı çocukların hayatı izleyişleri gibi görmedikçe haz almak oldukça zordur. Katıksız, yalın, basit ve kendini sanatsal olanın anlamına kolayca bırakıp kapılabilen kişi sanat zevkine ulaşır ve gerçek manada anlama ulaşır. Sanat eseri doğrudan doğruya kalbimize hitap eder çünkü, düşünce öne geçtiğinde çocuksu saflık ve kalbe giden yol kaybolup gider.
İz Sürücü filmi, modern hayatın yavanlığından, acımasız rejimlerin körelttiği acı dolu insanların arasından geçerek inanç kırıntıları arar. (İronik olan bütün bunları Komünist bir devletin bütçesiyle yapmış olmasıdır.) Umut ve gelecek ancak buna dair izleri bulup çıkarması halinde mümkündür çünkü ve toplumlar ancak inanç varsa sürekli ve özgürdür. Her türlü inançtır bu: “İnanç inançtır. İnanç olmazsa, insan manevi köklerden yoksun olur. Kör bir insan gibi olur. Zaman içinde inanca farklı bir içerik yüklenmiş. Ama inancın yıkıldığı bu dönemde, İz Sürücü için önemli olan insanların kalbinde bir kıvılcım çakmak, bir inanç uyandırmak.” (s.70). İnancın yitimi, peşi sıra duygusuz ve insansızlaşmış bir dünyayı getirecektir ve böylesi bir dünyanın tek rejimi faşizm olacaktır. İnsanları arzuları hilafına yönetmek zorunluluğu bunu doğuracaktır.
Tarkovski’de insan olmak kazanılan bir vasıftır ve onu kaybetmeyip korumak son derece zorlu bir iştir. Solaris’te uzaya giden bir grup insan çetin bir insanlığını koruma mücadelesi verir. Üç kahraman her şeye rağmen insanlıklarını ve bireyselliklerini korumayı başarmaktadır çünkü Tarkovski sineması karanlıkların içinden umut ve iyimserlik çıkarma sanatıdır biraz da.
Son olarak şunu söyleyelim ki Tarkovski için yaratmak, insanın bütün varlığıyla kendini adamasını gerektirir. Andrey Rublev filmindeki uçan bir adam sahnesine neden ihtiyaç duyduğunu şöyle anlatır: “Bu bizim için, yaratmanın, insanın bütün varlığını sunmasını gerektirmesi anlamında, cesaret etmenin sembolüydü. İster, henüz mümkün değilken uçmayı istesin, ister nasıl yapılacağını öğrenmeden bir çan döksün ya da bir ikona yapsın, bütün bu eylemler, eserinin bedeli olarak insanın ölmesini, çalışmasının içinde erimesini, kendisini tamamen vermesini gerektirir…Filmimde asıl ifade etmek istediğim şey, bir insanın her şeyi tüketen bir fikir, onu tutku noktasına sürükleyen bir fikir adına yanması.” (s.32, 18).
Bütün bunların üzerine, kapalı kaldığımız son Pazar olmasını umarak bir Tarkovski filmi bulup izlememek olmaz. Sonrasında ne yapacağımıza dair küçük bir kıvılcım için…