Bürokratlar[1]
1800’lü yılların başlarında Babali’nin koridorlarında daha önce hiç oralardan geçmemiş yeni yeni yüzler belirmişti. Bu yeni yüzler, Kubbealtı vüzerasından veyahut zamanla hanedanlığa dönüşmüş ayanlardan daha da ötesi Osmanlı’nın geleneksel iktidar hiziplerinden hiçbirine mensup değillerdi. Tüm mevcut iktidar odaklarını baypas ederek ülkeyi idare etmeye kadir, merkezileşmeye çalışan bir devletin ihtiyaca binaen, merkezinde ortaya çıkmış yeni bir sınıfı oluşturuyordu bu yeni yüzler. Şerif Mardin’in deyişiyle 19. Yüzyılın siyasal seçkinleriydiler. Başka bir deyişle bürokratlar zagonu…
Fakat 19. Yüzyılın ikinci yarısından Abdülhamid dönemine kadar devlete havuduyla sahip olan bu bürokrat takımına iktidar altın bir tepside sunulmamıştı. Bu kudrete sahip olabilmek için türlü badireler atlatmışlar, türlü travmalar yaşamışlardı. Hamileri ve bir noktada liderleri Pertev Paşa sorgusuz sualsiz, Sultan Mahmut’un bir fermanıyla katledilmiş; kalender ve babacan büyükleri Keçecizade İzzet Molla, sultanın hoşuna gitmeyen bir fikir beyan ettiği için sürgüne yollanmıştı. Yeni merkeziyetçi, bürokratik devlet sayelerinde işliyordu ama canları ve malları emniyette değildi daha doğrusu emsali görülmemiş bir güce sahip sultan Mahmut’un iki dudağı arasındaydı.
Talih onlara travmalarına kaynaklık eden sultan Mahmut’un ölmesiyle gülmeye başladı. Bu ölümü takip eden sene içerisinde; hayatlarını, akabinde siyasi rakiplerine karşı üstünlük kurmalarını sağlayacak kazanımlarını bir iki A4 sayfasını ancak dolduracak bir metinle garanti altına aldılar. Siyasetin yeni hakimlerinin yaşadıkları travmalar o kadar kudretliydi ki, bu kısacık hukuki metinde beş kez can güvenliğinden bahsedilmişti. Bu durum gayet manidardı nitekim Pertev Paşa’nın katli akıllarındaydı. Bürokratların fikir ve düşüncelerini hiç çekinmeden söyleyebilecekleri ifade edilmişti nitekim İzzet Molla da akıllarındaydı. Son olarak bürokrat maaşlarının da düzenlenmesinin gerekliliğini vurgulayarak metni bitirmişlerdi. En nihayetinde siyasi kazanımların iktisadi karşılıkları elbette olmalıydı.
İşte böylece yeni bürokratik sınıf bir süre sonra esamesi okunmayacak nispeten büyük bir zafer kazandı. Artık işlerine eskisi kadar karışacak bir sultan olmadığı gibi ekseriyet sultanın damadı olan eski tip bir paşa bozuntusu ve şürekasını tasfiye etmek çok daha kolaydı. Yayınladıkları bu hukuki metin, kazandıkları kadro savaşının tebellür ettiği tarihsel bir imgeydi.
Köylüler[2]
19. Yüzyılın ortalarında imparatorluğun üç ayrı bölgesinde birbirinden bağımsız üç ayrı köylü isyanı çıktı. Vidin, Canik ve Kisrevan. İsyan eden köylüler, yeni reformlarla birlikte sırtlarına binen aşırı vergi yüklerinden, bu da yetmezmiş gibi enselerinde boza pişiren haramzade ağalardan şikayetçiydiler. Oldukça basit insani talepleri vardı. Zulme ve gadre maruz kalmadan yaşamak ve çocuklarını büyütmek istiyorlardı. Gel gör ki bir isyana girişmişlerdi ve devletin asi bellediği için yegâne istihkakı sorgusuz sualsiz bir ölümdü. Fakat bunu en iyi bilen de köylülerdi ve bazı planları vardı.
Köylülerin bu planlı davranışlarının bir adı da vardı. Marksist tarihçi E.P. Thompson buna “ahlak ekonomisi” diyordu. Özünde şunu ifade ediyordu bu kavram, köylülerin yakmaları, yıkmaları ve türlü cehaletleri; tabii, insiyaki, dürtüsel eylemlerden öte bilinçli bir şekilde tasarlanmış bir stratejinin incelikle dokunmuş parçalarıdır. İmparatorluğun isyankâr köylüleri de haliyle “ahlak ekonomisiyle” bir takım stratejik hamleler yapmışlardı.
Vidin köylüleri Sırbistan’a yakınlıklarını kullanarak, Kisrevan köylüleri Fransız kozunu oynayarak, Canik köylüleri ise Rusya’ya olan deniz yolunu göstererek göç edebileceklerinden bahisle Payitahtı tehdit etmekteydi. Öte yandan dini bir jargon kullanarak ve hiç de öyle büyük bir muhabbet beslemedikleri padişaha toz kondurmayarak isyanlarının meşruiyetlerini sağlıyorlardı. Ama hepsinden ilginci, köylüler kendileriyle hiçbir alakası olmayan, İstanbul’daki yönetici sınıf arasındaki iktidar savaşının mahsulü hukuki bir metni kendi isyanları için araçsallaştırmalarıydı. Bu aleni bir istismardı.
Kisrevan’daki köylüler, isyanları sırasında birebir, söz konusu hukuki metni taklit ediyorlardı. Tarihçi Ussame Makdisi bu duruma “idealize edilmiş bir geçmişin manevi hükmüne iliştirilmiş yepyeni bir temsil biçimi” diyordu. Yaptıkları şey basitçe, “bizim isyanımız payitahtta ilan edilen metne içkindir, biz bu metinde bize tevdi edilen hakları istiyoruz” söylemini üretmekti. Ama ortada şöyle bir problem vardı; yalnızca Kisrevan’daki köylüler değil, Vidin’deki ve Canik’deki köylülerde bu hukuki metne dair bir şey bilemezlerdi. Çünkü hiçbirinin okuma ve yazması yoktu. Bu noktada yardımlarına hiç şüphesiz kasıtlı cehaletleri yetişecekti.
Köylüler, saray çevrelerinde dolaşıma sokulan hukuki metinlerin mahiyetinin esasında ne olduğuna dair bir merak duymuyorlardı. Bu metinlerdeki zaten fazlasıyla müphem olan eşitlikçilik ve yurttaşlık vurgularını söylentiler halinde kulaktan kulağa yayıyorlardı. Kendi menfaatlerine uygun düşen bir söylentiyi asri tabirle bir kulisi gerçekmiş gibi kullanıp onu hakikaten gerçek kılmak için araçsallaştırıyorlardı. Duymak istediklerini duyarak, istikbali namı hesaplarına inşa etmek istiyorlardı.
Tarihsel Kırılmalar
Geçmiş ve tarih iki farklı kavramdır. Geçmiş, zamansal olarak şu anın öncesinde olup bitmiş bir gerçekliktir. Tarih ise bu olup biteni kurgulayarak olup bitenden ayrı bir gerçeklik yaratmaktır. Tarih, şu anda yaşayıp geçmişten anlamlı bir bütün, büyük bir anlatı oluşturma hevesinin mahsulüdür. Bu sebeple tarih en basit ifadeyle rafine bir kurgudur. Ve bu kurgunun her kurgu gibi zikzakları, kırılma noktaları, heyecan verici sekansları vardır.
Yukarıda anlatılan iki ayrı hikayedeki söz konusu hukuki metin, “iki yüz yıldır, geri kaldık” veya “iki yüz yıllık modernleşme tarihimiz” gibi beylik terkiplerin mebde noktası olan Tanzimat fermanının ta kendisidir. Benim anlatımımda görüldüğü gibi Tanzimat Fermanı gibi cari Tarih müfredatında, Niyazi Berkes gibi kurucu bir tarihçinin gözünde ve aşağı yukarı tüm akademik neşriyatta büyük bir reform programını hedeflediği düşünülen ve en önemlisi tarihsel bir kırılma anı olarak telakki edilen Tanzimat fermanı esasında Mustafa Reşit Paşa ve ona bağlı kadroların iktidar da kalma arzusunun bir çıktısıydı. Belki de Reşit Paşa hasımlarına karşı başka bir tasfiye imkânı bulabilseydi büyük tarihsel anlatılarımıza meze olacak başka bir ferman, savaş, isyan arayışına çıkmamız gerekecekti.
Saray koridorlarında dönen teraneleri veyahut savaş meydanlarında alınan kelleleri mahsup ederek kurgulanan bir tarih günün sonunda “büyük adam”, “tarihi değiştiren adam” olarak kodlanan siyasetçilerle ideal bir ilişki kurulmasına yol açıyor. Reşit Paşa, jakoben Yalçın Küçük’ün elinde devrim şiarıyla hareket eden bir ilk kahraman, Kürt araştırmalarıyla namzet İsmail Beşikçi’nin elinde ülkeyi merkezileştiren bir gerici, İslamcı Kadir Mısıroğlu’nun elinde ise Din-i Mübin-i İslam’a ihanet eden bir İngiliz ayartması olarak karşımıza çıkıyor. Halbuki Reşit Paşa derd-i iaşeye düşmüş fani bir kuldu. İkbali için ne gerekiyorsa onu yaptı.
“Büyük adam” olarak kodlanan tarihteki siyasetçilerle kurulan bu ideal ilişkinin tortuları güncel politikayı değerlendirirken de zihinlerde tebarüz ediyor. Vatandaşlar, kendilerini idare edenlerden kendilerini düşünmelerini, iktisadi kalkınmayı sağlayacak projeler üretmelerini, çocuklarını akıllı mahluklara çevirecek eğitim sistemleri inşa etmelerini, özgürlüklerini ve eşitliklerini sağlayacak adil bir düzen kurmalarını bekliyorlar. Bu Karadeniz’e açılıp alabalık tutmayı beklemek gibidir. Çünkü siyasetçiler iktidarın bir zerresine dahi ortak olduklarında tek bir gündemle meşgul olmak zorundadırlar. “Nasıl olur da iktidar da kalmaya devam edebilirim?” Tüm yapıp ettikleri kendilerince bu soruya verdikleri cevapların icraata dökülmesinden ibarettir.
Fakat siyasetçinin yapıp ettikleri şişede durduğu gibi durmaz. Daima, öncelenmeyen öngörülmeyen, istenmeyen, hedeflenmeyen sonuçlar doğurur. Birileri durumdan vazife çıkarır, siyasetçinin söylemini ve eylemini istismar eder. Siyasetçinin bir çıkışı, kırk yıl düşünse aklına gelmeyecek bir politik repertuarla tedavüle sokulabilir. Tıpkı Vidinli, Canikli, Kisrevanlı köylülerin Reşit Paşa’nın fermanını istismar etmeleri gibi. Ve bana kalırsa illa büyük bir tarihsel anlatı kurgulayacaksak bu siyasetçilerin çevirdikleri dümenler üzerinden değil de ayak takımının şanlı istismarları, cesur sızmaları üzerinde kurgulanmalıdır. Böylesi kanımca daha özgürleştiricidir ve de hayırlıdır.
Kürt Meselesi?
Türkiye’nin en Türkiyeli meselesi olan Kürt Meselesi; Özal’lı özgürlük yıllarının sonu, doksanlardaki kaotik ve istikrarsız ortamın müsebbibi, Susurluk’ta ifşa olan devletin hukuk dışı icraatlarının meşruiyet kaynağı, Irak savaşıyla patlak veren dış politika krizlerinin belirleyici unsuru, Ak Parti’nin Avrupa Birlikçi politikalarının mihenk taşı, Suriye savaşı, hendek operasyonları ve daha nice tarihsel kırılma anının en esaslı unsuru olarak daimî bir ülke meselesidir. Büyük bir anlatı aranacaksa o burada yatmaktadır.
Selahattin Demirtaş’ın hapsedilmesiyle birlikte ise yalnızca birilerini lanetli ilan etmeye yarayan bir damga olarak Türkiye serüvenine devam etmekteydi. Ta ki, 2024 yılının Ekim ayının başlarında Devlet Bahçeli’nin DEM Partili vekillerin sıralarına giderek onların elini sıkmasıyla başlayan birtakım olaylar dizisine kadar. Böylece Kürt Meselesi, tekrardan müptezel olmuş bitli yorgan hüviyetinden sıyrılarak seviyeli ve özgür bir tartışma ikliminin esintilerini taşıyarak bir düzeyde konuşulur oldu.
Bu yeni tartışma iklimde Devlet Bahçeli’nin çıkışları envai şekilde yorumlandı, ne yapmak istediği hakkında türlü türlü spekülasyonlar yapıldı. Ama Bahçeli’nin bu çıkışına, çeşitli saiklerle daha en başından itibaren temkinli yaklaşan veya bunu ehemmiyet arz etmeyen bir siyasi manevradan ibaret gören bir aydın grubu da an itibarıyla mevcut.
Bahse konu olan grubun Bahçeli’nin çıkışlarıyla başlayan ve devam eden yeni sürece yaptıkları tüm eleştiriler idealize edilmiş siyaset anlayışlarının yarattığı marazlarla bezeli. Mesela yeni sürecin Ankara’daki elitler arasında dönen bir at pazarlığı olduğu söyleniyor. Veyahut; sürecin, Erdoğan’ı tekrardan seçilmesini meşrulaştıracak yeni Anayasa projesi için payandadan ibaret olduğu da söyleniyor. Dahası Ak Parti MHP geriliminin yeni bir formu olduğunu söyleyenler dahi var. Basitçe, Erdoğan ve Bahçeli samimiyetsiz ve çıkarcı davranmakla itham ediliyor.
Tüm bunlar doğru da olabilir yanlış da olabilir. Esasında yapacağımız her türlü spekülasyon için de bu muğlaklık geçerlidir. Fakat sürecin bir bileşeni olan siyasetçileri menfi davranmakla itham etmek ideal bir safdilliktir. Siyaset aleminde, Bahçeli ve Erdoğan için sıralanan tüm menfi ve süfli hevesler kadar tabi bir şey olamaz. Bir siyasetçi olarak Bahçeli elbette ki söylemleri ve eylemleriyle konumunu berkitmek ister. Erdoğan da keza bunca senelik iktidarından sonra elbette ki iktidarda kalmaya devam etmek ister. Bahse konu olan isimler birer siyasetçi ve tek bildikleri iktidar oyununu oynuyorlar.
Bahçeli’nin yeni süreci çıkartmaktaki iştiyakının esasında çıkarcı heveslerden ibaret olduğunu söyleyen ve bunun üzerinden yeni süreci anlamsızlaştıran bir aydın; Bahçeli’ye ve Erdoğan’a bakıp Kürt meselesini çözecek, vatanı uğruna her şeyden vazgeçmeye razı bir cengâver mi görmeyi planlıyor? Planı buysa, Bahçeli’ye de Erdoğan’a da baktığında umduğunu bulamayacağı muhakkak. Siyasetle idealist bir ilişki kurup siyasetçilerden beklentilerini muhal bir noktaya getiren bir insan, siyasetçilerin menfi davranmalarını bir ahlaki noksanlık olarak telakki edebilir. Ama meslek olarak siyaset yapan ve hayatını işe çevirmiş bu isimlerin meslek icabı yapıp ettiklerini ahlaki bir değerlendirmeye tabi tutmak abesle iştigal etmektir.
Bahçeli ve Erdoğan belki yaşlarının da kemale ermesiyle saltanat kayığını ülkenin kronik bir sorununu çözerek terk ederek terk etmek istiyorlar ve gerçekten Ortadoğu’da tarih, iki devlet büyüğünü böyle davranmaya icbar ediyor. Veyahut hakikat, süfli bir iktidar hevesinden ibaret. Fakat Beştepe koridorlarında veya Çayyolu’nda bir konak bahçesinde yapılan planların icraata dökülmesiyle cin artık şişeden çıkmıştır. Öncelenmeyen, hedeflenmeyen, öngörülemeyen, istenmeyen birçok sonuç doğuracaktır. Bu noktadan sonra iktidar oyununa ortak olmayan kişilerin ve grupların yapabileceği en faydalı şey, kendileriyle hiç de alakası olmayan bir mücadelenin mahsulü söylemleri ve eylemleri istismar etmektir.
Velhasıl Koca Reşit Paşa’nın eşitlik, yurttaşlık gibi ideal hedefler ilan etmediği Tanzimat Fermanı nasıl ki asi köylülerin kullanımda eşitlik, yurttaşlık, özgürlük gibi ideal anlamlara evrilebiliyorsa, aynı şekilde Bahçeli ve Erdoğan’ın yeni süreci başlatmaktaki saikleri her ne olursa olsun sivil toplumun, kamusal entelektüellerin kullanımında barış, özgürlük, kardeşlik ve de demokrasi gibi anlamlara evirtilebilir. Evirtilmelidir de. Yönetenlerin, yöneten olarak kalmak için çevirdikleri teraneleri, ya da basitçe siyasetin kendisini yönetilenler istismar etmelidir. Siyaseti istismar, yönetilen kesimlerin hayatta kalıp arzuladıkları koşulları inşa etmeleri için ellerindeki yegâne imkandır.
[1] Burada tahkiye ettiğim anlatı, Şerif Mardin’in Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu isimli kitabından mülhemdir.
[2] Burada tahkiye ettiğim anlatı Atilla Ayetin’in On Dokuzuncu Yüzyılda Köylü Direnişleri: Ahlak Ekonomisi, İsyan ve Tanzimat Reformları adlı makalesinden mülhemdir.