1970’lerin ikinci yarısı. Siyasetin tüm ağırlığıyla çöktüğü yıllar. Memleket önce “sağ” ve “sol” olarak ikiye ayrılmış, ardından sağ ve sol da kendi içlerinde envai çeşit fraksiyona. Her grup, en doğru ve en adaletli olduğu, hedefe varmada en kısa yolu kendisinin takip ettiği konusunda şaşmaz ve tartışılmaz bir kanaate sahip. Kimsenin kendi sözünden başkasını dinlemeye tahammülü yok. Herkes, kendinden farklı bir kelam edene; kötü yola düşmüş bir “hain” olarak bakıyor.
Diyarbekir’deyim, 5-6 yaşlarında. Ülkenin nefesini kesenden daha ağır bir politik hava var burada. Sağ-sol yetmezmiş gibi bir de Kürt gruplar arasında keskin bir ayrışma yaşanıyor. Ve şehrin yaşamına onların hakimiyet mücadelesi damga vuruyor. Sokaklar ve duvarlar, Avrupa’daki bir üniversite kantini gibi baştan aşağı sloganlarla kaplı.
Henüz okumayı sökmüş biz çocuklar için bu sloganların önemli işlevleri var: Harfleri öğrenmemizi kolaylaştırıyor, kalelerimizin sınırlarını çiziyor ve şut yarışlarımızda hedefi belirliyor. Mesela duvara KAWA yazılmış, “Senin kalen K’dan iki V’ye kadar” diyor mevzuyu çözüyoruz. Ya da DDKD yazılmış duvarda, biz “Topu kim D’nin ortasına gönderebilir?” onun derdindeyiz.
Ancak bizim kale taşlarımızın yerine geçen sloganları büyüklerimiz çok önemsiyorlar. Duvara slogan yazmak ve o duvarı korumak en devrimci faaliyetlerden biriymiş meğer. Bir örgüt gelip slogan yazıyor ve bildirisini bırakıp gidiyor. Arkasından bir başkası geliyor, yazılmış olanı silip kendi sloganını nakşediyor duvara ve bildirisini dağıtıp gözden kayboluyor. Ve eğer slogan-bildiri savaşında kazara karşılaşsalar, seyreyle gümbürtüyü! Dananın kuyruğu kopuyor, kavga-döğüş kaçınılmaz oluyor, tekme-tokatlar havada uçuşuyor.
Wembley’e çıkmak
Ülke, şehir ve sokak politikayla kaynıyor ama bizim ev politikaya bigane. Ailem 60’ların son 70’lerin başında köyden kalkmış kente gelmiş. İktisadi sebeplerden kaynaklı mecburi bir göç; ne elde bir şey var ne de avuçta. Kentte var olmak için dört koldan bir yaşam kavgasına girişilmiş, herkes kendi gücünce bir yerinde tutmuş bu mücadelenin. Babam, hayvancılıkla uğraşıyor, başka bildiği bir iş yok garibimin. İki abim, okul yüzü görmeden dalmışlar savaşa. En büyüğümüz, sigara satıcılığından kahvehanelerde ortacılığa kadar türlü işlere girmiş çıkmış. İki numaramız ise, babamın yanına yardımcı yazılmış.
Abilerin üçüncüsü Ahmet Abim ise, okula gitme şansı bulmuş. Hem okula gidiyor hem de terzinin yanında çıraklık yapıyor. Bir de futbola deli gibi tutkun. Okulu ve terzihaneyi kırıyor, top oynamaya gidiyor. Baba pek ses çıkartmıyor bu duruma ama annenin her seferinde şalteri atıyor, cinleri tepesine çıkıyor. Ama cevval oğlanın toptan ayağını kesmek ne mümkün! Onun gibi futbol topunun arkasında sürüklenen bir arkadaş grubu da var. Onların da politikayla ilgileri yok mesabesinde. Yani “ne sağcıyız ne solcu, futbolcuyuz futbolcu” modunda bir topluluk. Aynı mahallede oturuyorlar, aynı okullara gidiyorlar ve aynı takımlarda top oynuyorlar.
Diyarbakır’da o zamanlar çok canlı bir mahalli lig vardı. Her mahallenin gençleri, çoğu kez futbolu veya o gençleri seven bir esnafın sponsorluğunda takım kurar, ligde mücadele ederlerdi. Sezonun maçları bugün artık bir park olan Koşuyolu Stadı’nda oynanırdı. Şampiyonluk maçlarının tadı ise bir başkaydı; çünkü o maçın adresi bugün artık yerinde büyük bir çukur olan Şehir Stadı’ydı. O statta şampiyonluk maçı oynamak, hani neredeyse, Wembley’de finale çıkmaktan daha havalıydı. O derece!
Yerel efsanelerin izinde
Hem okuyan hem de top oynayan biri olduğu için abim benim gözdemdi. Hep onunla birlikteydim; futbola olan düşkünlüğümden o da hoşnuttu. Beni yanında o maç senin bu idman benim her yere götürürdü. Daha küçük yaşta, Diyarbakır’ın tüm top sahalarını (Yıldız, 101, Yan Saha, Koşuyolu, Kolej) bilirdim. Yerel futbol efsanelerini tanırdım; onların çalımlarını, bilek hareketlerini taklit ederdim. Akşam bitap bir halde eve dönüp zor bela başımı yastığa koyduğumda büyük bir futbolcu olmanın hayaliyle kendimden geçmiş olurdum.
Abim, Sipahi Spor’da oynuyordu. Takımın bütün oyuncuları abim gibiydi; vaktimin çoğunu onlarla geçiriyor ve onlarla büyüyordum. Takımın hem maskotu hem de malzemecisiydim adeta. Takımın başkanı, Allah uzun ömür versin, Abdulkuddus Abi’ydi; kardeşi Sıddık ile beraber başkanın fiili yardımcısıydık da aynı zamanda. Lisansları, formları, topları taşıyor ve kulübede maçları hop oturup hop kalkarak hep birlikte izliyorduk.
Abimler, maç ve idmanların öncesi ve sonrasında bir kahvehanede otururlar, çay içer, oyun oynarlar ve futbol konuşurlardı. Kaçınılmaz olarak sohbet, tuttukları takımlara gelir, laflar sokuşturulur, skorlar üzerinden arkadaşlar kızdırılır ve herkes kendi takımının diğerlerine karşı üstün özelliklerini sıralardı. Abim ve arkadaşlarının ağırlıklı bir kısmı Fenerbahçeliydi. Onları Galatasaraylılar takip ederdi, onların da sayısı fazlaydı. Bir de eser miktarda bir-iki Beşiktaşlı vardı.
Her yaşa bir şampiyonluk
Normalde bir formaya gönül vermenizde ya aileniz ya da çevreniz belirleyici olur. Benim ailemin futbolla az ya da çok alakadar olan bütün üyeleri Fenerliydi. Çevre derseniz, orada da Fener’in ağırlığı vardı. Böyle bir ortamda tabii olan benim de Fenerli olmamdı. Lakin öyle olmadı, kendimi bildim bileli Trabzonspor’u tuttum.
Trabzonspor’a neden ve nasıl bağlandım, bilmiyorum. Bir ihtimal, Trabzonspor’un altın döneminin benim çocukluğuma denk gelmiş olması olabilir. Çocuklar başarılı olanı ve hep kazananı severler; sürekli şampiyon olmak, omuzlarda taşınmak, hep en üstte olmak çocukları cezbeder. 2011’i saymazsak, Trabzonspor’un son şampiyonluğunu yaşadığı 1983-1984 sezonunda 10-11 yaşındaydım; hani neredeyse her yaşıma bir Trabzonspor şampiyonluğu düşüyordu. Bu yenilmez arma olma hâli beni Trabzonspor’a bağlamış olabilir. Ama dediğim gibi bu sadece bir varsayım.
Sınıfta tek başına
İlkokulda beş yıl boyunca sınıftaki tek Trabzonsporlu bendim. Adettir, öğretmenler ve müfettişler bir sınıfa girdiklerinde öğrencilerle tanışma ve muhabbet açma kabilinden ilk sordukları sorulardan biri “Hangi takımı tutuyorsun?” olur. Ben “Trabzonspor” deyince önce “Ne alaka?” der gibi yüzüme bakarlardı. Arkasından “Nerelisin?” sorusu gelirdi, “Diyarbakır” cevabı şaşkınlıklarını daha da artırırdı. Çünkü Diyarbakırlı bir çocuğun Trabzonspor’u tutabileceğine ihtimal vermiyorlardı.
Ortaokul ve lisede biraz daha şanslıydım. Adil adında bir arkadaşım vardı, iki fanatik Trabzonsporluyduk. Hayret bakışları ikimizin üzerindeydi bu kez. Herkes gibi üç büyüklerden birini tutmak varken Trabzonspor’u tuttuğumuz için ikimize “rahatsız” muamelesi yapılıyordu!
Yaşadığım çevrede her zaman çok az sayıda Trabzonspor taraftarının olması, Trabzonspor’u savunmak için onunla ilgili hemen her şey hakkında bilgi edinmemi zorunlu kıldı. Saldırılar çok yönden gelebilirdi, savunacak az sayıda kişi vardı, o halde donanımlı olunmalıydı. Bu itibarla takımın kadrosundan transfer politikasına, tarihinden gelecek perspektifine, altyapısından hoca seçimine kadar tüm konular ilgi alanıma girdi. Mümkün mertebe bunları öğrendim, gerektiğinde müdafaayı bunlar üzerinden yaptım. Ve giderek Trabzonspor’a daha çok bağlandım.
Bizansı yıkan Anadolu ihtilali
Üniversiteyi sancılı bir zamanda okuduk. Etrafta bol miktarda ağır siyasi abiler vardı. Onlara göre futbol bir uyuşturucuydu, kitlelerin gerçekle bağını kesiyordu. Politik dertleri olanların bir topun hangi kaleye gireceği ile bu kadar ilgilenmeleri kabul edilemezdi. Böylesine süfli bir meşgalemizin olması ayıptı. Daha insaflı abiler ise, futbola eyvallah etmekle birlikte, politik görüşlerimiz ile tuttuğumuz takım arasında bir uyumsuzluğun olduğundan bahisle yöneltiyorlardı eleştiri oklarını.
Bugünden bakınca tuhaf ve komik gelebilir ama 90’ların Diyarbakır’ında okkalı laflardı bunlar. İnsanın canını acıtırdı. Gerçi çok takmadım bu lafları; topumu oynadım ve Trabzonspor’un her adımını takip ettim. Fakat yine de bu eleştirilere (!) karşı bir aralar Trabzonspor sevdasını sosyolojik gerekçelerle açıklama mecburiyeti hissettim. Trabzon’un futbol oligarşisine karşı bir çığlık olduğunu, Bizans’ın ayak oyunlarına karşı Anadolu’nun direnişini temsil ettiğini, para ve gayri-ahlaki ilişkilerin ittifakına karşı bir kentin temiz ve saf mücadelesini simgelediğini, vb. birçok meşruiyet referansı ürettim kendime.
Sonra, olgunlaştım herhalde, bu büyük lafların hiçbirine ihtiyacım kalmadı, mantıkî sebepleri ve sosyolojik izahları bir yana bıraktım. Trabzonspor’u sebepten azade sırf Trabzonspor olduğu için sevdim ve bu da bana yetti. Yetiyor.