Öncelikle belirtmek isterim ki gerçekten çok ama çok üzgünüm. Gerek ülke adına gerek kadınlarımız adına. Zira bu vazgeçiş, sıradan ya da zaten âtıl ya da kadük kalmış bir düzenlemenin iptali değil; her gün öyle ya da böyle bir şekilde karşılaştığımız, yakın bir tehlike, yaygın bir şiddetle ilgili bir düzenlemeyi “Ben, artık ne yerel ne de evrensel bir sorumluluk üstleniyorum” diyerek reddedişi işaretliyor. Ülkenin adalet mekanizmasının başındaki sorumlu bakan her ne kadar “Kadınlara yönelik şiddetle mücadele bir insan hakları mücadelesidir”, dese de bu sözlerin anlamsızlığını sözün sahibi gibi aslında hepimiz biliyoruz. Kendisi için anlamsız, çünkü her zaman olduğu gibi Sayın Bakan, makamının icracı misyonunu bilmiyormuş gibi adalet konusunda hep afili sözler söyleyerek durumu idare etmekte. Bizler için de anlamsız, artık ülkede işlerin nasıl bir hukuksuzluk ve popülist bir söylemle yürütüldüğünü bilmemek için “aptal”a oynamak gerekli.
Bir düşünelim; çok değil daha on yıl öncesinde büyük bir özenle ev sahipliği yapıp öncü misyonu üstlendiğiniz, Meclisinizden onayla yürürlüğe koyduğunuz ve her aşamasından övünçle söz ettiğiniz, iktidarından muhalefetine onlarca kadın örgütünün emek verdiği ve binlerce kadının uğraş verip savunduğu, hayali değil, gerçekten can yakıcı bir soruna karşı düzenlenen “uluslararası” bir sözleşmeyi Cumhurbaşkanı Kararı ile bir gece yarısı iptal etmek, nasıl bir manzaradır? Ülkeye, Türkiye toplumuna layık görülen bu yönetim tarzı nasıl hukukî ve demokratik bir yönetim olabilir?
Gerçi bu yeni bir durum mu; elbette ki hayır! Yirmi yıllık bir iktidar döneminin son beş yılında, vesayet altında olunan yıllar dâhil gerçekleştirilmeye çalışılan eşitlikçi-âdil ve özgür bir toplum olma yönündeki katılımcı “yetmez ama evet” dediğimiz çaba ve kazanımların inkâr edilmedik, geriye düşülmedik birkaç konusu dışında elde ne kaldı? Barış sürecinin öncüsü ve yürütücüsü olanlar, bu çağrıya ortak olanları tek tek ya da toptan mahkûm etmekte de tereddüt etmeyecek görünüyor. Ömer Gergerlioğlu’nun milletvekilliğinin düşürülmesi, HDP’nin kapatılma davası da bu açıdan ibretliktir. Yine üç beş yıldır gece yarısı KHK’ları ile işlerinden edilen, yaşamları alt-üst edilen yüzlerce akademisyen ve binlerce insanın varlığı, kim ya da kimlerin umurunda acaba? Artık bu aşamada duygu ve düşüncelerim üzüntüden kaygıya evriliyor.
Kaygımın da iki yönü var. Birincisini şöyle izah edeyim. Yalnızca kişisel, yerel değil evrensel bir sorun, kadına yönelik şiddet; ne belli bir din mensubiyetiyle ne de belli ırk ve ülkelerle ilişkilendirilebilir bir mesele. Cinskırım niteliğiyle bütün bir insanlığın sorunu. Ve siz, bu sorunla mücadelede üst bir düzenleme ile neler yapılabileceğinin arayışını ve çabasını ortaya koyma yolunda olacakken ve hatta kendi değer dünyanızın -ki bu değerlerin sahibi olunduğu da iddia ediliyor- imkânlarıyla çok daha ileri tedbir ve düzenlemelerle toplumunuzun kadın-erkek her üyesinin, her ailesinin huzur ve güvenliğini sağlayacak şekilde geliştirebilecekken Sözleşmeyi, bir takım vehimlere mahkûm eden anlayışlara teslim ile böylesine trajik bir sorunu görünmezliğe mahkûm etmeye çalışıyorsunuz. Bu ne anlaşılabilir ne de kabul edilebilir bir tutumdur. Bu fesih kararı sadece yaratacağı sonuçlarla değil, şiddet uygulayıcıları ve yanlılarını psikolojik olarak rahatlatmış, “Oh!” dedirtmiş olması düzeyinde dahi kabul edilemezdir. Dolayısıyla şiddet gören ve görme riski altında bulunan kadınlar, çocuklar ve bütün mağdurlar için kaygılıyım.
Kaygımın bir diğer yönü ise, ülkenin siyasi karar alıcıları için bu meselenin bir “seçim yatırımı” olarak görülebilmesiyle ilgili. Hemen her gün bir kadının şiddet gördüğü, öldürüldüğü, cinskırıma uğratıldığı bir ülkede, Sözleşmenin bir siyasi menfaat, bir seçim yatırımı bağlamında araçsallaştırılması, siyasetteki çürümenin hangi boyutta olduğunun da işaretidir. Ancak gözden kaçırılan bir şey var ki seçim sandıkları kadınların da önüne gelecek.
Belki bir şeyi de hatırlamak gerek, acaba İstanbul Sözleşmesinin iptali; hangi ekonomik rantların, hangi menfaat çetelerinin girişimlerinin üzerini örtüyor ve Merkez Bankası rezervlerinin daha kaç milyar dolarının iç edilme sorgusunu, Kanal İstanbul projesinin muhtemel inşasını unutturuyor, olabilir.
Dolayısıyla kadınların yalnızca kendilerine yönelik şiddetle değil, her türlü adaletsizlik ve kötülükle mücadeleleri, dahası bütün bir toplumun içinde bulunduğu şiddet kültüründen kurtuluşu için mücadeleleri çok kıymetli ve saygıya değerdir. Üstelik bu mücadele, ülkenin teslim edilmeye çalışıldığı mafyatik, ırkçı ve despotik siyasal gidişine karşı da bir direniş zemini olacaktır. Bu anlamda üzüntü ve kaygımı umuda tahvil etmek isterim.
_____________
Fatma Akdokur: İlahiyatçı. İnsan hakları ve kadın hakları alanında çalışıyor. Başkent Kadın Platformu ve başka STK’larda kurucu ve üye oldu. Öğretmenlik, Kur’an kursu öğreticiliği ve öğretim üyeliği görevlerinde bulundu. Şu anda emekli ve Adalet Zemini gönüllü üyesi.