Dönem filmleriyle geçinirim de artık bir türlü gözümün varmadığı Western, “kovboy dünyası” çocukluğumda kaldı. Film hafızamda da fazla yer bulmayan o hikâyeleri “kovboy” başlığında toplamam haksızlık olur zaten. Zira tarihte önce Spartacus’ü, sonra Kızılderilileri tutardık (hemen herkesin içinde bir Kızılderili; uzakta bir çadır, bir kamp ateşi, barış çubuğu, ateş suyu, tam tam ritimleri ve kendini piste attığında zor engellediği Apaçi, Siyu figürleri, çığlıkları vardır).
Filmlerinde ırkçı devlet başkanı kibiriyle, “Duke” namıyla salınan John Wayne (¹), ortadan ayırdıkları ruh eşi perçemleriyle süt çocuğu Tom Miks ve turtacı Suzisi (Ayşegül Vahşi Batı’da) filan sevilmezdi mahallede. Kızlar baby face Tom Miks’e göz süzerdi de, erkekler çilli Suzi’ye de yüz vermezdi. O kısa dönemde adamımız, içgüveysinden Navajo Reisi de olan Teks’di (Willer).
Film derseniz, çocukluğumun sinemalarında “Alamo Fedaileri” adıyla gösterime giren 1960 yapımı Alamo’yu, 1969 yapımı Butch Cassidy and the Sundance Kid’i net hatırlıyorum (gerçek hayatında da Beyaz Adam Wayne’den Dave Crockett olmazdı ama neyse). O kısa dönemin ardından bazı Kuzey-Güney ya da bağımsızlık savaşını aktaran yapımlar, Clint Eastwoodlu, Gene Hackmanlı, Richard Harrisli “Affedilmeyen”ler, Tarantinolu “Vahşi ve Batı”lar filan dışında Western seyir alanıma girmedi. Ta ki Coen Biraderler o diyara yeniden gidene kadar…
Coen Kardeşlerin el lezzeti
Ethan-Joel Coen’in 2018 Netflix yapımı The Ballad of Buster Scruggs’ı, zamanından mekânına, klişelerinden müziğine kadar dört başı mâmur bir “kovboy” filmi. İki yönetmenin 25 yıldır biriktirdikleri altı ayrı hikâyeyi sinemaya uyarladıkları bir Western antolojisi… Ama Coen Kardeşler’in özgün mizahı, harika sineması “Abi ben kovboy filmi seyretmem” diyenlere de göz kırpıyor.
Seçtikleri çoğu sade, hatta sıradan sayılabilecek Vahşi Batı masalları, anlatıcılarının hüneri, kahramanlarının parlak renkleriyle göz kamaştırıcı. Eh… Her iyi hikâyenin öncesinde yazılı satırlardan öte usta hikâye anlatıcıları ve onları o hikâyeye davet eden hayatlar vardır zaten.
Western filmlerini sevmeyen biri olarak hikâyelere Coen aşçılığında serpilen kovboy klişelerinden de keyif, baharatlı bir zevk aldım. Marka filmlerinin yanında biraz sönük kalsa da, lezzet onların el lezzeti.
Azrailin “Ce-eee” dediği film
Filmin altı hikâyesinde de ölüm kol geziyor. Ölümlü dünya işte. Bazen göz göre göre, bazen aniden, hiç beklenmedik bir anda, bazen de yanlış yer-yanlış zaman meselesinden “Her fani ölümü tadacak”… Azrail can alırken insanın kulağına bir şeyler fısıldar mı bilemiyorum ama bu filmdeki hemen her hikâyede saklandığı yerden çıkıp “Ce-eee” dediğini söyleyebilirim.
Film, bir köşesinde “Eylül 1873” tarihini seçtiğimiz “The Ballad of Buster Scruggs” kitabının eski sayfalarını çevirerek başlıyor. Bu tarih, atla, posta arabasıyla ya da raylar üzerinde yapacağımız 133 dakikalık yolculuğun bizi o günlerde yaşanan ekonomik krize, “altına hücum”lara, tren, banka soygunlarına, kasaba yağmalayan çetelere, kanun kaçaklarına, onların peşindeki Pinkerton ajanlarına, kelle avcılarına, Kızılderili muhaberelerine, düellolara filan götüreceğine dair sağlam bir ipucu.
İlk hikâye, antolojiye de adını veren müzisyen, silahşör Buster Scruggs’la açılıyor. Buster, Vahşi Batı’da insanı rahatsız edecek ölçüde mutlu; yolu ağırdan alan “Düldül”ü, gitarı, şarkıları, piyanist-şantörvari kovboy giysileriyle keyfi tıkırında. Yıldırım hızıyla kılıfından çıkardığı Colt Peacemaker’ıyla durmadan adam öldürürmüş, duvar ilanlarında adına “Ölü veya Diri” ödüller konurmuş, ne gam.
Ölü adamın elinin laneti
Klişelere uygun olarak ilk molada bir bara (saloon) giriyor tabii. Elindeki iskambil kâğıtlarını masaya fırlatıp kalkan bir adamın yerine pokere oturuyor. Kâğıtlara baktığında bırakılan el Texas Hold’em poker için bulunmaz nimet: Maça as, masa sekiz, sinek as, sinek sekiz. As döper… Ama “Yeniden dağıtın, bu kartlarla oynamayacağım” diyor.
Masadakiler, bilhassa karşısındaki uğursuz, belalı kovboy, “Baktın, oynayacaksın” diye diretiyor. Elini beline atıp ayağa kalkıyor ama silahını çektiği anda Buster adamı Coenlerin abartılı, şâşaalı stiliyle öldürüyor.
Buster’ın iyi eli ısrarla reddetmesinin nedeni ise bizi Vahşi Batı’dan günümüze de yansıyan başka bir efsaneye götürüyor: “Dead Man’s Hand (Ölü adamın eli)”… Yaygın rivayete göre efsanevi silahşör, nişancı, iz sürücü James Butler Hickok (namı diğer Wild Bill) elinde tıpa tıp aynı kâğıtlar varken öldürülmüş, alacağı beşinci kâğıda bakamadan hayatını kaybetmiş. O lanetli kâğıtlarla oynamayı reddetse de, o uğursuzluk eline alıp baktığı anda Buster’a da bulaşacak. Benzer bir bâtıl inanışı da filmin beşinci hikâyesindeki köpeğin soyadını aldığı Amerikan başkanlarından Franklin Pierce gibi felaket getirmesinde görüyoruz.
Saba Bülbülü’nün düellosu
Olsun, Buster’ın kibri, “bin atına rahvan gitsin”i yeter. Bariton sesi kendince harika, hatta onu “Saba Bülbülü” olarak anıyorlar. Şıklığı da efsane; baştan aşağı beyaz şapka, kovboy gömleği, pantolonu, o çölde, o toz toprak bozkırda bembeyaz çizmeleri pırıl pırıl. Vahşi Batı’nın en sıkı, en hızlı silahşörü aynı zamanda. Daha ne olsun, “Kar beyazdır ölüm, ellerinden gülüm…”
Ama poker, hayat ve ölüm elleri eşit dağıtmıyor. Kid’le karşılaşıyor. Hem daha güzel şarkı söylüyor, hem de yakışıklı herkesten. Meğer silahşörlüğü de yıldırım gibiymiş. Buster o düelloda öldüğünü şapkasını eline alıp önünde bir delik, arkasında kanlı bir delik daha görünce anlıyor, ölümlülüğüne öyle inanıyor. Ve bir düetle veda ediyor şatafatlı hayatına: “Sana söyleyeyim dostum, /şuradan geliyor daha hızlı silah çeken biri /bir bakmışsın, son kovboy şarkını söylüyorsun. /Gidiyorum cennete /yukarıda insanların tekinsiz olmadığı, /pokerin adilce oynandığı bir yer olmalı, /Öyle bir yer yoksa /bütün şarkılar ne için yazılıyor.” (Bu arada, bilhassa Amerikan müzikallerinden hiç haz etmem ama filmin -yerinde- müzikal kesitleri kararında kalmış)
İlk kez mi asılıyorsun?
İkinci hikâye Coen mizahının külliyatı gibi bir banka soygunuyla başlıyor. Biraz saf, tecrübesiz soyguncumuz (James Franco) yakalanıyor. Darağacından yine kara mizahın zirve yaptığı bir rastlantıyla kurtuluyor (sesli güldüm). Ama kör talih, zalim felek onu ikinci kez, üstelik işlemediği bir suçtan asılmaya mahkûm ediyor. Franco’nun çoklu darağacında infazı sızlanarak, ağlayarak bekleyen yanındaki kovboya “İlk sefer mi?..” diye sorması efsane. Ölüme saniyeler kala gözleri kalabalığın arasından ona bakan çok güzel bir kadının gözleriyle buluşuyor, son nefesini o gözlerde veriyor, o gözlerde boğuluyor. Her kovboy öyle ölmeli…
Üçüncü hikâye, tek kişilik gezici tiyatro kumpanyasının küçük bir kasabada sahne açmasıyla başlıyor. Sahnede, tiyatronun ve oyuncunun sahibi Liam Neeson’un kucağında taşıyıp iskemlenin üzerine yerleştirdiği, kolları ve bacakları olmayan Harry Melling’i görüyoruz. O dokunaklı, naif, büst gibi siluetiyle gösterisine Shelley’in “Ozymandias”ıyla başlıyor: “Çölün tam ortasında, kumların tam üzerinde / Yarı batmış, kaşları çatık yüzüyle bir baş /büzülmüş, soğuk dudaklarıyla sanki sesleniyor…”
İlk performansı kalabalığın alkışlarıyla göz (ve sahibinin cebini) doldursa da, diğer kasabalarda seyirci sayısı giderek birkaç kişiye düşüyor. Tiyatronun sahibi seyahatleri sırasında sayı sayabilen, toplama çıkarma yapıp sonucu önündeki sayılardan gösterebilen bir tavuğa (!) yönelik izdihamı görünce onu satın alıyor. Önündeki ehemmiyetsiz soru, kolsuz-bacaksız elemanı ne yapacağı? Kolları olmadığı için her fırsatta onu kaşıkla besleyen, bacakları olmadığı için her yere kucağında taşıyan Neeson’un vefası pazara kadar mı, mezara kadar mı? Ortalıkta öylece gıtgıtlayan -gidip duru- tavuğun maharetiyle ilgili sağlam bir ipucunu ise bir sonraki hikâyede buluyoruz.
Waits Baba altın arıyor
Dördüncü hikâyede Waits Baba var! Sahne masallardaki gibi bir doğayla açılıyor. Pırıl pırıl gökyüzünün, güneşin altında parlayan gümüş dereden su içen ceylanın huzurunu, yemyeşil daldaki baykuşun gamsız bakışını, kelebeklerin sessizlikte neredeyse duyulan kanat dansını, o harika düzeni, basbariton, çakıllı bir sesin söylediği ayarsız türkü bozuyor: “İhtimam etmekten çatılmış kaşlar, parmaklarını öperim, uğrumda nasır tutan…”
Altın arayan yaşlı, tecrübeli madenci (Tom Waits), o güzelim çayırları delik deşik etse de sonunda damara ulaşıyor. Aslında doğaya tümüyle saygısız değil. Ağaca çıkıp bir kuş yuvasındaki dört yumurtayı çalarken karşı daldaki anne baykuşun -her daim öfkeli, dikkatli- bakışıyla karşılaşıyor. Yumurtaların önce ikisini, sonra duraksayıp hepsini geri koyuyor. Biraz tereddüt edip tekini cebine indiriyor. Mırıldanması önceki hikâyedeki akıllı tavuğa da gönderme: “Bir kuş kaça kadar sayabilir ki zaten?” Benim gibi Waits hayranları için o bölüm bile filme değer. Yönetmen olsam onu ve müziğini her filmime alır, hatta vampir dizisi bile çeksem -homur homur- Waits’i Dracula’nın cool babası yapardım.
Mahşere giden posta arabası
Beşinci hikâyede hayatta ayakları yere basmayan ağabeyinin, hiç tanımadığı zengin bir adamla evlendirme ihtimali uğruna peşinden sürüklediği Alice’in (Zoe Kazan) kadersizliğini izliyoruz. Hikâyenin sürprizi, kara mizahı yine yerinde…
Final ise aynı posta arabasında seyahat eden sıradışı iki ödül (kelle) avcısı, üç yıldır görmediği “ahlâkî ve ruhanî hijyen uzmanı/öğretmeni” kocasına giden yaşlı, muhafazakâr, titiz, kuralcı bir kadın, yanında (dibinde) yıpranmış Dave Crockett şapkasıyla ihtiyar, bakımsız, pasaklı, kokuş kokuş tuzakçı kürk avcısı, bir de Fransız adamla geliyor. Arabanın üstünde ise ikilinin ödül için avladığı kanun kaçağının cesedi var.
“Posta arabası”nı ölenleri mahşere taşıyan bir vasıtaya, “mahşerin atları”nı kırbaçlayarak hiçbir yerde asla durmadan son hız menziline giden arabacıyı Azrail’e benzetmek mümkün. Tümüyle diyaloğa dayalı bu teatral sahne, gezdiren felsefesiyle ayrı bir film olsa eksik kalmaz.
BİR FİLM/BİR KARAKTER
LEE MARVIN’DEN GİZLİ ÖRGÜTE…
Çocukluğumun kovboy filmlerinden söz ederken 1965 yapımı Cat Ballou’ya (Kanunsuz Silahşör) farklı bir yer ayırmak istedim. Nat King Cole’un, Jane Fonda’nın da rol aldığı ve komedi-Western-müzikli havasıyla, Yeşilçam’ın da pek sevdiği “vurdulu kırdılı komedi” tarzını (sert adamların adam döverken sürekli espri yapması) yansıtan filmden söz etmeyeceğim elbet. Filmi benim için unutulmaz kılan, başroldeki alkolik, sefil, ihtiyar, eski, efsanevi bir silahşörü canlandıran Lee Marvin’in tipik bir pasodoble eşliğinde yeniden giyinme, “kuşanma” sahnesi (o filmdeki rolüyle En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ını aldı).
Eski, ışıltılı silahşör kıyafeti artık dar geldiği için kuşanma sahnesi önce sıkı bir korsenin iplerinin iyice gerdirilmesiyle başlar. Üstüne giydiği siyah ipek gömleğin ardından, sandıktan çıkarılan yelekle aynı gümüş işlemeli kumaştan gömlek pazuluklarını, kemer tokasını ve gümüş kakmalı çift tabanca kılıflarını görürüz. Siyah pantolon, siyah kadife ceket ve şapkasının ardından sedef kabzalı pırıl pırıl tabancalarıyla düellolara hazırdır artık. Gümüşî siyah ışıltısıyla “Varsın ölümüm senin elinden olsun” ilahisi eşliğinde bir ölüm meleğidir yeniden.
Lee Marvin’in bol sigaralı, alkollü, irice ama az kalkık ve kızarık burunlu tipik portresi, yanında yönetmen Jim Jarmush’la Tom Waits’i de getirir insanın yüz benzerliği hafızasına… Zaten Jarmush’un fikir babalığını, kuruculuğunu yaptığı “The Sons of Lee Marvin (Lee Marvin’in Oğulları) gizli örgütü”, bu benzerliğin ikisiyle sınırlı kalmadığını hatırlatır bize. Jarmush ve Waits dışında, başta Richard Boes, Nick Cave, John Lurie olmak üzere Iggy Pop, Thurston Moore’un filan da saygıyla kabul edildiği bu ironik örgütün zaten ana şartı “Lee Marvin’e ‘oğlu gibi’ benzemek”tir.
Madem mevzuya girmiş bulundum, Jarmush’un 1992’de bir söyleşide anlattığı harika hikâyeyi de aktarmalıyım: (Bu arada Waits’in Jarmush’u yahut Jarmush’un röportajı yapanları ya da aynı gizli örgütün üyesi olarak ikisinin herkesi işletmiş olabileceği ihtimalini keyifle, memnuniyetle göze alıyorum)
Efendim, sigarayı en az 100 kere bıraktığını söyleyen ve sesini dumanın yanısıra Bourbon’a yatırarak marine ettiğine inandığım Tom Waits, yaklaşık 30 yıl filan önce yine bir bardadır. Bourbon’unu yuvarlarken Kuzey Kaliforniya’da Sonoma’daki mekânın barmeni yanına gelir; “Şurada oturan adam seninle konuşmak istiyor.” Waits huysuzlanır, “Tanımıyorum onu, ne konuşacağım…” Barmenin “Abi git konuş bi…” ısrarı üzerine kalkar, adamın yanına gider: “Benimle konuşmak istiyormuşsun, ne iş?” Adam “Marvin’in oğulları diye örgüt mörgüt kurmuşsunuz, nedir bu saçmalık? Hiç hoşuma gitmedi…” diye söylenir. Waits diklenir; “Sana ne, hem gizli bir örgüt hakkında konuşmamı beklemiyorsun herhalde…” Onun üzerine adam noktayı koyar: “Ben Lee Marvin’in oğluyum!” Waits bunun üzerine “Babaya saygımız, hürmetimiz sonsuz” filan diyerek meseleyi tatlıya bağlar.
(¹) John Wayne’in “Duke” lakabıyla anılmasının “dük”ten yani o tarihi soyluluk sanından filan geldiğini sanıyordum. Meğer o takma ad çocukluğundan, evin Airedale Terrier cinsi köpeği Duke’la adaş bir sevecenlik esprisi olarak geliyormuş.