Programın tamamını izlemek için:
Erken seçim tartışmalarında sona gelindi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan seçimler için en uygun tarihin 14 Mayıs olduğunu açıkladı. 14 Mayıs’ın Türkiye siyasal tarihindeki yerini ve mevcut iktidarın pozisyonunu düşündüğümüz zaman, bu günün seçilmesi anlamlı mı? Bu günü muhalefet kendi yararına bir kampanyaya dönüştürebilir mi?
Evet. Pek çok karşılığı var 14 Mayıs’ın seçilmiş olmasının. Muhtemelen Erdoğan 14 Mayıs tarihini bütün tek parti, resmî ideoloji veya modernist baskı sistemleri karşısındaki bir duruşun sembol tarihi olarak seçmiş. Kendisini de bu yapıya itiraz eden partiler silsilesine yerleştirerek akıl yürütmüş olmalı. Malum, 14 Mayıs, aslında 1946’da yapılan hileli ya da sorunlu seçimlerden sonra 1950’de ilk kez kapalı oy açık sayım esasıyla yapılan ve tek parti dönemini fiilen sona erdiren seçimlerin tarihidir. Bunun anlamı büyük. Türkiye’nin temel kutuplaşma eksenlerinden biri, tek partiyle ya da tek parti ideolojisiyle toplumun muhafazakâr kesimleri ya da yerel dini değer sistemine sahip çıkan kesimleri arasındaydı. Bu bakımdan 14 Mayıs simgesel bir tarih siyasi tarihimizde. “Yeter söz milletin” sloganı önemli.
Burada Tayyip Erdoğan’ın kullanabileceği iki unsur var. Karşısında Kılıçdaroğlu aday olursa, aynı CHP bir kez daha karşımızda diyecektir. CHP bugün düne oranla çok büyük bir mesafe kaydetmiş olsa da Erdoğan, Cumhuriyet Halk Partisi’ni hâlâ tek partiyle özdeş olarak takdim etmekte mahir bir siyasetçi. Bunu kullanacaktır. Diğer taraftan 3 Kasım 2002 seçimlerinde Erdoğan DP’den daha ileri bir durumdaydı. Bu kez kazanılan başarı sadece toplumun ortalama muhafazakâr değerlerinin tek parti zihniyeti karşısındaki başarısı değil, mütedeyyin, dindar ve inançlı kesimlerin 28 Şubat ideolojisi karşısındaki başarısıydı, zaferiydi. Hatta birçok gazetenin Anadolu ihtilali diye manşet attığını hatırlarız. Fakat bugün itibariyle baktığımız zaman AK Parti’nin bu dönemden yeni bir döneme geldiğini, aktörlerin yer değiştirdiğini görüyoruz. Artık tek partiyi AK Parti simgelemeye başladı. Yani Cumhuriyet Halk Partisi de bu kez tek partiyle tek adamlı Erdoğan rejimini özdeşleştirerek 14 Mayıs’ı kendi lehine kullanabilir. Tayyip Erdoğan iktidarını devirmekle tek parti iktidarını devirmek arasında özdeşlik kurarak yola çıkabilir. İlginç olacak 14 Mayıs’ın kullanımı. Ama oyunu belirleyecek olan bu değil tabii.
Sinan Ateş suikastı soruşturmasında yeni ve dikkat çekici gelişmeler yaşanıyor. Gözaltına alınan isimler arasında, birincisinde MHP milletvekili Olcay Kılavuz’un evinden olmak üzere daha önce iki kez gözaltına alınıp serbest bırakılan Tolgahan Demirbaş ile Ülkü Ocakları Genel Başkanı’nın özel kalem müdürü olduğu öğrenilen Emre Yüksel var. Gözaltına alınan üçüncü isim de soruşturmada tutuklanan Doğukan Çep, MHP İstanbul il yöneticisi Ufuk Köktürk ve firari tetikçi Eray Özyağcı’nın geçmişte avukatlığını üstlenen MHP’li Serdar Öktem. Tüm bu tabloya baktığımızda, o klişe tabirle duvardan tuğlanın çekilmekte olduğunu söyleyebilir miyiz?
Önce soruşturmayla ilgili kanaatimi söyleyeyim: Yargının siyasallaşmış haline rağmen bazı bağımsız adacıkların mevcudiyetini görüyoruz. Bu bağımsız adacıklar daha önce de vardı. Fakat bunlar iktidara uygun olmayan kararlar aldıklarında -örneğin Fethullah Gülen davalarında- hızlı bir şekilde görevden uzaklaştırılıyordu. Savcılığın gözaltıları şimdi de böyle bir adacığı akla getiriyor. Bu kez ortadan kaldırma imkânları ve ortam yok. Bir cinayet söz konusu. Gabriel Marquez’in Kırmızı Pazartesi romanındaki gibi adeta, faili belli. Dolayısıyla bunun üstünü örtmek AK Parti için çok kolay değil. Toplumsal reaksiyonları, olayın niteliğini dikkate alarak bunu yapmak isteyeceğini de sanmıyorum. O zaman AK Parti açısından yani iktidarın büyük ortağı açısından bir sıkışıklık olduğu muhakkak. Yani bu iş örtülü kalsa da, bir sonuca varmasa da yara alacak, bir sonuca varsa da yara alacak. AK Parti bunları aşamadığı için baskı kurmadan olayın üstüne gidilmesini sağlıyor ya da engellemiyor olabilir.
Diğer taraftan baktığımız zaman, bu gözaltılar tabii çok açık bir şekilde, özellikle ilk iki isim bir siyasi partinin kendisine gönderme yapıyor. Bir kere öldürülen kişi zaten malum Ülkü Ocakları eski genel başkanıydı. Daha önce gözaltına alınan isim, MHP Mersin milletvekilinin bulunduğu evde saklanan kişi de Milliyetçi Hareket Partili. Kaldı ki aktif milletvekili ve gözaltına müsaade etmemişti. Mersin daha önce yine ülkücü gruplar arasında çatışmaların olduğu bir yer. Muhtemelen o milletvekili bu işlerin bir tarafında. Açık; bu durumda soruşturulan, bir siyasi parti merkezli cemaatin ortası demektir.
İkincisi, gözaltına alınanlardan biri, bir iddiaya göre bir genel başkan yardımcısının, bir iddiaya göre Ülkü Ocakları başkanının özel kalemi.
Sinan Ateş cinayeti bize çok açık bir şekilde Milliyetçi Hareket Partisi’nin bir şiddet merkezi ve odağı haline gelmeye başladığını, kendi içindeki ilişkilerde ve dışarı yansıyan olaylarda fiziki şiddeti net olarak kullandığını gösteriyor. Bunu kendi gençleri, kendi insanları için meşrulaştırdığını söylememiz, ülkücülerin tartakladığı, şiddet gösterisiyle yaraladığı gazetecileri de düşünürsek pekâlâ mümkün.
Bu, Türkiye’deki mevcut rejimin, 15 Temmuz’dan sonra kurulan ittifakın MHP ayağının işlevini de ortaya koyuyor. Bu, bir anlamda tehdit ve şiddet üstüne kurulu bir monolitik dil.
İşin bu tür cinayetlere gelmesinin anlamı büyüktür. Bu bir ayrım noktasıdır. Ya hakikaten üstleri örtülür ve iyice meşrulaşır ve tabiileşirler. Ya da burada bunlara dur denir. Seçimler de bu noktada belirleyici olacaktır. İktidarın seçimleri kaybetmesi halinde bu cinayetin üstüne çok daha net ve kesin gidileceğini söyleyebiliriz.