Kelimelerin istismarı üzerinden insanları (ve toplumu) istismar etmek, siyasetçilerin en sevdiği sporlardan biri.
Mesela Süleyman Demirel Türkiye’nin bir “kanun devleti” olduğunu sık sık vurgulamayı pek severdi. Buradaki entrika, toplumun kahir ekseriyetinin ‘hukuk’ ve ‘kanun’ algısının aynı olması üzerinden bir illüzyon yaratmaktı. Devletin hukuk ve meşruiyet dışı davranışları böylece “açın okuyun, kanun dışı bir şey yapılmıyor, kanunda ne yazıyorsa o yapılıyor” klişesiyle gizlenebiliyordu.
Sıradan insanların aklına “iyi de ya o kanun ‘yanlışsa’” diye bir soru gelmiyordu. Nasıl gelsin ki? Devrin muhalefeti bile bu tuhaf argümanı bir çırpıda safdışı edecek o tek cümleyi kurmayı akıl edemiyor ya da -galiba- akıl etse bile işine gelmiyordu: “Sayın Demirel, Irak, Suriye, İran; etrafınızdaki bu diktatörlüklerin de kanunları var, mesele kanunların var olması ve onların uygulanması mı yoksa kanunların içeriği mi?”
‘Cumhuriyet’ ve ‘demokrasi’ algıları
‘Hukuk’ ve ‘kanun’ üzerinden kurulan illüzyonun bir benzeri ‘cumhuriyet’ ve ‘demokrasi’ üzerinden kuruldu; Türkiye mademki bir cumhuriyetti (ki doğru, bir hanedan tarafından yönetilmiyor), o zaman otomatik olarak demokrasi de oluyordu.
Yüzyıllarca keyfîlik ve istibdatla özdeşleşmiş bir hanedan tarafından yönetilen bir ülkede, cumhuriyetle demokrasinin bir ve aynı şey olduğu illüzyonunu yaratmak zor değildi: Mademki padişahlığa son veren rejim cumhuriyetti, öyleyse bu rejim, otomatik olarak, yıktığı rejimin başat karakteri olan istibdata ve keyfîliğe karşı olacak, başka deyişle “demokratik” olacaktı.
Cumhuriyetle demokrasinin bir ve aynı olmadığı; etraftaki, kimsenin cumhuriyet olduklarına itiraz etmeyeceği diktatörlüklerin demokrasiyle hiçbir ilişkilerinin bulunmadığı itirazları tabii ki teveccüh görmedi ve bu illüzyon da on yıllar boyunca başarılı bir biçimde ifa etti fonksiyonunu.
‘Sivil’ demek asker-askerî olmayan mı demek?
‘Kanun-hukuk’ ya da ‘cumhuriyet-demokrasi’ üzerinden kurulan illüzyonların bir benzeri, daha akademik bir düzeyde ‘sivil-asker’ karşıtlığı üzerinden kuruldu.
Türkiye’de ‘sivil’ sözcüğü ‘askerî olmayan’ anlamında yaygın (ve yanlış) bir kullanıma sahip… Hiç unutmuyorum, yıllar önce, askerlerce işlenmiş suçların bir bölümünün (darbe girişimi vb.) askerî yargıda değil de adlî yargıda ele alınmasına ilişkin tartışmalar sırasında gazete sayfaları ‘sivil yargı’ sözcüğüyle dolup taşmıştı.
Oysa ‘sivil’ kavramı, doğup geliştiği Batı siyasal kültüründe başlangıcından beri ‘devlet alanının dışında kalan’ anlamında kullanılıyor. Bu çerçevede: Evet, Türk Silahlı Kuvvetleri sivil değildir ama, Dışişleri Bakanlığı ya da Kültür Bakanlığı da ‘sivil’ değildir. Evet, askerî mahkemeler sivil değildir ama onların dışında kalan mahkemeler de sivil değildir; her ikisi de devlet alanının içindedir çünkü.
Bugünlerde, yeni anayasa tartışmaları bağlamında ‘sivil’i asker-askerî olmayan anlamında kullanma üzerinden işletilmeye çalışılan yeni bir illüzyona şahit oluyoruz.
İktidar, şimdiye kadarki bütün anayasaların askerler tarafından yapıldığını hatırlatarak hepimizi ‘sivil’ bir anayasa yapmaya davet ediyor, buna gönül indirmeyenleri de ‘sivil’ olmamakla itham ediyor.
Bu itham haklı ve yerinde bir itham olabilirdi; meğerki iktidar gerçekten de ‘sivil’ olsaydı.
Demokrasilerde iktidarlar seçimle işbaşına gelir, fakat bu kriter tek başına onlara ‘sivil’ karakterini kazandırmaz. Çünkü devleti yönetmektedirler ve bu süreçte içinden çıkıp geldikleri toplumla, yönetmeye başladıkları devlet arasında kendilerini nerede konumlandırdıkları önem kazanır.
İktidara geldikten sonra bir zamanlar sözcüsü oldukları toplumsal talepleri devlete kabul ettirmeye mi çalışacaklar, yoksa zaman içinde devlet tarafından devşirilecek ve böylece, tam tersine devletin toplumdan istediklerinin bir sözcüsü haline mi gelecekler?
İktidarların ne kadar ‘sivil’ kalabildiğine ancak bu somut gözlemler sonucunda karar verilebilir.
AK Parti hangisine daha yakın? Devlete mi topluma mı?
AK Parti, kabaca iktidarda ilk 10 yılını geçirdikten (ve iktidara yerleştikten) sonra toplumu kendi cemaatinden ibaret saymaya başladı ve toplumun yarısından koptu.
Bu birinci aşamaydı…
İkinci aşama 2013’ten (17-25 Aralık), özellikle de 15 Temmuz’dan (2016) sonra geldi. AK Parti, bu dönemde yeni bir tercih yaptı: İktidarının başından beri ortak olduğu Gülencilerin tehdidi altında, bir zamanlar kendisini yıkmaya çalışan eski devlet unsurlarıyla ittifak kurmaya başladı.
Üçüncü aşamada MHP de devreye girdi; artık AK Parti’nin, toplumun kendi cemaatinden olan bölümüyle de ciddi sorunları oluşmaya başlamıştı. Böylece AK Parti’nin toplumdan çok devletin bir parçası olma süreci tamamlanmış oluyordu.
İşte şimdi bu AK Parti toplumun karşısına geçmiş, onu ‘sivil’ anayasa yapmaya davet ediyor.
Yapılmak istenen şey belli: ‘Daha fazla devlet’ içeren bir anayasa. Fakat bu doğrudan söylenemiyor doğal olarak. O zaman da siyasetçiler yine çok iyi bildikleri o entrikayı sokuyorlar devreye: Kelimelerin istismarı üzerinden insanları (ve toplumu) istismar etmek.
Örneğimiz üzerinden düşünürsek: Kendisi aslında devlet alanında olduğu halde ‘asker ya da askerî olmayan’ın ‘sivil’ olduğu illüzyonu üzerinden sivil anayasa çağrısı yapmak ve buna icabet etmeyenleri de askeri vesayetçilikle suçlamak!
Muhalefetin önünde bu samimiyetsizliği ve istismarı teşhir etmek gibi güç bir görev var.