Herkesin kendine göre bir kitap okuma tarzı vardır. Kimileri çizmeden, her yanına notlar almadan okuyamaz, kimileriyse kitaplarına hiç kıyamaz. Müzedeki eserlere bakar gibi onları izleyenler de vardır, kütüphanesinden uzun süre ayrı kalamadığı için ancak kısa süreli evinden ayrılabilenler de…
Benim tarzım aşırılıklar içermez. Kırmızı kurşun kalemle çizerek okuyup bitirdiğim bir kitabın kapağını kapattıktan sonra başa döner, bu kez altı çizili yerleri dikkatle okur ve üzerine düşünürken aklıma gelenleri not ederim. Fark etmediğim ayrıntıları ve yeterince odaklanmadığım alt anlamları yakalamaya çalışır, ilk seferde hiç düşünmediğim başlıklar yakalarım.
Yine böyle yaparken, bir önceki yazımda uzunca bahsettiğim Hayat Yaşamaya Değer kitabını kapayıp altı çizili satırlara geri döndüğümde harika bir bölümle karşılaştım. Comte-Sponville, “siyaset” başlıklı altıncı bölümde çok önemli şeyler söylüyordu. Dahası, bir çok önemli görüşünün altını çizmiş ama nasıl olduysa yeterince fark etmemiştim. (Bir başka yazı konusu olarak, nasıl okuduğunuz hangi kitabı okuduğumuz kadar önemlidir sözüne bir kez daha yürekten inandım!)
“Her şey siyasi midir?” diye soruyordu söyleşiyi yapan L’Yvonnet. 68 kuşağının sürekli tekrar ettiği bu sözün o dönemde sanıldığı kadar olmasa da önemli bir gerçekliğe sahip olduğunu belirten Comte-Sponville, “İnsana dair olan her şey, toplumsal, tarihsel, ihtilaflı, dolayısıyla politiktir. İnsan ilişkilerinden hangisi tamamen her türlü güç dengesinden, her türlü iktidar oyunundan, sosyal ve tarihsel çevre tarafından empoze edilen her türlü belirlenimden muaf olabilir?” dedikten sonra ekleme ihtiyacı duyuyordu: “Bununla birlikte, her şey siyasi olsa da siyasetin her şey olmadığı aşikârdır” (s.219).
Bizim gibi ülkelerin siyasetle ilgili ciddi bir sorunu olduğu açıktır. Hem her şey siyasettir hem de pek çok kesimde ondan uzak durma, yozlaştırıcı bir alan olarak görme eğilimi hakimdir. Elitler, gerçek anlamda siyasetle ilgilenmez örneğin, onu kullanırlar. “Kullanışlı iktidarların” başa gelmesini ve bu sayede kazanımlarının olduğu gibi sürmesini önemserler, uygulanacak politikaların siyasi -ve toplumsal- sonuçlarını değil! Yeterli zenginliğe ve güce ulaştığınızda siyasetin yozlaştırıcı etkisine karşı korunaklı bir alana geçildiği inancı yaygındır. Açıklaması ise hemen her zaman ekonominin kendi kuralları ya da teknik gerekliliklerle yapılır. Siyaset birçok insan için temel belirleyici ama bir o kadar da itibarsız ve kirleticidir. Apolitik olmaksa çoğu zaman yüceltilir.
Comte-Sponville buna şöyle cevap veriyor: “İşte, her şey siyasidir, ancak siyaset her şey değildir. Bu nedenle, siyaseti kendi yerine yerleştirmek gerekir; o sadece belirli alanlarda önceliklidir. ‘Apolitik’ olmak her zaman yanılsamadır. Ama politikanın tüm sorunları çözümleyebileceğini iddia etmek de başka bir yanılsamadır. Alain’in güzel formülü…şöyledir: ‘Siyaseti düşünmek gerekir; eğer bunu yeterince düşünmezsek, acımasızca cezalandırılırız.’ Bu, sadece siyaseti düşünmek zorunda olduğumuz anlamına gelmez. Ve sıklıkla olduğu gibi siyasi hayat, fazlaca hayal kırıklığı yarattığı zaman kendi kendime tekrar ettiğim daha karamsar bir diğer formül şu şekildedir: ‘Siyaset sıkıcı, vasat ve çirkin bir şeydir; ancak diğer sıkıcı, vasat ve çirkin şeyler gibi onunla da ilgilenmek gerekir.’” (s.220).
Biliyoruz ki siyasetle ilgilenmesek de o mutlaka bizimle ilgilenecektir. Burada “güzel” olan şey (en azından kendi açımdan!), Comte-Sponville’in siyasete karşı apolitik, yukarıdan bir tavırla bakan insanların sadece “ilgilenilmekle” kalmayıp cezalandırılacakları vurgusudur. Bu böyledir çünkü siyaset, doğası gereği her zaman ihtilaflı ve çatışmacıdır, mesafeli bir tutum takındığınızda yaşanan çatışmanın her zaman kaybeden tarafındasınızdır.
Bu kısa bölümde başka pek çok hayati konuya parmak basar Comte-Sponville. Örneğin, teknik yetkinliğin ya da bir alanın uzmanı oluşun o alandaki bir politikayı haklı çıkarmak için yeterli olmadığını söyler. Bu -belki en fazla böyle olduğu düşünülen- ekonomi için de bütünüyle geçerlidir, güvenlik için de. “‘Başka türlü bir siyaset mümkün değil’ diyor bazen liderlerimiz. Bu eğer doğru olsaydı, siyaset diye bir şey olmazdı. Uzmanlar yeterli olurdu.” (s.223). “Ancak” der Comte-Sponville, “yetkinliğin asla yeterli olmadığını kabul etmek yine de beceriksizliğin veya aptallığın saltanatını körü körüne kabul etmek için bir neden değildir.” (s.223).
Comte-Sponville, ilerleyen satırlarda Fransa’nın politik sahnesi üzerinden sol-sağ kutuplaşmasını ele alır. Bir zamanlar Sarkozy nefreti ve karşıtlığının, “değişim, hemen şimdi!” sloganıyla iktidarı Hollande’a getiren sürecin yetersizliklerini ortaya koyar: “Solda, ne yazık ki, analiz ve programın yerini sadece nefret ve dogmatizm karışımı bir şey tutmaktadır. ‘Değişim, hemen şimdi’ diyorlardı. Eh işte, çoğunluk değişti ancak hiçbir sorun çözülemedi.” (s.224). Hollande dönemi Fransa’da bugün bizdekine çok benzeyen bir tartışma yaşanmış, Hollande’ın muhalefetteyken vadettiği ancak iktidara gelince bilindik sol bakış açısı ve araçlarla çözemediği sorunlar karşısındaki “sosyal liberal dönüşü” bir anlamda “sağcılaşma” olarak ağır şekilde eleştirilmiştir.
Comte-Sponvillle, bu durum karşısında, “Bir politika başarısız olduğunda onu değiştirmek değil onu değiştirmemek utanç vericidir!” dedikten sonra, bugünkü dünyada her türlü sorunun devletçi sol politikalarla çözülemeyeceği “kuşku götürmez gerçeği” karşısındaki “sağcılaşma” eleştirilerine karşılık verir. Ona göre, “Piyasanın ahlakı yoktur. Aksi takdirde piyasa olmazdı…Ancak ekonomi yasalarını devirmek için ahlaka, hatta siyasete bel bağlamamak gerekir! Bunun tersi de eşit derecede doğrudur: ahlak ve siyasetin yerini alması için piyasaya da güvenmeyelim! Aşırı liberalleri haksız çıkaran tam da budur. Krizler dışında, servet yaratmak konusunda piyasa etkilidir, ancak servet, bir medeniyet ya da insani açıdan kabul edilebilir bir toplum yaratmak için yeterli değildir. Dolayısıyla başka bir şeye ihtiyaç vardır. Neye? Bireyler için ahlaka, halklar için siyasete…” (s.227).
Yine çok yerinde bir tespitle Comte-Sponville’e göre siyasetin amacı, insanları mutlu etmekten ziyade mutsuzluğun sefalet, adaletsizlik, baskı, dışlama ve şiddet gibi nesnel sebepleriyle mücadele etmektir. Siyasetin amacı, bu dünyada cenneti bulmak değil insanların hayatının cehennem olmasını engellemektir. Politikanın esas meselesi iktidara gelmek ve elde ettiği güçle kendi politikalarını hayata geçirmektir ancak “devletin esas meselesi dayanışmadır. Çıkarların yakınlaşması veya bunların toplumsal olarak etkin bir şekilde birlikte var olmasıdır.” (s.131).
Onu rahatsız eden bir diğer konu, siyasetin mevcut kötü işleyişine ve vasatlığa teslim oluşuna bakarak itibarsızlaştırılmasıdır. Siyasetin itibarsızlaştırılması bir kısır döngü halinde, aynı zamanda vasatlığın ve kötü işleyişin nedenidir çünkü; “Popülizm ve demagojiye, vazgeçişe ve umutsuzluğa karşı koymak için, bence siyasetin itibarının acilen iade edilmesi gerekiyor. Bunu yapanlara sürekli olarak sövmekle bu konuda başarılı olamayız.” (s.233).
Ve nihayet sağcılık-solculuk meselesi üzerine söyledikleri…Alain’den bir alıntı aktarır: “Sağ partilerle sol partiler, sağcılarla solcular arasındaki ayrışmanın hâlâ bir anlamının olup olmadığı bana sorulduğunda, aklıma ilk gelen fikir, bu soruyu soran adamın kesinlikle solcu olmadığıdır.” (s.234). Compte-Sponville’e göre, sol, “cömert, merhametli ve ahlaklı” olmak ister. Sağ ise, “güçlü, etkili ve açık olmayı ister. Buna göre sağcı olmak daha az “yücelticidir”. Şu söylediği hayli önemlidir: “Solcu olmakla gururlanılır. Sağcı olmakla bilinilir. Solun muhalefette, sağın ise iktidarda daha rahat olması şaşırtıcı değildir. Ancak ben burada öncelikle sol için bir tuzak görüyorum: iyi niyet politika üretmez.” (s.234).
Sol için gördüğü tuzağın ana nedeni kendini solcu olarak gören kişilerin amaca değil “eski usul” ezber araçlara odaklanmalarıdır. “Temelde solcu olmak nedir? …ilerici olmak demektir (durumu muhafaza ya da önceki statükonun yeniden tesisinden ziyade hareket taraftarı olmak); adaleti düzenden daha yüksek bir seviyeye koymaktır (daha yükseğe ve bununla birlikte düzenden vazgeçmeden, zira düzen olmadığı müddetçe adalet mümkün değildir); son olarak güçlülere ya da bir blok olarak kabul edilen ulusa değil, en zayıf ve en fakir olanlardan başlayarak en çok sayıda kişiye fayda sağlayan bir politikayı istemektir. Benim bakış açımdan solu tanımlayan şey -sosyal adaletle başlayan- bazı değerler veya amaçlardır; bazılarının inandıkları gibi bu amaçları gerçekleştirmek veya bu değerlere erişmek için kullanılan araçlar değildir.” (s.236).
Sağ ise düzeni adalete nazaran daha yüksek bir düzeye, sorumluluğu dayanışmadan daha yüksek bir düzeye, muhafazayı ilerlemeden [ve değişimden] daha yüksek bir düzeye koyma eğilimindedir. Dolayısıyla sol ile sağ arasındaki fark, değerler ve amaçlar yönüyledir. “Sağ-sol karşıtlığı öncelikle aksiyolojiktir [değer-temelli]. Fakat eğer düzeni, sorumluluğu ve muhalefeti ya da adaleti, dayanışmayı ve ilerlemeyi savunmakla yetinirseniz, henüz siyaset yapmıyorsunuz demektir…kısaca, sağı soldan ayırmada hedefler ve değerler, araçların seçiminden daha önemlidir. Fakat iyi bir politikayı kötü bir politikadan ayırmada araçların etkinliği, benimsenen hedeflerden veya değerlerden daha önemlidir. Bu ayrım öyle görünüyor ki birçok kişinin gözünden kaçıyor. Bazıları araçların etkinliğini sorgulamak yerine onları doktrinal ölçütlere göre değerlendirir (ideolojik körlük: dogmatizm); diğerleri ise araçların varsayılan verimliliğinin, amaçların değerlerini sorgulamaktan bağışık kıldığını düşünmektedir (teknisyen körlüğü: dar görüşlü pragmatizm.)” (s.241).
Bu durum onu belli ölçüde Makyavelizme yaklaştırsa da kararlı bir şekilde, eğer ki ekonomiyi liberalleştirmek, emek piyasasını esnekleştirmek, rekabetçiliği arttırmak, açıklarla mücadele etmek en fazla sayıda insan için ve öncelikli olarak yoksullar için elverişli ise solun izlediği politikalar olabiliri savunur. Tam tersine, millileştirmek, devletin ekonomiye müdahalesini savunmak, şirketleri vergiyle ezmek, elde olmayan parayı dağıtmak amaca gerçekten hizmet etmeyecekse bütün bunların solla ilgisi yoktur. O, aşırı liberalizmle kolektivizm arasında üçüncü bir yoldan yanadır. Bir tür sosyal liberalizm’dir bu. (Bir başka yazı konusu olarak bize hiç uğramamış bir liberalizm türü yani!)
Comte-Sponville, bu bölümde kadim bir konu olan ahlak-siyaset ilişkisi üzerine de çok önemli. görüşler ileri sürer. Her şeyden önce, solcu ya da sağcı olsun, hakikatin kendi tarafında olduğunu düşünmek ahlaki değildir. Diğer taraftan, ahlakla siyaset farklı şeylerdir ve her zaman zorunlu bir ilişki aramamak gereklidir. Ahlak işsizlik hakkında bir şey dememektedir örneğin. Sadece onun ortadan kaldırılmasını ve onunla mücadele edilmesini, azaltılmasını söylemektedir. “Peki ama nasıl? Hangi araçlarla? Hangi önceliklerle?” diye sorar. Ahlak bu konularda hiçbir şey söylememektedir, bu tam da siyasetin işidir çünkü ve onu ahlaktan ayıran kalın çizgidir.
Son olarak, piyasa ve devlet hakkında ileri sürdüğü görüşleri oldukça açıklayıcıdır. Piyasa kendi kendini düzenlese de sosyal hayatı bütünüyle düzenlemesi söz konusu olamaz: “piyasa ekonomisine evet, piyasa toplumuna ise hayır.” (s.244). Ona göre, “Bir piyasa toplumu, her şeyin satılık olduğu bir toplumdur ve elbette ahlaki olarak kabul edilemezdir. Bu nedenle…ekonominin ahlaki veya dürüst olması söz konusu olamaz; ama ahlak da siyasetin. Veya düzenlemenin yerini alamaz. Birlikte, kabul edilebilir bir toplum inşa etmek için piyasanın ahlakı göz önünde bulundurmayan işleyişine piyasa dışı ve pazarlanabilir olmayan bir dizi dış sınır koymaya ihtiyacımız var. Bunu yapma yeteneğine sadece devlet sahiptir, buna sadece siyaset karar verir.” (s.242).
Yazının başında aşırılıklarım yoktur dedim ama bir an aklıma geldi. Kitabın kapağını kapatıp altını kırmızıyla çizdiğim bölümleri yeniden okumaya başladığımda bazı satırların altını ikinci bir kez lacivert ya da yeşil kurşun kalemle çizerdim bir zamanlar. Şimdi aynı alışkanlığım sürse payına düşeni mutlaka alacak olan bir cümleyle bitirmek gerekirse, Comte-Sponville’in dediği gibi, “Demokraside yaşamak bir şanstır: Onu boğmak yerine göz bebeğimiz gibi korumalıyız.”