Ana SayfaManşetSiz hiç “Kudüs Günü”ne içerden tanık oldunuz mu?

Siz hiç “Kudüs Günü”ne içerden tanık oldunuz mu?

İsrail güvenlik güçlerinin Filistin ve Arap halkı üzerinde estirdiği, insanlık vicdanını hiçe sayan ve Mescid-i Aksa’dan Gazze Şeridi’ne tırmanan son vahşet dalgası, tesadüf sayılamayacak bir şekilde, iyice kanırtır ve burun sürtercesine, Kudüs Günü’nün hemen öncesinde başladı.

[13 Mayıs 2021] 1967’deki Altı Gün Savaşı sırasında İsrail, Golan Tepeleri’nin, Ürdün Nehrinin batı kıyısının ve Sina Yarımadası’nın yanı sıra, Kudüs’ün 1948 savaşından beri Ürdün’ün elinde olan Eski Kent bölümünü de ele geçirdi. O günden beri 7 Mayıs, İsrail’de resmî bayram. Yom Yeruşalayim ya da Kudüs Günü törenleri arasında, bayraklarla yapılan bir gençlik yürüyüşü de var. Rikud Hadegalim (Bayrakların Dansı) diye anılıyor. Kudüs’ün yeni ve modern mahallelerinde başlıyor. Şam Kapısından Eski Kente giriyor. Gösterişçi ve provokatif bir şekilde Müslüman mahallesinin ortasından geçiyor. Batı Duvarı ya da Ağlama Duvarı önünde eda edilen toplu dualarla son buluyor.

https://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/4/4a/Jom_Jeruschalajim.jpg/600px-Jom_Jeruschalajim.jpg

Her seferinde şehri yeniden fethediyorlar yani. Yukarıda, 2017’deki 50. yıldönümünden bir görüntü yer alıyor. Henüz Yafa Caddesindeler; birazdan surlardan içeri dalacaklar. Bizdeki 29 Mayıs 1453 kutlamalarını andıran bir yanı var. Ne ki, çok daha taze, alt tarafı elli küsur yıllık bir yarayı kaşıyor. Üstelik şehrin yaşayan, kalabalık Arap nüfusunun kasten gözüne sokuyor. Dolayısıyla ülkenin kendi sivil siyasî yaşantısı içinde ve demokratik muhaliflerin gözünde de hayli tartışmalı. Mayıs 2015’te İsrail Yüksek Mahkemesi’ne götürüldü. Yürüyüşün Müslüman mahallesinden geçmemesi istendi. Reddedildi. Ama yargıçlar “Araplara ölüm!” gibi ırkçı şiddet sloganlarının kullanılmasını yasakladı. Polisin bu ve benzeri sloganları bağıranları tutuklamasını emretti. Bu karar bile, ortamın nasıl bir şey olabileceği hakkında bir fikir vermeye yeter sanırım.

Ama bir de bunu tam ortasından, up close and personal gözlemek var ki, kolay anlatılır gibi değil. Benim başıma geldi. Her nasılsa içine düştüm yürüyüşün. 15 yıl önce. Kazara.

2005-2006 akademik yılının ikinci dönemiydi. Sabancı Üniversitesi’ndeydim. Bir yandan da, Yunanistan’dan gelen bir dâvetle ve rahmetli Tosun Terzioğlu’nun keyifli onayıyla, Atina’nın Panteion Üniversitesi’nde ders veriyordum, haftanın üç günü. Karşılıksız. Çarşamba sabah erkenden Atina’ya uçuyor, o gece 3 saat anlatıyor, Perşembe gününü öğrenci randevularıyla geçiriyor, Cuma akşam gene 3 saat anlatıyor ve Cumartesi sabah İstanbul’a dönüyordum.

Derken İsrail’deki tarihçi arkadaşlarımdan da bir dâvet geldi, orada da Türk milliyetçi tarihçiliğini anlatmam için. Tel Aviv Üniversitesi ile Beer Sheva’daki Negev Ben-Gurion Üniversitesi’nde iki konferans vermeye çağırıyorlardı.

Gittim. Önce Tel Aviv’de konuştum. Asıl historiyografi sorunlarına giden yolda, modernist Türk milliyetçiliğinin İttihatçı ve Kemalist kuşaklarının geri ve ilkel bir topluma yukarıdan aşağı medeniyet götürme misyonunun, (kazanımlarının yanı sıra) nasıl bir sosyo-kültürel bölünmeye yol açtığına; çoğunluğu itibariyle alla turca bir toplum içinde alla franca bir mahalle, bir enclave yarattığına da değindim. Bu alla franca mahalle mensuplarının kendilerini sürekli tehdit ve kuşatma altında hissetmesinden söz ettim. İtiraf edeyim ki biraz da kinayeli bir yaklaşım tutturdum. İsrail tarihinde bir “Masada kompleksi” vardır. Birinci Yahudi-Roma Savaşı sona ererken, İS 73-74 yıllarında kayalık, dik yamaçlı Masada platosuna sığınmış bulunan 960 isyancının teslim olmaktansa kendilerini uçuruma atışı destanlaştırılır. Bu, günümüz İsrail’inin Araplarla kuşatılmış ama daima direnecek olmasının metaforuna dönüştürülür. Bu arkaplana atıfta bulunarak, “Kemalistlerin Masada kompleksi” gibi bir ifade kullandım. Herkes anladı, “Batının Ortadoğu’daki iki ileri karakolu” imâsını. Dahası, resmî çizgideki Türk tarihçiliğinin, Türk milliyetçiliğinin etnik-dinî “öteki”leri ve mağdurlarını (örneğin Ermenileri) gözardı etmesini de, İsrail’in resmî tarihçilerinin meselâ Nakba’yı gözardı etmesini çağrıştıracak ifadelerle çözümledim.

Dinleyicilerimden bazıları çifte eleştirel yaklaşımımı takdir etti, bazıları ise hiç hoşlanmadı. Martin Kramer geldi yanıma. O sırada Moshe Dayan Center’ın direktörüydü. Neydi, nedir bu MDC? Mossad’ın ilk yöneticisi Reuven Shiloah’ın önerisiyle 1959’da kurulan ve resmen, açıkça, İsrail istihbaratı ile akademisi arasında köprüler kurmayı öneren bir think tank. Kendi resmî sitelerinde yazıyor bütün bunlar. İşte bunun başındaydı Kramer; gerisini kendi yorumlarınıza bırakıyorum. Daha önce Toledo’daki, Chatham House kurallarına göre kapalı devre yapılan “21. Yüzyılda Avrupa ve İslâm” konulu bir forumda tanışmıştık. Pek de iyi tanışmamıştık doğrusu. Rahmetli Elizabeth Zachariadou bir kahve molası sohbetinde Bernard Lewis’i azıcık eleştirecek oldu diye çok kızmıştı. Hiç unutmam; bu sefer konuşmamdan sonra geldi ve  soğuk bir şekilde, “nerede durduğunu, neyle uğraştığını şimdi anladım” gibi bir şey söyledi (Now I understand what you are doing). Artık seni teşhis ve deşifre ettim çağrışımları yüklüydü. Yıllar sonra, 9/11 saldırıları sonrasında oluşan İslamofobi ortamında, bu dalganın yeni ve katı sağcı militan merkezlerinden, Amerikan üniversitelerinde entellektüel terör estirmesiyle ünlü Middle East Forum’un iki kurucusundan biri olduğunu okudum.  

Bitti, çıktık. O akşam, geçen yıl (2020’de) vefat eden Michael Winter ve bütün bu geziyi organize eden Amy Singer’la birlikte yemek yedik, Yafa’da limanda. Ertesi günüm boştu. Garajdan bir minibüse atlayıp Kudüs’e gittim. Uyarılmıştım, 7 Mayıs Kudüs Günü; yürüyüş öğleden sonra; o saatlere kalma, vakitlice dön diye. Bilmeyenler için, Eski Kentin planı yukarıda, başlık resmi yerinde. Önce Hıristiyan mahallesine girdim, kiliseleri gezdim. Sonra suk’a, kapalı çarşıya daldım. Erken saatlerde henüz renkli ve cıvıl cıvıldı. Birkaç dükkandan çeşitli posterler satın aldım. Hepsini uzun bir karton silindire koydurdum. Çıktım. Yeni Kapı’dan, Bab ül-Cedid’den (tepedeki haritada New Gate) Eski Kentin Kanuni’nin yaptırdığı savunma duvarlarına tırmandım. Çepeçevre yürüdüm, surların üzerinden, aşağıdaki Hıristiyan, Ermeni, Yahudi ve Müslüman mahallelerini seyrederek. Sonuna doğru yoruldum. Biraz oturup dinlendim. Sonra kalktım ve tekrar yürüyüp Yeni Kapı’dan aşağı indim. Öğlen olmuştu. Başıma bir şey gelmeden gideyim artık dedim.

Dedim ve poster silindirimin yokluğunu farkettim. Düşündüm, hatırladım. Oturup dinlendiğim yerde bırakmış olmalıydım. Saate baktım. Tahammül edemezdim, bütün o güzelim Kubbet’üs-Sahra, Mescid-i Aksa, Kudüs’ün Kapıları, Zeytin Dağı vb posterlerimi bırakıp gitmeye. Gecikeceğimi bile bile, bu sefer Şam Kapısı’ndan (tepedeki haritada Damascus Gate) tekrar yukarı çıktım. Eğri büğrü zeminde koşturabileceğim kadarıyla koşturarak, nefes nefese oraya vardım. Vardım ve durdum. Şimdi üç dört İsrail askeri oturuyordu orada. Bir makinalı tüfek yuvası kurmuşlardı. Namlusu aşağıya, Müslüman mahallesine bakıyordu. Gençtiler, belki ancak yirmi. Güldüler beni görünce. Hemen anladılar. Bunu mu arıyorsun diye uzattı biri poster muhafazamı. “Patlayıcı yok, değil mi” diye de şakalaştılar. Besbelli, açıp bakmış, kontrol etmişlerdi. Halim tavrım ve görünüşümle de zararsız turist kategorisinde yer alıyordum.

File:Jerusalem suk night 9103.JPG - Wikimedia Commons

Teşekkür edip aldım, aynı yerden indim — ve o Kudüs gençlik yürüyüşünün içine, önüne düştüm. Her taraf güvenlikle çevriliydi ve hiçbir yer yoktu gidecek; çaresiz, dönüp onlardan önce tekrar suk’a, Müslüman çarşısına girdim. Üç dört kişilik mavi-beyaz sıralarla koşar adım geliyorlardı, başlarında kippah veya yarmulke’leri, ellerinde İsrail bayrakları. Yalnız değillerdi; sağ ve sol yanlarında birer sıra İsrail askeri de yürüyordu onlarla birlikte, yüzleri dışa dönük, ellerinde ateşe hazır (belki Uzi) makinalı tabancaları. Baktıkları kaldırımlarda ise, yukarıda tenha halini gördüğünüz çarşının bütün Arap Müslüman dükkancıları sıralanıyordu. Bir tek kişi kalmamıştı içerde; hepsi sırtlarını duvara dayamış, kollarını kavuşturmuş, öyle suskun ve ciddi duruyordu. Duruyorduk, ben de aralarında. Kimse kıpırdamıyor, çıt çıkmıyordu. Seyrediyorduk geçenleri. Nasıl bir gerilim vardı havada! Elle tutabileceğiniz, bıçakla kesebileceğiniz kadar kesifti. İnsanın tuhaf şeyler geçiyor aklından, böyle olağanüstü durumlarda. Sanat ve gerçek birbirine karışıyor; Gillo Pontecorvo’nun 1967 yapımı Cezayir Savaşı filmindeki casbah’ı ve işkencenin örgütleyicisi Yarbay Mathieu komutasındaki Fransız paraşütçülerini düşünüyordum.

2006 yılının o 7 Mayıs öğleden sonrası, tek gürültü yürüyüşçülerin şamatasıydı Kudüs çarşısında. Ama duyulmuyordu. Duymuyordum. Sadece sessizliği, taş gibi kederli sessizliği hatırlıyorum.  

- Advertisment -