Sonsuz değildi, değişmez değildi, bundan böyle başka türlüsü olamaz değildi. Tersine, gayet spesifik bir zaman dilimiydi; 1875-1914, akademik tarihçilikteki adıyla Yeni Emperyalizm. Neden yeniydi? Veya neye göre? İlk denizaşırı imparatorluklar dalgası, mevcut avadanlıkla fethedilebilecek olanı (yeryüzünün Avrupa dışındaki bir yüzde 30-32 kadarını) fethettikten sonra, 18. yüzyılın başlarında durulup durakladığından ötürü. Tekrar kendi iç çatışmalarınagömülmüştü Eski Kıta: İspanya Veraset Savaşları (1701-1714), Avusturya Veraset Savaşları (1740-1748), Yedi Yıl Savaşları (1756-1763), Fransız Devrimi Savaşları (1792-1802), Napolyon Savaşları (1803-1815), 1830 devrimleri, 1848 devrimleri, İtalya’nın birleştirilmesi savaşları (1848-1849, 1859, 1860, 1866, 1870), Alman Birliği’nin kurulması savaşları (1864, 1866, 1870). Avrupa’nın siyasî coğrafyası tamamlanmıştı bu süreçte, Almanya ve İtalya’nın da Büyük Devletler (Great Powers) saflarına katılmasıyla. Öte yandan Yeniçağın deniz imparatorlukları, tabii özellikle Britanya İmparatorluğu, orada bir yerde duruyordu; âdetâ unutulmuş gibiydi.
Derken tuhaf bir şey oldu 1870’lerin ortalarında; neredeyse iki yüz yıldır içe dönmüş bulunan bu Büyük Devletler, Osmanlı deyişiyle bu Düvel-i Muazzama, sanki gizli bir emir almış, belki insanların duyamayacağı frekansta öten bir köpek düdüğü çalınmışçasına, bu sefer sırtlarını birbirlerine, yüzlerini ise uzun bir aradan sonra gene dışarıya döndüler ve yeryüzünün paylaşılması yarışına, bir bakıma kaldıkları yerden tekrar katıldılar. Geçen sefer, 18. bölümde anlattığım yeni maddi-teknolojik eşik temelinde, yeni bir yayılma dalgası yaşandı: Artık bir ahşap ve rüzgâr uygarlığı değil, bir buhar ve çelik uygarlığının zırhlıları, uzun menzilli topları, konik patlayıcı mermileri, seri atışlı piyade silâhları, makinalı tüfekleri, demiryolları, lokomotifleri, şilepleri, asker nakliye gemileri ve marşandizleri (yük trenleri), tropikal hastalıklara karşı geliştirilen ilâçları… Batı ile Batı-dışı arasındaki kuvvet dengesizliğini doruğa çıkardı; anakaraların içlerine girilmesini ve (beyaz yerleşimcilerin yerlileşmesiyle ortaya çıkan creole hâkim sınıfları da sayarsak) dünyanin Avrupalılarca veya Avrupa kökenlilerce sahiplenilmemiş hemen hiçbir köşesi kalmamasını sağladı. Üstelik bu Yeni Emperyalizm, kitlesel medya çağında, gelişmiş ülkelerdeki kamuoyunun gözleri önünde cereyan etti. Özellikle Afrika’nın kapışılmasındaki (scramble for Africa) her yeni adım, İngiliz, Fransız, Alman ve İtalyan gazetelerine günü gününe yansıdı. Seyirlik bir spora dönüştü; hayli isterik bir taraftarlığı, takım tutma psikolojisini besledi; emperyalizmi duygusallaştırdı; Birinci Dünya Savaşı felâketine sürüklenişi kolaylaştıran emperyal milliyetçilikleri yarattı ve popüler kıldı.
Öyle veya böyle; izleyicilerine çok çarpıcı geldi bu muazzam macera. Çünkü eskisi unutulmuştu. Çünkü çok masifti, kapsayıcıydı. Uluslararası ilişkilerin odağıydı. Çünkü medeniyet ile ilkellik karşılaşması gibi dramatik-ötekileştirici boyutları da içeriyordu. Bütün dikkatleri üzerine çekti. Daha o çağda, kırk küsur yıl boyunca yazıldı çizildi, sürekli konuşuldu. Elitler kabaca “emperyalistler” ve “emperyalist olmayanlar” (imparatorlukçu politika ve eylemlerden yana olanlar ve olmayanlar) diye ayrıştı (altını çiziyorum: emperyalist ülkelerin hâkim sınıfları da “emperyalist” değildi bütünüyle). Bunu kaotik, spontane, organize edilmemiş bir “tartışma” gibi düşünürsek, başlıca üç soru öne çıktı: (1) İyi mi kötü mü (ve kimin için)? (2) Neden oluyor? Tesadüfî mi, vazgeçilebilir bir tercih mi? Yoksa zorunlu ve kaçınılmaz mı? (3) Nereye gidiyor: ebedî barışa mı, yeni ve daha büyük savaşlara mı?
Farklı kesimlerden, farklı cevaplar geldi bu sorulara. Lenin’inkiler, bunlardan sadece biriydi. “Emperyalizm tekelci kapitalizmdir.” 1960’lar ve 70’lerin genç kuşağı bunu emperyalizmin olgusu, gerçeği sandı. Oysa değildi. Bir teorisiydi. Teorilerinden sadece biriydi.