İstanbullu Katolik bir ailede doğdum. Katolik Ermeniler Ortodokslara nazaran kendilerini daha Avrupai, kültürlü, görgülü, ‘gelişmiş’ addederlerdi. 19. Yüzyıl ortalarından itibaren Fransız okullarının tedrisatından yararlanmış, Anadolu’nun batısına yerleşmiş, hali vakti yerinde sayılacak kentli ailelerdi.
Ufak yaşlarımdan itibaren bu ‘doğallaşmış’ kendini beğenmişlik beni sinirlendirmeye başladı. Fikirsel bir karşı argümanım yoktu ama duygusal olarak bu kibirli halden uzak durmaya meylettim. Katolik cemaati içinden akraba ve dostların çocuklarına pek yanaşmadım.
Gençlik yıllarımda da nispeten az sayıda Ermeni arkadaşım oldu. Ancak Ermeni kimliğini taşımak durumunda olduğum ölçüde cemaatin genel hissiyatıyla da tanıştım. Soykırım meselesi benim için bile ancak yirmili yaşlarımda rastlaştığım bir hadisedir. Sonradan öğrendiğime göre Sıvas/Yozgat yöresinden gelen ve Ortodoks olan babaannemler 1915 olaylarında aile fertlerinin çoğunu kaybetmiş, İstanbul’da bulunan bazı dayılar da kendileri evden ayrılıp bir daha dönmemiş. Kimse biz çocuklara bunları anlatmadı… Aileler çocuklarını korumak ve muhtemelen bu ülkede yaşamalarını kolaylaştırmak üzere geçmişi yok saymışlardı.
Konu ile ilk karşılaşmalarımda tamamen bilgisizdim ve karşımda ‘bilirmiş’ gibi konuşan Ermeniler buldum. Ne var ki ‘bilmenin’ nasıl bir şey olduğu hakkında fikrim giderek derinleştiği için, o Ermenilerin de pek bilmeden, kişisel hikâyeleri genelleştirerek ve esas olarak duygu temelli bir söylem tutturduklarını görüyordum.
Soykırıma sarılmak Ermeni olmanın koşulu gibi görülüyordu ve bu itici durum beni çoğu zaman tepkiselliğe sürükledi. Ne var ki yaş otuzlara geldiğinde artık epeyce okumuş, neyin bilimsel çalışma neyin palavra ve hamaset olduğunu ayırt edebilecek duruma gelmiştim. Her iki tarafta da yer alan milliyetçi anlatıları, süslemeleri, duygu sömürülerini bir yana koyduğumda ortada apaçık, pek gizlisi saklısı olmayan bir tarihsel süreç vardı…
Bugün söz konusu dönemi, yaşananların serencamını ve nedenini anlamak için yabancı dile ihtiyaç yok. Türkiyeli çok sayıda ciddi tarihçinin kitap ve makaleleri fazlasıyla yeterli… Burada dar bir çerçeve ile yetinebiliriz…
Tanzimat’la birlikte Osmanlı devleti modern dünyaya adaptasyon açısından sıkışmaya başlamış, önce devlet yapılanmasında, ardından devlet/toplum ilişkisinde reform yapmaya zorlanmıştı. Devlet ve ülke için ‘devam etmek’ ancak değişerek mümkündü. Ne var ki bu değişim eşitlik üzerinde temellenmiş bir vatandaşlık anlayışını ima ediyordu. Oysa Osmanlı yüzyıllardır Sünni Müslüman cemaatin en tepede yer aldığı bir cemaatler hiyerarşisiydi. Kimliklerin devlet nezdinde eşit olması Sünni cemaatin kabullenmekte zorlandığı bir durumdu.
Buna karşılık gayrımüslimler Batı’daki hak ve özgürlük anlayışının Osmanlı’da da geçerli olmasını bekliyorlardı. Aynı zamanda milliyetçiliğin yükseldiği, her etnisitenin kendine ait yurdunun olmasının bir hak olduğu fikrinin hızla yaygınlaştığı bir dönemdi. Basitçe söylersek, eşitlik yönünde reformu beceremeyen veya istemeyen ülkelerde ikinci sınıf statüsüne sahip, ya da öyle hisseden vatandaşların milliyetçileşmesi hayatın doğal akışıydı.
Büyük kısmı Doğu Anadolu’da yerleşik Ermeni cemaati de öncelikle haksız, gayrı adil uygulamaların bitmesini ve daha geniş bir perspektifte eşit vatandaş olacakları bir düzeni talep etmeye başladı. Çektikleri sıkıntıları 1870’lerden itibaren neredeyse yirmi yıl boyunca sayısız dilekçe ile Saray’a ilettiler ama sorunlar devam etti. Bu ortam yabancı devletlerin meseleye taraf olma isteklerini artırdı ve bazı Ermeni siyasi/kültürel oluşumlar da bunu savunmaya başladı.
Devlet taleplere tepkisiz kaldıkça Ermeni toplumu içinde milliyetçilik güçlenip partileşti. Ancak ayrılıkçı fikirler henüz yoktu… Nitekim en milliyetçi parti olan Taşnaksutyun, İttihat ve Terakki Cemiyeti ile işbirliği içinde rejimin özgürleşmesi, reformların yapılması, Fransız Devrimi’nden gelen ideallerin yerleşmesi için mücadele etti…
Öte yandan aynı süre içinde baskılar Doğu’da Ermeni çetelerinin ortaya çıkmasıyla sonuçlandı. Karşılarında Türk ve Kürt çetelerini buldular. Karşılıklı köy basmalarda her iki taraftan binlerce insan öldü. Dengesiz olmakla birlikte ‘simetrik’ bir durumdu. Ama sonraki aşamada simetri bozuldu, çünkü devlet işi ele aldı.
1895-96 yıllarında birçok vilayette on binlerce Ermeni evlerinde, sokaklarda, iş yerlerinde öldürüldü. 1909’da henüz 2. Meşrutiyet kutlamalarından bir yıl sonra Adana’da Ermeniler üzerindeki baskılar silahlı çatışmaya dönüştüğünde, devlet Ermenileri silahsızlandırdı ve ardından en az otuz bin Ermeni bir ‘kampanya’ şeklinde öldürüldü.
Bu süreçte (son ana kadar) devlet defalarca reform sözü verdi, bu yönde adım atacakmış gibi davrandı ama arkasını getirmedi. Genel gidişat giderek yıkılma ve parçalanma korkularını beslemekteydi. Çok kısa bir süre içinde İmparatorluk toprakları ve nüfusunun önemli kısmı kaybedilmişti. Araplardan Arnavutlara herkes ayrılma ve kendi ülkesini kurma peşindeydi. Giderek Anadolu’ya sıkışılıyordu ama Anadolu nüfus olarak ‘sıkıntılı’ bir yerdi. Dünya Savaşı öncesindeki nüfus sayımına ve dini kurumların kayıtlarına göre (yuvarlak rakamlarla) 10,5 milyon insanın 2,7 milyonu Rum, 1,7 milyonu Ermeni, en az yarım milyonu Yahudi, Süryani, Keldani gibi diğer gayrımüslimlerdi.
Kürtlerin de 1,5 milyon civarında olduğu düşünülürse, Türk ve Müslümanlar hem en büyük cemaat hem de toplam içinde bir azınlıktı… Kürtlerle Müslümanlık temelinde birlikte olma ve gayrımüslimlerden bir biçimde kurtulma fikri, Balkan Savaşı atmosferinde devlet içinde hızla yaygınlaştı.
İttihatçılar Dünya Savaşı koşullarından da yararlanarak sistemli bir temizlik stratejisi izlediler. Önce Rumlar İç Anadolu’ya ardından sınır ötesine sürüldü, 1914 ortalarında Süryaniler tehcir edildi ve o yılın sonuna doğru da Ermenilerle ilgili ilk adımlar atıldı. 1915’in ilk birkaç ayında niyet belli olmuştu.
Ermeni erkekler askere alındı, silahsızlandırıldı ve farklı usullerle ‘etkisiz’ kılındı. Kadınlar, yaşlılar ve çocuklar ise hayatta kalıp kalmayacakları önemsenmeden ölüm yolculuklarına çıkarıldı. Hükümet operasyonu ilçe ilçe nüfus kontrolleri ile takip etti. Tehcir emrini uygulamayan ya da savsaklayan yerel idareciler görevden alındı, bazıları öldürüldü.
Sonuçta yüz binlerce insan Amerika’ya, Avrupa’ya, Orta Doğu ülkelerine ve Rusya’ya kaçarak hayatını kurtardı. Yaklaşık üç yüz bin kadar insan Anadolu’da kalmasına karşın ölümden kurtuldu. Bunlar genellikle ülkenin batısında yaşayanlar ve Katolik cemaati mensuplarıydı. Avrupa devletlerinin baskısından korkulduğu için bu kesim tehcirin dışında tutulmuştu. Yaklaşık altı yüz bin kişi ise doğrudan ve dolaylı şekilde öldü, öldürüldü…
Tehciri bir ‘tedbir’ olarak organize edenlerin ille de ‘öldürmek’ niyetini taşımadığı ileri sürülebilir. Nihayette devletin amacı insanların bir an önce ve hızla ‘buralardan’ gitmesi, Anadolu’nun bütünüyle Müslüman hale gelmesiydi. Ne var ki bazı insanları ‘kurtulunması gereken’ nesnelere indirgediğinizde, öldürülmeleri de doğallaşır, sıradanlaşır, hatta övünç malzemesi haline gelebilir.
Öte yandan ‘Ermenilerin mal varlıklarına ne olduğu’ sorusu olayın pek de masum olmadığını gösteriyor. İttihat ve Terakki’nin ileri gelenleri ve yerel eşraf ‘malın’ önemli kısmını bölüştü. Emir komuta dışına çıkarak ganimetin bir bölümünü uhdelerine geçirenleri de ‘tehciri suistimal ettikleri’ gerekçesiyle yargıladılar ve hatta bazılarını astılar.
1925-28 arası çıkarılan üç kanun ‘mal’ meselesinin o noktada bitmediğini hatırlatıyor… Bunların ilki yurt dışında olan Ermenilere dönüş için kısa bir zaman aralığı tanıdı, ikincisi dönmeyenleri vatandaşlıktan çıkardı, üçüncüsü de vatandaş olmayanların malına devletin el koymasını mümkün kıldı…
Yine de eğer ‘soykırım’ diye bir sözcük olmasaydı belki Türkiye halkı ve devleti, herkesin bildiği, detaylarıyla anlattığı ve yaşanırken dünyanın bütün gazete ve dergilerinde aylarca makale ve resimlerle yer almış bir olayı reddetme dürtüsüne kapılmaz, yaşanmış gerçekleri kabul edecek kadar özgüvenli davranabilirdi. Ne var ki ‘soykırım’ ağır bir sözcük… Kimliği lekelediği düşünülen, taşınması zor bir yük.
Ancak belki de asıl sorun bu… Bugün Myanmar’da, Çin’de soykırım uygulanıyor. Geçmişte Avusturalya’da, Almanya’da, Güney Afrika’da, Rusya’da, Bosna’da ve daha birçok yerde yaşandı. Aslında sıradan bir olay. İnsanın kültürel olarak engellenmesinde yarar olan doğal eğilimlerinden biri…
Yüzyılın ilk çeyreğinde İttihatçı yöneticiler, onların uzantısı Teşkilat-ı Mahsusacılar ve yerelde en gaddar uygulamaları yapan yöneticiler de insandı. Nitekim 1917 sonrası intikam için dönen Ermeni birliklerinin yaptıkları vahşet ve katliam da aynı çerçeveye oturuyor. Bugün dünyada ve Türkiye’de halen bu tıynette çok insan var ve koşullar uygun olduğunda benzeri yöntemleri kullanmaları şaşırtıcı değil. Diğer deyişle insanlar ve insanlık adına utanç verici olsa da yapılan ‘işin’ kendisi maalesef sıradan…
Öte yandan bu meselenin ‘ad verme’ açısından kritik bir yönü var: Soykırım doğrudan gözlemlere dayanan bir olgu değil. Pencereden baktığımızda sokakta insanların öldürüldüğünü, toplu halde linç edildiklerini görebiliriz. Ama buna ‘soykırım’ demek için gördüklerimizi bir bağlama oturtmamız gerekir. Dolayısıyla herhangi bir olayı ‘soykırım’ yapan nitelik, o olayın hangi bağlam içinde tanımlandığıdır. Basitçe söylersek ‘soykırım’ bir olaya (olaylar dizisine) bizim sonradan verdiğimiz bir tanım.
Belirli bir tanıma sahip olduğumuz için ve o tanımdan hareketle herhangi bir olaya ‘soykırım’ diyor ya da demiyoruz… Nitekim elimizde tarihçilerin ve diğer disiplinlerin katkısıyla oluşan böyle bir tanım var.
Buna göre herhangi bir olayın ‘soykırım’ sayılması için dört koşul bulunuyor: 1) Eylem mağdur olan grubun kimliği hedef alınarak yapılacak; 2) Kişilere değil gruba yönelik olacak; 3) Belirli bir merkezden yönetilecek; 4) Eylemin ardında, kasıtlı davranışı açıklayan belirgin bir niyet ya da ideoloji olacak.
1915 olayları da Ermeni kimliği hedef alınarak, kişi ayırt etmeden tüm topluma yönelik olarak yapıldı. İttihatçı devletin Dahiliye Vekaleti’nce yürütüldü, koordine edildi ve denetlendi. Ve de Anadolu’nun ‘Türk ve Müslümanlaştırılması’ stratejisinin parçasıydı. Diğer deyişle tanımın ilk üç maddesi açısından ortada bir tartışma yok.
Türkiye de 1915 Tehciri’nin soykırım tanımının 4. Maddesine uymadığı tezine sarıldı. Niyetin bu olmadığı, yönetimin insanların başına bunca kötülüğün geleceğini öngörmediği ileri sürüldü. Ama ilk kafilenin başına gelen görüldükten sonra diğerlerinin artık bile bile o yola sürüklendiği açık. Ayrıca insanların hayatta kalma koşullarının olmadığı Der-Zor çölüne sürülmesi de niyet ya da kasıtla ilgili yeterli ipucu vermekte… Nihayet binlerce insanın henüz kafileler yola çıktıktan hemen sonra topluca öldürüldüklerine dair çok sayıda ve hemen her bölgede tanıklıklar var.
Dolayısıyla eldeki tanım bu olduğu sürece 1915 olaylarına ‘soykırım’ dememek mümkün değil. Ortada karanlıkta kalmış, belge eksiği ya da belirsizliği olan bir durum yok. Devlet bu tür argümanları kendi halkını ikna etmek ya da kandırmak üzere bir resmi politikaya dönüştürmüş gözüküyor.
Ancak yaşanmakta olan garabet bununla sınırlı değil. Türkiye Ocak 1951’de yürürlüğe giren ‘Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme’yi de imzalamış durumda. Sözleşme doğal olarak o tarihten sonraki soykırımlarla ilgili, ama hangi eylemlerin soykırım tanımına dahil addedileceği konusunda genel teamülü gösteriyor.
Madde 2 şöyle… “Bu sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden herhangi biri, soykırım suçunu oluşturur: a) Gruba mensup olanların öldürülmesi; b) Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi; c) Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarını kasten değiştirmek; d) Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak; e) Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek.”
Diğer deyişle kimseyi öldürmesek bile, çocukları annelerinden zorla aldığımızda, ailelerin çocuk yapmasını engellediğimizde, ölebileceklerini bilerek insanların yaşam şartlarını değiştirdiğimizde ‘soykırım’ yapmış oluyoruz. 1915 yılında bu Sözleşme yoktu… Ama öyle şeyler yaşandı ki 1950’ye gelindiğinde sorumluluk duygusu insanların böylesine geniş bir tanımlamada buluşmasını sağladı. Söz konusu sorumluluk duygusu sadece Nazi deneyiminden hareketle değil, öncesine de gönderme yaparak oluşmuştu.
Kısacası Türkiye herkesin bildiği, işaret ettiği, konuşup yazdığı, neredeyse standartlaşmış bir referans olayı reddeden bir konumda. Üstelik soykırım tanımını kabullenerek ve Sözleşme’ye de imza vererek. Bunun fazlasıyla şizofrenik bir durum olduğu, Türkiye’yi ve Türkleri dünya nezdinde küçülttüğü açık. Soykırımın kabul edilmemesi için harcanan lobi paraları ve tarihçi görüşü ‘satın alma’ faaliyetleri ise fazlasıyla utanç verici… Türkiye kendi tarihiyle, kendi yaptıklarıyla yüzleşemeyen, kendisine yapılanlar üzerinden bir mağduriyet ile cengâver bir fetihçiliği birleştirmenin çelişkilerini bile kavrayamayan, olgunlaşmamış, ergenliği aşamamış bir psikolojinin esiri olarak algılanıyor.
Bu zihinsel durum içe kapanmayı, devlete ve devletçiliğe bağımlılığı, hamasi ve zemini boş bir milliyetçiliği, sahte bir geçmiş ve hayalci bir gelecek ihtiyacını pekiştirip, onun ana malzemesi olarak işlev görüyor.
Türkiye’nin kendi sıradanlığını kabullenmesi ve kendisini insanlığın parçası kılan bu özelliğini sahiplenmesi gerekiyor. İnsanlık ancak gayret göstererek iyiye ve doğruya gidebilir… Kendi haline bırakıldığında kendisine yönelik kötücül yönlerini dizginlemek zordur, çünkü bunlar da onun doğal özellikleri… İyi ve doğruyu kendi fıtratının tezahürü sanan yaklaşımlar sağlıksızlık üretir ve Türkiye de uzun sayılacak bir süredir bu sağlıksızlığın pençesinde. Kendine çıplak gözle bakamamak, bundan korkmak, nesnelliğin kimlik kaybına neden olacağından ürkmek her halkı ‘çocuk’ bırakır, onu ‘babaya’ mahkûm eder ve kişiliğini elinden alır.
Türkiye’nin soykırım meselesinden etkilenmeyecek bir noktaya gelmesi, bu meseleyi aşması ‘büyümesini’ gerektiriyor. Ama bu silahla, fabrikayla, yol ve köprüyle olmuyor… Zihnin içinde ‘büyümek’, kendini ve benzerlerini anlamak gerekiyor.
Nitekim bunu yapmadan ne kendini ne de benzerlerini sevmek de mümkün değil. Bugün Türkiye onca hamasetin de gösterdiği üzere sevgisiz bir ülke. Başkalarıyla birlikte yaşamayı içine sindirememiş, insan olmanın basitliğinin keyfine varamamış, güç ve statü peşinde vicdanlarını ucuza satmaya hazır olanların çığ gibi arttığı bir ülke…
Biden bu yıl ‘soykırım’ demiş… Bence çok iyi olmuş. Türkiye’nin zihinsel prangalarından kurtulması için bir şans. Ancak nasıl tepki verileceğine bağlı… Özgürleşmek de mümkün, hastalanıp zihnen yozlaşmak da.
Çocukluğumda yakın çevremdeki içselleşmiş bilgiçliğe, hamasete isyan etmiştim. Gençliğim Ermeni toplumunun benzer özelliklerine sinirlenip tepki vermekle geçti. Zaman içinde ben de daha anlayışlı oldum, ama Ermenilerin olumlu yönde değiştiğini, çok daha geniş bir bakış geliştirdiklerini, ‘insan’ olmayı ve ötekileri ‘insan’ görmeyi hazmettiklerini gördüm.
Aynı şey bu toprakların Türk Müslüman insanlarına niye nasip olmasın? Ne de olsa havası ve suyuyla, zayıflık ve güzellikleriyle aynı küçük dünyayı paylaşıyoruz…