Suriye’ de “yeni” bir dönemden bahsedebilmek için sadece Beşşar Esed’in 7 yıllık dördüncü bir başkanlık süresi kazanmış olması yeterli değildir. Çünkü Suriye’de belirleyici aktör ne bu şahıstır, ne de temsil ettiği rejim. Suriye’de belirleyici aktörler başta Rusya olmak üzere, ABD, İran, Türkiye ve İsrail’dir. Bu büyük aktörlerin yanı sıra daha küçük etki sahibi aktörler de vardır. Esed rejimi ancak bunların arasında sayılabilir.
O yüzden sadece muhalifler değil, rejim yanlıları, rejimin kendisi, Rusya ve İran da seçimlerin komik olmayan bir mizansen olduğunu, sonucunun önceden belli olduğunu biliyor.
Bu durumda “yeni dönem” diye adlandırabilecek sadece iki şeyden bahsedebiliriz.
Birincisi; ABD’de yeni bir yönetimin olması, ki bunun geçen 5 ay sonunda Suriye konusunda kayda değer bir politika değişikliğine yol açabileceğine dair hiçbir emare görülmemiştir. Yine de ABD ile Rusya liderlerinin yakında gerçekleşbilecek ilk yüz yüze görüşmelerini beklemek ve böyle bir görüşmede Suriye konusuna kaç dakika ayrılacağını görmek daha akıllıca olabilir.
Öte yandan Haziran’ın 14’ünde yapılması beklenen Biden-Erdoğan görüşmesi de var. Yine kaç dakika sürebileceği bilinmeyen bu görüşmede -Türkiye ile ABD arasında ihtilaflı kalın bir dosya bulunduğunu göz önünde tutarsak- Suriye konusunun bizatihi bir konu olarak ele alınmasını beklemek gerçekçi bir tutum olmaz.
Belki sadece insani yardımların Cilvegözü sınır kapısından girebilmesi konusu masada olabilir. Türkiye tarafı SDG konusunu konuşmak isteyebilir ama ABD ile bu konuda mutabık kalınması kimsenin beklediği bir sonuç değildir.
Özetle söylersek, Amerika’daki yeni yönetimi esas alarak Suriye’de bir yeni dönemden bahsetmek çok zayıf bir olasılıktır.
Bu durumda elimizde sadece Suriye’de 26 Mayıs’ta yapılan ve Beşşar Esed’in kazanmasıyla sonuçlanan başkanlık seçimleri kalıyor.
Buna ilişkin sorumuz da şöyle olacak: Gelecek 7 yıl boyunca nasıl bir Suriye’yle karşı karşıya olabiliriz, eskisine kıyasla neler değişebilir, neler olduğu gibi kalmaya mahkûmdur?
Öncelikle sadece Esed rejiminin kontrolünde olan bir Suriye’den bahsediyoruz ya da “Esed Suriyesi” diye tapulanmış bir Suriye’den.
Çünkü bunun dışındaki bölgeler büyük belirleyici aktörler dediğimiz yabancı devletlerin kontrolündedir, dolayısıyla Suriye genelinde önümüzde yeni bir dönem olup olmadığını esas olarak bunların davranışları belirleyebilir. Esed Suriyesi’ndeyse, diğer aktörler müdahale etmedikleri ölçüde, rejim kendi ‘programı’nı gerçekleştirebilir, öyle bir programı varsa eğer, ki bu satırların yazarı bunu var sayıyor.
Esed rejimi, 1970’te yapmış olduğu askeri darbeden bu yana, oğul Beşşar’ın dönemi dahil, bir bütünlük arz etse de, bu bütünlük uzun zaman içinde çeşitli evrelerden geçmiştir.
1970 – 1980 arasındaki yıllarda diktatörlüğünü pekiştiren, 1976’da Lübnan’a askeri müdahalesiyle bölgesel bir işlev peşinde olduğunu gösteren baba Esed, 1979 – 1982 yılları arasında ilk ciddi tehlikeyle karşı karşıya gelmişti: Müslüman Kardeşlerden kopan radikal bir grup (El Talial Mukatile) Esed’i devirmek amacıyla birçok silahlı eylem yaparak rejimi ciddi bir şekilde ürküttü.
Esed rejimi önceleri el altından müzakereler yoluyla bir uzlaşma peşinde olduğu izlenimi verse de çok geçmeden şiddet kullanarak onları ezmeyi kafasına koyduğunu göstermişti.
Meclis’ten 49 numaralı kanunu çıkarttırınca artık topyekûn bir savaşa girdiğini herkese ilan etmişti. Söz konusu kanuna göre Müslüman Kardeşler oluşumuna üye olan her kişi, silahlı eylemlere karışmış olsun ya da olmasın, idam hükmüne çarptırılıyordu. Tutuklanan kişiler, korkunç işkenceler eşliğinde soruşturmalara uğramaları bir yana, çoğunlukla soruşturma bile olmadan, “meydan mahkemesi” ile iki dakikalık bir soru cevabın ardından yargıç rolündeki askeri komutanlar tarafından idam cezasına çarpıtılıyorlardı.
Eski savunma bakanı Mustafa Tlas hatırat kitabında bu tür infaz emirlerini bizzat kendisinin imzaladığını itiraf etmiş ve bu tüyler ürperten işlemi haftada iki kere, ellişer kişiyle yaptığını “gururla” ilan etmişti.
Arkasına Baas Partisi’ni ve birkaç ulusalcı- sosyalist partiden oluşan rejim yanlısı “Ulusal İlerici Cephe” diye adlandırılan sözde koalisyonu alan; İslamcı hareketle korkutulan Alevilerin ve diğer gayrimüslim azınlıkların da destek verdiği ve el altından Şam tüccarlarının da onayladığı Hafız Esed, savaşı bütün şiddetiyle sonuna kadar sürdürürken, sadece İslamcı silahlı grupları değil, bütün muhalif oluşumları, solcu – sağcı – milliyetçi – ulusalcı sivil toplum kuruluşlarını ve sonuç olarak bütün toplumu ezip yıldırmayı başardı.
2 yıl süren sıcak ve kanlı savaşın sonunda, destekçileri dahil herkesi yıldırarak yoğun ve uzun süreli bir korku iklimi yarattı. Toplumun bazı kesimleri bu durumdan İslamcıları sorumlu tutsa da artık vahşi bir rejimin pençesine düştüklerini de görmüşlerdi.
Ama iş işten geçmiş, bundan sonra kendileri için boyun eğmekten başka bir seçenek kalmamıştı. Bütün Suriyeliler, Muhaberat diye adlandırılan güvenlik örgütlerinin mutlak insafına bırakılmışlardı.
1984’te Hafız Esed’in hastalığını fırsat bilen kardeşi Rıfat, emrindeki özel askeri birlikleri harekete geçirerek başkent Şam’ı kuşatıp kan gölüne çevirmeyi göze almış, abisinin yerine geçmek istemişti.
Bu ciddi durumda, ordunun geri kalan birliklerinin ve Muhaberat örgütlenmelerinin hepsi de Alevi olan komutanları Hafız Esed’e olan bağlılıklarını ilan ederek Rıfat’ı izole etmiş, hasta Hafız’ın adına resmi olmayan bir geçici yönetim kurulu toplamış, böylece Rıfat’ın kalkışmasını bozguna uğratmışlardı.
Hafız Esed iyileşir iyileşmez Rıfat’ı büyük bir para hibesiyle sürgün etmiş, aynı uçakta geçici yönetim kurulu oluşturan ordu ve Muhaberat komutanlarını da Moskova’ya göndermişti.
Bunlar daha sonra ülkeye dönerken, Rıfat Esed Fransa’ya geçmiş, orada ve İspanya’da Suriye merkez bankasından aşırdığı yüz milyonlarca dolar parayla çeşitli yatırımlar yapmıştı.
Bütün bunları burada neden anlatıyorum?
Çünkü Suriye’de geçen Mayıs ayında başkanlık seçimleri çerçevesinde yaşanan birçok ayrıntı, o karanlık seksenler ve doksanlara geri dönüş gibi görünüyor.
Türkiye kamuoyunda pek bilinmeyen bu tarih parçasının, Beşşar Esed’in yeniden cumhurbaşkanı seçilmesiyle başlayacak olan yeni dönemin anahtarları niteliğinde olduğunu düşünüyorum.
Mayıs ayında yaşananlardan bazı ayrıntıları paylaşarak bu yeni dönemin bazı şifrelerini açıklamaya çalışalım:
Esed Suriye’sinin her yerinde renkli ve coşkulu çok abartılı bir “seçim kampanyası” yapıldı. Her yere asılan Beşşar’ın renkli posterleri Esed rejimi tarihinde görülmemiş bir yoğunluktaydı.
George Orwell’in Big Brother’ı Esed’in yanında cılız kalırdı. Aslında diktatörü kültleştirmek Esed rejiminin 1984’ten sonra geliştirdiği bir proje olarak hedefine varmış ve Esed’in heykelleri bütün kentlere dikilmişti.
1985’te yapılan seçimlerden itibaren “El-Esed ilel-ebed” sloganıyla başkanlığı sonsuzlaştırılmıştı. (Buna rağmen şenlik kıvamında yapılan başkanlık seçimleri duraksamadan sürdürüldü. Bu seçimlerin rejimin bütün yayın organlarındaki adı, resmen telaffuz edilmese de “biatı güncellemek” olmuştu).
İşte o karanlık dönemlerde bile Hafız Esed’in posterleri geçen Mayıs ayında her yere asılan Beşşar posterlerinin yoğunluğuna ulaşmamıştı.
Serbestiyet’te yayınlanan bir video habere göre, bir subay seçim pusulasında Esad’a mührü göğsündeki kanla vurmuştu.
Bu olayın da tarihi bir arka planı vardır ve bizi yine 1985’te yapılan “biat güncellemesi”ne götürüyor. O tarihte “ilelebet” sloganı altında yapılan biat güncellemesinde bir ilk daha yaşanmıştı: Seçim pusulasına kanla parmak izi bırakmak.
Bu da öyle bazı aşırı Esed severlerinin kendi inisiyatifleriyle yapacakları bir şey değildi. Bütün sandık başlarında bunun için hazırda bekletilen iğneler vardı, bir de normal mürekkepli kutular. İnsanların çoğu iğneyi seçiyordu, ‘Esed’i sevmiyor’ diye yaftalanmaktan korktukları için.
Bu kanlı gelenek Hafız’ın ölümünden sonra ortadan kalktı, çünkü meşruiyeti kuşkulu olan Beşşar, özellikle Batı kamuoyu önünde “Londra’da eğitim görmüş genç, modernist, reformist” profilli bir kişi olarak görülmek istiyordu. Dolayısıyla, ilk aylarında posterlerinin şehir sokaklarında asılmasını bile yasaklamıştı.
Ama birkaç ay geçtikten sonra, entelektüel kesimlerin yavaş yavaş muhalif bir tonda seslerinin yükseldiğini görünce, posterler çok abartılı sayılarda olmasa da sokaklarda yeniden görülmeye başlamıştı.
Ama yine de o seksenlerin ve doksanların boğucu karanlık atmosferi yoktu. Ölçülü bir diktatörlük ve baskı rejimi söz konusuydu.
Şimdi kanla biat etmenin –ki resmi olmayan adı budur– yeniden hortladığına şahit oluyoruz. Şimdilik sadece bir subayın yaptığı şeyin, gelecekte daha geniş çapta yapılacağını tahmin edebiliriz. Tabii ki Beşşar 7 yıl sonra yerinde kalabilirse.
Pusulaya basılacak olan kanın başparmaktan göğse kaydırılması ise başlı başına bir açıklama gerektiriyor. Kesin bir açıklama elimde yok ama insan şöyle düşünmeden edemiyor: Acaba diyorum özellikle Irak Şiilerinde gördüğümüz o kanlı dini gösterilerde (Kerbela) göğüslerini yumruklarıyla döverek, bıçaklarla gövdelerine, özellikle de göğüslerine attıkları çiziklerin bir tekrarı mıydı o subayın sandık başında yaptığı?
Böyle bir kuşkuyu dile getirmemin sebebi, tahmin edileceği gibi, rejimin lehine savaşan en önemli gücün İran’a bağlı Şii milislerin olduğu gerçeğidir. Bunlar Lübnan’dan, Irak’tan, Afganistan ve Pakistan’dan getirilmiş Şii cihatçılardır.
Sandıktan çıkan sonuçlara bakıldığında, çok abartılı rakamlar verildiğini görüyoruz: Beşşar Esed’in %95 almış olmasına bir diyeceğimiz olmamakla beraber, 13.5 milyon oy tartışma götürmez bir yalandan ibarettir.
Seçimlerin sadece rejimin kontrolünde olan bölgelerde, artı Lübnan’da yapılabildiğini göz önünde tutarsak, o rakama varabilmek için Suriye nüfusunun 40 milyon olması gerekir.
Halbuki 7 milyon Suriyeli yurtdışında, bir o kadarı da ülkenin kuzeydoğu ve kuzeybatısındaki rejim kontrolünün dışında olan bölgelerde yaşıyor.
Savaştan önce 22 milyonluk bir nüfusu vardı Suriye’nin. Geçen 10 yılda ne kadar değişiklikler olmuş olsa bile yine de oy hakkı olanların toplamı 18 milyona varamaz, ki açıklanan rakam budur.
Esed’le yarışan iki adaydan biri 500 bine yakın, ikincisi de 240 bin civarında oy almıştır. Bu da bir yalan. Çünkü madem insanlar korku baskısı altında ya da Esed’i çok sevdikleri için sandığa gittiler, bu durumda hemen herkesin Beşşar’a oy vermesi gerekir, dolayısıyla Beşşar’ın aldığı oy oranı da daha yüksek olmalı.
Peki neden herkesin gözünün içine baka baka bu akıl almaz rakamlar açıklandı?
Amerikalı yazar Lisa Wedeen, Esed rejimi hakkında çok orijinal bir teori geliştirdiği “Ambiguities of Domination: Politics, Rhetoric and Symbols in Contemporary Syria” (1999) kitabında şu sorudan yola çıkar: Hiçbir karizmatik özelliğe sahip olmayan Hafız Esed, nasıl oluyor da halkın sevdiği bir lider olarak görünebiliyor?
Mealen şu cevabı öneriyor: Suriye’de herkes onu sevmek zorunda değil ama onu sever gibi görünmek zorunda.
Ve bu da rejimin tam istediği. Zaten halkın kendisini sevmediğini biliyor ve sevmelerini de beklemiyor. Ama öyle görünmek zorunda olmaları ve buna göre davranmaları onun için yeterli, hatta böylesi daha iyi. Çünkü bu durum mutlak korkunun egemen olduğu bir ortam anlamına gelir.
Aynı mantıkla söylemek gerekirse rejim, açıkladığı seçim sonuçlarının doğruluğuna kimsenin inanmasını ne bekliyor ne de istiyor. Tam aksine, hiç kimsenin inanmasını istemiyor ama inanır gibi görünmelerini istiyor ve bu da yeter de artar bile.
Sanki herkese meydan okurcasına; “Evet yalan söylüyorum ve bunu bildiğinizi biliyorum, ama inanıyor gibi görünmek zorundasınız. Beni olduğum gibi kabul etmek zorundasınız, başka seçeneğiniz yok” diyor.
Bu mesajın muhatapları hem kontrolündeki Suriyeliler hem de yabancı devletler ve BM.
Sonuçların açıklanmasından sonra Esed’in yaptığı kısa konuşma da bu durumu daha belirgin kılacak bir nitelikteydi. Türklerin, “ağzını açtı gözlerini yumdu”, dedikleri türden bir konuşmaydı yaptığı.
Kendisine oy veren seçmenlere hiçbir olumlu vaatte bulunmaması bir yana, Suriyelileri iki karşıt öbeğe böldü. Ona oy verenlerin bu eylemleriyle vatanseverliğin yeni bir tanımını yaptıklarını ve gerçek devrimcilerin onlar olduğunu, karşıtlarının ise öküz olduğunu söyledi.
(Arapçada devrim sözcüğü ile öküz sözcüğü arasında köksel bir bağ olmasını bu şekilde değerlendiren Beşşar, zihni kapasitesini de deşifre ediyor. Bu ayrı).
Konuşmasının geri kalanını ise “teröre karşı savaşa devam, Amerikan ve Türk işgallerinden kurtulmak” şeklinde özetlemek yerinde olur. Suriyelilerin %80’inin yoksulluk sınırı altında yaşadığını göz önünde tutarsak, bu konuşmanın vahametini anlarız.
Seçimler bitip sonuçlar açıklandıktan sonra ise Halep’ten ve Deraa’dan, muhaberat örgütlerinin bazı insanları, seçimlere katılmadıkları gerekçesiyle tutukladıklarına dair haberler geliyor.
Son olarak; Beşşar Esed’in amcası Rıfat Esed’in Paris’teki Suriye elçiliğine korumaları eşliğinde geldiğini ve oradaki sandıkta bıyık altından gülümseyerek oyunu kullandığını görüntüleyen bir video yayınlandı. Suriye’den kovulduğu 1984’ten beri rejime muhalif bir TV kanalını işleten Rıfat, abisi 2000 yılında ölünce de iktidarın Beşşar Esed’e geçmesini kabul etmemiş (Çünkü bu hakkın asıl sahibinin kendisi olduğuna inanıyordu), rejime karşı muhalefetini sürdürmüştü. 2011 halk ayaklanmasının üzerinden ancak birkaç yıl geçtikten sonra muhalif konumunu askıya almış, ama yine de yeğenine biat etmemişti.
İşte sandık başındaki bu görüntüsü, geç gelen biatının belgesiydi. Bunun önemi, yeni dönemde aile birliğine, dolayısıyla Alevilerin birliğine vurgu yapmasından geliyor ki rejim bugünkü şartlarda buna muhtaçtır.
Bütün bunları yan yana getirdiğimizde, Beşşar Esed’in önümüzdeki dönemde, kontrolü altındaki bölgelerde babasının Suriye genelinde 1985’ten sonra gerçekleştirdiği korku iklimini yeniden inşa etmek istediğini tahmin edebiliriz.
Bunu gerçekten başarabilir mi, bu ayrı bir konu, başka şartlara ve faktörlere bağlı.