Ana SayfaGÜNÜN YAZILARI"Suriye'nin neresindensiniz?"

“Suriye’nin neresindensiniz?”

Göç araştırmaları uzmanı Murat Erdoğan, geçen hafta Serbestiyet'te yayımlanan söyleşisinde, 'Türkiye'de bir Suriye milliyetçiliği doğuyor' anlamında bir söz söyledi. 'Nihayet bütün Suriyelileri birleştirecek bir üst kimlik inşa ediliyorsa bu güzel bir haber' dedim kendime. Çünkü aslına bakılırsa böyle bir şey maalesef yok. Zaten bu olursa Suriye sorunu da çözülmüş olur, dolayısıyla Türkiye'deki ve başka ülkelerdeki Suriyelilerin belki büyük bir bölümü ülkelerine dönerler.

Yeni tanışan iki Suriyeli arasında ilk akla gelen sorudur bu. Belki her yerde öyledir ama Suriye’de ve kimlik sorunlu benzer ülkelerde, anlamı bambaşkadır. O tanışma faslı muhtemelen şöyle devam edebilir:

-Humus’tan

-Humus şehrinden mi, yoksa kırsaldan mı?

-Şehirden.

-Ben Humus’u iyi bilirim, hangi mahalledensiniz?

Mahallesini de söyleyen Humuslu artık hangi dini veya mezhepsel kesime ait olduğunu açıklamış olur. Ve genellikle bu onu belli bir sosyal – siyasi bir konuma yerleştirmek için yeterlidir algı olarak.

Bu durum Baas Partisi’nin 8 Mart 1963’te bir askeri darbeyle iktidarı ele geçirmesinden sonra, özellikle de Hafız Esed’in yine bir askeri darbeyle iktidara el koymasından sonra derin bir problem haline geldi. Aslında çeşitlilik her zaman vardı ama bu bir sorun teşkil etmiyordu, alt kimlikler siyasi bir anlam taşımıyordu.

Halbuki Baas Partisi ideolojik açıdan koyu bir Arap milliyetçisi ve iddialı bir ‘laisist’ akımı temsil ediyordu. Buna göre Suriye’de herkes Arap’tı; din, mezhep, yöre, aşiret gibi alt kimliklerin hiçbir önemi yoktu.

Kürtler, Türkmenler, Çerkesler, Ermeniler gibi etnik-kültürel topluluklar ise hiç ‘yoktular’. Herkesin nüfus cüzdanında aidiyet hanesinde ‘Suriyeli Arap’ yazıyordu ve bu sıfatla tanınmalıydı, Arapça’dan başka yerli bir dille konuşmak bile sorundu. Hatta bir kere dışişleri bakanına yabancı bir gazeteci Kürtleri sorduğunda ‘Onlar da Suriyeli Arap’ diye cevap vermekte hiçbir tutarsızlık görmemişti. Ama bu ifade toplumda alay konusu da olmuştu.

Din ve mezhep konusunda da garip bir tutum sergileniyordu. Herkes Arap’tı ama devletin resmi dini İslam olsa da herkes Müslüman değildi. Farklı Hıristiyan mezheplerin yanısıra Dürzüler ve (sayıları çok az olsa da) Yahudiler de devlet tarafından tanınmaktaydı. Medeni kanunda onlar ayrı statülerdeydiler; doğum, evlenme ve ölüm gibi konularında kendi özel mahkemelerinde bu işlemler yapılıyordu. Medeni evlenme diye bir şey yoktu, Müslümanlar da dahil.

Gelelim Alevi (Nusayri) topluluğuna… Bunlar resmi söylemde ‘yok’tular! Kendi dini ritüelleri, ibadethaneleri falan yoktu, camileri Sünnilerin camilerinden farksızdı. Yani resmi olarak onlar da Müslümandı, ve bu dinin egemen Sünni yorumunu kabul etmiş gibi görünmek durumundaydılar.

Ama gerçek hayatta o kadar ‘var’dılar ki herkesin gözüne sokulur bir durumdaydılar. Bir anlamda devletin sahipleriydiler. Ama yanlış anlaşılmasın, Alevi nüfusta yoksulluk çok geniş kapsamlı bir sosyal sorundu, yoksulluk oranları başka topluluklara kıyasla ya aynı ya da daha fazlaydı. Ama buna karşılık devlete erişimleri daha kolaydı, bürokraside veya orduda daha kolay yükselebiliyorlar, daha avantajlıydılar. Baas/ Esed rejimi bir polis devleti olduğu için bunun büyük bir önemi vardı. Mesela orduda düşük rütbeli bir Alevi askerin ağırlığı üst rütbeden Alevi olmayan komutanın ağırlığından daha fazlaydı, birincinin sözü geçerdi.

Aslında Esed bunu mezhepsel dürtülerden ziyade iktidarının bekası dürtüsüyle yapıyordu. Rejimini sadakat ilkesi çerçevesinde kuruyordu, dolayısıyla mezhepsel kimliği bir sadakat aracı olarak kullanıyordu, başka araçların da yanısıra elbette. Bunun için ordunun, emniyet (muhabarat) ve bürokrasinin, medya kuruluşları dahil, üst kademelerinde Alevi kimlik ön planda göze batıyordu.

Bu durumun toplumda yarattığı algı da işi, ilan edilmeyen bir tür ‘sosyal sözleşme’ye dönüştürmüştü: “Devlet ‘onlar’ındır, biz işimize bakalım.”

İşle kasdedilen ekonomik faaliyetlerdi. Rejim değişikliği söz konusu olmadığı için bu ‘sözleşme’ bir kader gibiydi.

Alevi kimlik en çok konuşulan lehçeyle ortaya çıkıyordu, bu da Alevi lehçesinin bir bakıma egemen sınıfın dili olarak algılanmasına neden oluyordu. O kadar ki bazı durumlarda, Alevi olmayan bir kişi o lehçeyle konuşarak karşısındakini caydırabiliyor ya da bir üstünlük, bir avantaj sağlayabiliyordu.

Kısaca söylemek gerekirse Alevilik, Baas ve Esed rejimlerinde bir dini/ mezhepsel kimlikten çok bir siyasi kimlik haline gelmişti. Ve bu sıfatla toplumun geri kalanında diktatör rejimle eşleşmiş olarak algılanıyordu.

Halbuki devlet Sünni idi, resmi din kurumu olan Genel Müftülük toplumda egemen konumdaydı; Hristiyan, Yahudi ve Dürzi topluluklar hariç hükümleri herkes için geçerliydi. Esed bunu bir denge aracı olarak kullanıyordu, yani bir tür ‘siyaset benim, din sizin’ anlayışıyla.

Ama neden Alevilik kamusal alanda yok hükmündeydi?

Bunu şöyle açıklamak mümkün: Hafız Esed kendi iktidarının meşruiyetinden kuşkuluydu, bir askeri darbeyle iktidarı ele geçirmiş olduğu için değil, ülkeyi demir yumrukla hükmettiği için de değil, içinden geldiği Alevi topluluğunun Sünni nüfusa göre azınlıkta olduğu ve bundan dolayı hak etmediğini düşündüğü bir şeye (iktidara) el koyduğu için. Ve kalan bütün hayatı boyunca bu düşünceyle davranacaktı.

Mekkeye gidip haccını yaptı, Kabe’nin dibinde çektirdiği fotoğraflar yayınlandı, bunu ilk halefi olan oğlu Basel de yaptı. Lübnanlı Şii din adamı Musa Assadır’dan Suriye Alevilerinin Şii Müslüman olduklarına dair bir fetva çıkarttırdı. Hükumette başbakanlık ve dışişleri bakanlığına hep Sünni kişilikler atadı, diğer bakanları da Suriyedeki dini/ mezhepsel çeşitliliği gözeterek atadı. Millet meclisini de aynı ilkeye göre oluşturmaya özen gösterdi. Ama herkes için ona bağlılık esastı.

Resmi ideolojideyse bütün Suriyeliler eşitti, herkes Arap, çoğunluk Müslüman, azınlıklarda da Hristiyan, Yahudi, ve Dürziler vardı. Kürtler, Aleviler, İsmaililer, Çerkesler, Türkmenler yoktu. Herkes birlik beraberlik ruhu içinde yaşıyordu.

Arap milliyetçiliği resmi söyleme hakimdi, buna göre Suriye, ‘Büyük Arap Vatanı’nın sadece bir parçasıydı, keza Suriyeliler Arap ulusunun bir parçasıydı. Bu söylem 1950’ler ve 1960’larda Arap halkları arasında da geniş bir kabul görüyordu, buna göre emperyalizmin parçaladığı Arap Vatanı bir gün gelecek ve yeniden birleşecekti. 1967’de İsrail’in Mısır ve Suriye ordularını büyük bir yenilgiye uğrattıktan sonra Arap milliyetçiliği büyük ölçüde zayıflasa da tamamen ortadan kalkmayacak ama negatif bir duygusallığa dönüşecekti: Ötekiye karşı bir kendini tanımlama, ve bir tür mağduriyet duygusu.

Arap milliyetçiliğinin düşüşe geçmesine paralel olarak İslami ideoloji 1970’lerin başlarından itibaren yükselişe geçti, Suudi Arabistanın başını çektiği petrol zengini körfez ülkeleri bu yükselişe katkı sağladılar, ‘radikal’ diye tanımlanan Arap rejimlerine karşı kullandılar. Ve 1979’da Esed rejimine karşı bir Müslüman Kardeşler ayaklanması gerçekleşti. Buna karşı 3 yıl boyunca kanlı bir savaş yürüten Esed Şubat 1982’de Hama şehrini yerle bir ederek, onbinlerce sivil insanı öldürerek ayaklanmayı bitirebildi. Hayatta kalabilen Müslüman Kardeşler militanları ve sosyal çevreleri yurt dışına kaçtılar.

Bu savaşın yaralarını sarıp büyük bir yenilgiye uğramış olan toplumla yeni bir sayfa açmak yerine, Esed rejimi daha fazla şahinleşti, hiçbir itiraza yer vermeyen süper katı bir polis devleti geliştirdi. Herkese kuşkuyla bakan, itaatten başka bir şey kabul etmeyen bir rejim. Buna karşılık rejime bağlı bir Sünni resmi kurum ve din adamlarından oluşan bir yakın çevre geliştirdi, bununla Sünni nüfusun itaatini sağlamak ve onu domine etmek istiyordu.

Bütün bu gelişmeler sonucunda ortaya derin bir bölünmüşlük çıkıyordu, on yıllardır gizli tutulan bu bölünmüşlükler 2011 baharında patlak veren halk ayaklanması sonrasında açık bir şekilde ortaya çıkacak ve Suriye Devrimi’nin yenilgiye uğramasında büyük bir rol oynayacaktı. En büyük bölünme rejim yanlısı/rejim karşıtı olsa da, Arapçılık/Kürtçülük, dincilik/sekülerlik de büyük kopuşlar oluşturacaktı. Ülke toprakları da farklı silahlı gruplar ve yabancı ülkeler arasında bölüşecek, 7 milyon Suriyeli, yani nüfusun 3te biri, ülke dışında kendilerine yeni hayatlar kurmaya çalışacaktı. Artık ne Suriye diye bir ülke ne de Sureyeli bir insan topluluğu kalacaktı.

Göç araştırmaları uzmanı Murat Erdoğan, geçen hafta Serbestiyet’te yayımlanan söyleşisinde, ‘Bir Suriye milliyetçiliği doğuyor’ mealinde bir söz söyledi. Bundan tam olarak ne kastettiğini açıklamamış. Ama söylendiği bağlama bakılırsa, sadece Türkiyedeki Suriyelileri kastettiği düşünülebilir. Ve bunların büyük bölümünün artık Türkiyede kalıcı oldukları düşüncesinden yola çıkarak, Türk/Kürt, Sünni/Alevi, dindar/laik gibi hali hazırda Türkiye’de var olan kutuplaşmalara bir de Türkiyeli/Suriyeli kutuplaşması eklenebilir kaygısıyla o Suriye milliyetçiliği sözünü kullanmış olabilir diye düşündüm.  

Ama niye yalan söyleyeyim, o sözden başka bir anlam çıkarılabilirse eğer, ‘Nihayet bütün Suriyelileri birleştirecek bir üst kimlik inşa ediliyorsa bu güzel bir haber’ dedim kendime. Buna Suriyelilik mi dersiniz, Suriye milliyetçiliği mi dersiniz fark etmez.

Çünkü aslına bakılırsa böyle bir şey maalesef yok. Zaten bu olursa Suriye sorunu da çözülmüş olur, dolayısıyla Türkiye’deki ve başka ülkelerdeki Suriyelilerin belki büyük bir bölümü ülkelerine dönerler.   

- Advertisment -